19. Yüzyıl Osmanlısının, azınlıklar ve yabancılar karşısında rekabet etmekte zorlandığı temel konulardan biri eğitimdi… Kapatmak şöyle dursun dış baskılar yüzünden Bâbıâli’nin denetlemekte bile zorlandığı gayrimüslim okullarının eğitim kalitesi Müslüman okullarının çok üzerindeydi. Bu durum, Osmanlı coğrafyasında yabancı okullara daha fazla rağbet edilmesi sonucunu doğuruyordu. Öyle ki, o yüzyılın sonunda ilkokula giden 106 bin öğrenciden 76 bininin gayrimüslim okullarına gittiği kayıtlarla sabitti. Yalnızca sivil halktan insanlar değil, devletin önemli kademelerinde görev yapanlar da çocuklarını yabancı okullara gönderebiliyordu.[1] Sekiz oğlunu, Fransız-St.Joseph Kolejinde okutan Mareşal Fuad Paşa, kızı Halide Edip’i, Amerikan Kız Kolejine gönderen Mehmet Edip Bey bunlardan ikisiydi. Dahası bu okullarda Hristiyanlık propagandası yapılması, cezadan kurtulmak isteyen öğrencilere salibin (haç) öptürülmesi ailelerin yabancı okullardan vazgeçmesine yetmiyordu.[2]
Okul açma
konusunda en gayretli azınlık gruplarından biri de Ermenilerdi. Fransız
İhtilalinin etkisiyle ulusçuluk cereyanına kapılan Ermeniler, imkân ve fırsat
bulabildikleri her yerde azınlık okulu açıyorlardı. Böylelikle Osmanlı
topraklarının bir bölgesinde kurmayı hayal ettikleri müstakbel Ermeni Devletini
sevk ve idare edecek insan gücünü yetiştirmeye çalışıyorlardı.
İşte bu
hülya, Anadolu’da birbiri ardınca Ermeni Okullarının açılmasına yol açtı.
Bunlardan biri de Mıgırdiç Sansaryan adlı
Ermeni tüccarın Erzurum’da açtığı okuldu. 1 Ekim 1881 yılında yapılan
törenle eğitime başlayan okula Sansaryan Koleji adı verildi. Kuşkusuz bina
yapmakla iş bitmiyordu. Okul demek, masraf demekti. Öğrenci
masraflarını, öğretmen maaşlarını, ısınma ve aydınlatma giderlerini
karşılayacak sağlam bir kaynağa ihtiyaç vardı. Vanlı Ermeni tüccar bunu da
düşündü ve İstanbul Sirkeci'de bir arsa satın aldı. Eminönü İskelesine kuş
uçumu 300 metre mesafedeki arsanın üzerine görkemli bir iş han yaptırdı. 1909
yılında tapusu alınan beş katlı binaya da tıpkı Erzurum’da yaptığı gibi
kendi adını verdi: Sansaryan Han… Hanın gelirleri, Erzurum’daki kolejin masraflarını karşılamaya tahsis edildi.
Ne var ki bu uygulama uzun sürmedi. Zira, Enver Paşa’nın en yakın
arkadaşlarına bile haber vermeden ülkeyi soktuğu Birinci Dünya Savaşı,
Osmanlının sonunu getirdi. Bu büyük tufandan, bir zamanlar millet-i sadıka
olarak anılırken, 1863’ten itibaren isyan ve ihanet odağına dönüşen Ermeniler
de payına düşeni aldı. Rusların himayesinde hunharca toplu katliamlar yapan
Ermeniler, Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu tarafından
topraklarımızdan sökülüp atıldı.
Onlardan geriye, toplu Müslüman mezarlıkları, birkaç nesilde unutulması
mümkün olmayan ağır yaralar ve terkedilmiş yapılar kaldı. Erzurum’daki
Sansaryan Koleji ile Sirkeci’deki Sansaryan Han da bu yapılardan ikisiydi.
Eskiler, ‘atta, avratta, yurtta uğur vardır’ derler. Gerçekten öyle midir
bilmiyorum ama o iki bina üzerinden düşünüldüğünde yabana atılır gibi
değildir bu söz. Şöyle ki, Sansaryan Kolej binasından geçenlerin talihi yaver
giderken; Sansaryan Han, konukları için tam bir uğursuzluk kaynağı olmuştur.
Okulun bütün masraflarını karşılaşın diye yapılan Sirkeci’deki hanın kaderi ise kolej binasına hiç benzemeyecekti. Buraya getirilenlere reva görülen uygulamalar yüzünden utanç ve nefretin sembolü olacaktı. Cumhuriyet kurulduktan 12 yıl sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğüne tahsis edilen yapı, konumu ya da mimarisinden ziyade birçok kişinin canını yakan işkence odalarıyla anılacaktı. Attila İlhan’dan Rıfat Ilgaz’a kadar kültür hayatımıza katkı sağlayan her düşünceden insanın yolu buraya düşürülecekti. Ama buradaki ilk toplu işkenceler 1944 Mayıs’ında başlayan Turancılık davası nedeniyle gözaltına alınan Zeki Velidi Togan, Alpaslan Türkeş, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Fethi Tevetoğlu gibi isimlere yapılacaktı.
