Çin'den,
Polonya'ya kadar, girdiği her yeri yakıp yıkan Cengiz Han'a, bir gün sormuşlar:
— Han'ım girdiğiniz bütün şehirleri niçin yakıp
yıkıyorsunuz?
Cengiz Han celallenmeden şu cevabı vermiş:
— Benim Abbasi halifeleri gibi
hanlar, hamamlar yaparak tarihe geçme şansım yok. Ben de yakarak tarihe
geçeceğim.
Sonuç tam da dediği gibi
olmuş; Cengiz Han, şehirler yakan kişi
olarak tarihe geçmiştir. Ama O bu alanda yalnız değildir.
Çünkü, yakarak tarihe geçmenin ondan daha güçlü bir sembolü vardır:
O sembol kadındır. Kuşkusuz, iki yangın arasında derin farklar
vardır. Örneğin, Cengiz Han öfkeyle, kadın tebessümle yakar; Cengiz Han yakıp yok eder, kadın yaktığını yeniden inşa eder. Bu doğru olmasına doğru da
neticede ikisi de yangın... O yüzden olsa gerek, Nedim:
"Tahammül
mülkünü yıktın, Hülagu Han mısın kâfir,
Aman dünyayı
yaktın ateş-i suzan mısın kâfir?"
Mısralarıyla sevgiliye seslenirken, iki yangın
arasındaki benzerliği dile getirir.
Esasen, beşerî aşkın ilk kıvılcımları Arafat’ta çakılır.
Cennetten kovulup yeryüzüne gönderilen Adem, Sri Lanka’ya; Havva, Cidde'ye
indirilir. Senelerce birbirlerini ararlar. Bu
uzun yürüyüşler onları, birbirlerinden habersiz bir şekilde Arafat’a
götürür. Burası Mekke yakınlarında, büyük bir çöldür.
Kadınlar cin fikirli olurmuş ya.… Demek ki kadimden
beri öyle... Önce Havva görür Adem'i ama sessiz kalır. Arayan değil aranan,
özleyen değil özlenen olmak istediği için, oracıkta bir fundalığın dibine
saklanır. Adem'in kendisini bulmasını bekler. Buna huy mu demeli naz mı? Onu bilemem ama sonuç tam da istediği gibi olur. Adem de kısa bir süre sonra görür Havva'yı...
Böylece yeryüzünde ilk buluşma gerçekleşir. Bu vuslattan hareketle, buluşma
yeri anlamına gelen Arafat ismi doğar. Ve insanlık binlerce yıldır orada buluşur.
O kıvılcım, çölün bir başka yerinde, Leyla’nın aşkı
ile Mecnun’un yüreğinde yangına dönüşmüştür. Aşkın bütün deliliklerini yaşayan
Mecnun'u, bir gün, bir köpeğin ayağını öperken görmüşler. Bu hal görenleri epey
kızdırmış. Çıkışmışlar:
— Bu ne hal böyle Mecnun, köpeğin ayağı öpülür
mü?
Mecnun kayıtsızca bakmış onlara:
— Ben köpeğin ayağını öpmüyorum ki!
— Ya ne yapıyorsun?
— Bu, Leyla'mın vahasının köpeğidir. Bastığı
yerlere Leyla basmıştır. Onun ayaklarında Leylamın ayak izlerini
kokluyorum.
Bu metafor bizi yeniden Nedim'e götürüyor. O diyor
ki: "Bülbülü uyuyor sanmayın, gagasını kanadının altına koymuş, uykuda
sevgilinin hayalini kokluyor." Demek ki aşka düşen akıl iflâh olmuyor.
Batıda aşkın ölümsüzleştirdiği Beatrice,
akranı olan Dante'yle tanışıp, onu etkilemeye başladığında henüz dokuz
yaşındadır. On yıl sonra gerçekleşen ikinci buluşmada şair, kızın güzelliği
karşısında öylesine erir ki, aleve sarılı bir ruha döner.
“Hayalden yana olduğu kadar, sözden yana
da çok zengin olsam, yine de güzelliğinin binde birini bile anlatmaya cesaret
edemem” der. Bu son görüşmedir. Bir daha asla bir araya gelemezler. Çünkü Beatrice, yirmi dört
yaşında hayata veda eder. Ama şairin
gönlünde hep canlı ve güzel kalır. Dante, bütün eserlerini o aşkın verdiği ilhamla
yazar. İlahi Komedya o aşkla doğar. Bu trajik öykü, Floransa'daki Dante
Kilisesi'nin bahçesine konulan sepeti bile kutsallaştırır. Şairin mezarı
başındaki o sepet, karşılıksız kalmış aşk mektuplarıyla dolup taşan
bir dert küpüne dönüşür.
Kral ya da şah olmak da erkekleri bu yangından kurtarmaz.
Yer, Hindistan... Babür hükümdarı Şah Cihan,
deliler gibi tutulduğu, yanındayken bile özlediği sevgili eşini, doğum
sonrası durdurulamayan kanama yüzünden kaybeder. Mümtaz Mahal'in ölümü, Şah
Cihan'ı hayata küstürür. O'nun adını ebedileştirmek için Taç Mahal'i yaptırır. O
aşk, Yemuna nehrinin kenarında yükselen ve şehrin her tarafından
görülebilen Taç Mahal’de ölümsüzleşir.