Her bir sanık, tek kişilik loş bir hücrede kalıyordu. Ama tabutluk ya da mahsus mahal adı verilen işkence hücreleri ayrıydı. O hücreler, içeridekinin oturmasına imkân bırakmayacak kadar dardı. Oraya sokulan kişinin bilekleri, tavana asılı kelepçeyle bağlanır, ayakları boşlukta asılı kalırdı. Böylece vücudun bütün yükü bileklere binerdi. Hemen ardından tepeden helezonik ampuller yakılırdı. Nazi Almanyasından işkence için getirilmiş bu ampuller kısa bir süre sonra sanığın beynini matkapla deliyormuş gibi acı verirdi. Vücudun ağırlığını taşımakta zorlanan bilekler kelepçelerin arasında sıkışır, kopma noktasına gelirdi. O tarihte teğmen olan Alpaslan Türkeş’in tırnakları o hücrede sökülmek istenmiş, işkencecilerden birinin “bu asker adam, ölür mölür, başımıza bela olur” demesi üzerine bundan vazgeçilmişti. İşkencede son nokta ise bodrum katta bulunan, içinden lağım suları akan ve akrepler dolaşan “mezarlık” adlı hücreydi. Nihal Atsız burada yedi gün kalarak dayanma rekoru kıracaktı.
Turancılık davasında sorgulananların yedi ay kaldığı hücrelerde toplu halde işkence görme sırası yedi sene sonra solculara geldi. “51 Tevkifatı” adıyla kayıtlara geçecek olan bu süreçte Türkiye Komünist Partisi üyeleri tutuklandı. Tutuklananlar arasında Zeki Baştımar, Ahmet Arif, Behice Boran, Ruhi Su ve Sadun Aren gibi isimler vardı. Yıllar önce milliyetçiler için işleyen işkence çarkları şimdi acımasızca onlar için dönüyordu. Şairin, “Daktilolar camları bulutlu sorgu odalarında / Didiklemez mi özgürlüğünü Sansaryan Hanı'nda” dediği yerde komünistlik davasının sanıkları on bir ay kaldı. O süre zarfında uygulanan işkencelere dayanamayıp intihara teşebbüs edenler de oldu, akıl ve beden sağlığını kaybedenler de. Gün geldi tahliye oldular ama orada yaşadıklarını hiç unutmadılar. Kimi yazdı yaşadıklarını, kimisi de soranlara anlattı. Ruhi Su ise hem yazdı hem söyledi:
“Mahsus
mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar
yandadır
İkelleri kızıl kandadır, kanda,
Ölürüm, ölürüm kardeş
aklım sendedir”
Sesi öylesine içliydi ki sanırsınız mahsus mahalde maruz kaldığı bir işkence molasında söylüyor …
Şarkı bitti,
yol tükendi. O devrin bütün kahramanları sırayla öbür tarafa göçtüler. Onlardan geriye
eserleri ve anıları kaldı. Bir de içinden geçerek değer ya da hüzün kattıkları
binalar kaldı bize… O iki binadan biri doğudaydı öbürü batıda… Biri iftihar
kaynağımızdı diğeri hüzün sebebimiz…
Bunlardan
Kongre Binasını 9-10 yaşlarındayken tanıdım. Çünkü o bina çocukken oturduğumuz
eve oldukça yakındı. Her çarşamba sabahı, Tarkan Dergisinin yeni sayısını almak
için Kongre Caddesindeki gazete büfesine giderdim. Her gidişte, yolumun üzerinde
bulunan kongre binasını görür; nedense bende çalışkan ve güçlü bir insan olmam
gerektiği duygusunu uyandıran o binaya hayranlıkla bakardım.
İçinden geçenlerin işkence gördüğü Sansaryan Han’ın varlığından ise çok zaman sonra haberdar oldum. Binayı görmemse daha uzun sürdü. Geçende, eşim ve küçük oğlumla birlikte yolumuz Sirkeci’ye düştü. “Tarih hatırlanmazsa, çaresizlik bir daha yaşanır!” sözünden aldığım ilhamla onlara bu uğursuz binayı göstermeye karar verdim. Vardığımızda otel olarak kullanılmaya başladığını öğrendiğimiz binanın çehresi öylesine değişmişti ki bu yerin sabık bir işkence merkezi olduğuna inanmak imkânsız hale gelmişti. Bizimle nezaketle ilgilenen otel yetkilisi de binanın kirli geçmişiyle ilgili anlattıklarımı ilk kez duymanın verdiği şaşkınlıkla dinlemişti.
Binadan
çıkıp, Sirkeci Garına doğru yürürken, “düşünenleri lağım çukuruna gömüyor,
sonra da bu ülkede niye aydın yetişmiyor diye ağıt yakıyoruz” sözünü
hatırladım. Yapılan tam da bu değil miydi? İşlevi toplumun sorunları üzerinde
düşünmeye öncülük etmek olan aydınların baskıyla susturulduğu bir ülkede
gelişim ve değişimden söz edilebilir mi? Eğer yapılmak istenen bu ülkeyi,
düşünce gökkuşağının bütün renklerinden mahrum bırakmaksa bunun adına
vatanseverlik denebilir mi?