İngiltere'de hikâye, 8. Henry'nin, Anne Boleyn'e âşık olmasıyla
başlar. Kıza sahip olmak ister. Ama Boleyn "nikah olmadan asla" der. Oysa
kral o sırada bir başka kadınla evlidir. Boleyn’le evlenebilmek için mevcut
eşinden boşanması gerekmektedir. Kral, bu emelini gerçekleştirebilmek için
Vatikan Kilisesinden boşanma izni ister. Ama kiliseden beklediği fetva gelmez.
Çünkü Katolik nikahında boşanma yoktur. Bu yasak, Henry'yi çileden çıkarır. Aşk, gözlerini öylesine kör etmiştir ki, ne kiliseyi tanır ne de papayı. Afaroz edilme pahasına Vatikan’ın aldığı kararı yok sayar. Tutar,
İngiltere'de Anglikan Kilisesini kurar. Bu kilisesinden
aldığı fetvayla mevcut eşini boşar ve Anne Boleyn'le evlenir. Bu aşkın ilk
meyvesi Anglikan mezhebi olur. İkincisi ise İngiltere'de kraliyet soyunun
değişmesine yol açan 1.Elizabeth…
Henry’den sadece üç yaş küçük olan Kanunî Sultan
Süleyman’ın, bir köy papazının kızı olan Aleksandra’yı, Hürrem adıyla tanıyıp âşık olması, yalnızca iki
insanın hayatını değil, bir milletin kaderini de derinden etkiler. Şöyle ki, Hürrem,
yalnızca Kanunî’nin kalbini yakmakla kalmaz; o aşktan aldığı güçle, padişahın
başka kadından olan oğlu Şehzade Mustafa’yı ortadan kaldırır. Sarı Selim’e
sultanlık yolunu açan bu evlat katli, cihan imparatorluğunda yükselmenin sonu,
duraklamanın başlangıcı olur.
Güneş batmayan ülkelerin
cihangirlerini dize getiren aşk, Fransa’da da -güncelliğini hiç yitirmeyen- bir
düşünürün doğmasına yol açar... Kimden mi söz ediyorum? Tabii ki Montesqıeu’dan…Üstelik O’nu tarih sahnesine çıkaran bu öykü, uzak bir coğrafyada ve çok eski bir çağda yaşanır. Yani, İran'da kanat
çırpan bir kelebek, Fransa'da fırtına koparır.
Hikaye şöyle başlar: Eşi tarafından aldatıldığını öğrenen İran
Şahı Şehriyar, bütün kadınlara düşman kesilir. Gece birlikte olduğu kadını şafak vakti idam ettirir.
Onlarca kadının kurban edildiği bu süreçte, nihayet bir gün sıra Şehrazat adlı genç
bir kıza gelir. O gece şahın odasına giren genç kız dahiyane bir şey yapar.
Şafak sökmeden bir masal anlatmaya başlar. Gün ağarır ama masal bitmez. Şah,
bitmeyen masalın sonunu dinleyebilmek için, Şehrazat'ın idamını bir
sonraki güne erteler. Şehrazat, sonraki gece yarım kalan masalı tamamlar ama
sonunu getirmeyeceği yeni bir masala başlar. Bu şekilde her gece devam eden ve
fakat sonu getirilmeyen masallar, Şehriyar'ı kıza aşık eder. Şahın bir süre
sonra "anlatma sonunu kıyamam sana" deme noktasına geldiği bu
masallar, dünya edebiyat tarihine muhteşem bir masal külliyatı kazandırmakla
kalmaz, masalsı bir aşkın da doğuş nedeni olur. İran’dan Paris’e giden iki acemden
bu masalları dinleyen Montesqıeu, o masallardan aldığı ilhamla Acem
Mektupları'nı yazar. Kitap yayınlandığında, Fransa'da büyük bir yankı
uyandırır. Kendisini, Yasaların Ruhu'na götürecek üne kavuşur. O yankı, o çağla
sınırlı kalmaz, "kuvvetler ayrılığı" kavramıyla demokrasinin temel ayracı olur. Geçtiğimiz yüzyılda Sezai Karakoç, “Sen Şehrazat
bir lamba, bir hükümdar bakışında / Bir ölüm kuşunun feryadını duyarsın"
dizeleriyle yönümüzü bir kez daha Şehrazat'a döndürür.
Kuşkusuz, aşk yangınlarının ölümsüzleştirdiği kadınların
sayısı üçle beşle sınırlı değildir. Şarkı ve şiirlerden yola çıkarak dilediğiniz kadar örnek bulmak da bu örneklerden hareketle
oluşturulan yargıya, "bütün genellemeler yanlıştır, bu da dahil" sözüyle
karşı çıkmak da mümkündür. Ama insanlık tarihindeki ilk cinayetin bir kız uğruna
işlendiği ve son peygamber Hz. Muhammed'e, bu dünyada sevdirilen üç
şeyden birinin kadın olduğu hatırlanırsa, herhalde bu yargı havada
kalmaz.
Yoksa yanılıyor muyum?
(*) Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin 102. sayısında yayınlanmıştır.