31 Aralık 2012 Pazartesi

Sultanım

Susarsan yağmur yağar, konuşursan gül açar
Hayalin ebed müddet bir şarkıdır sultanım.
Orda yağmurdan sonra ebemkuşağı açar,
Burda gök siyahlaşır, yer farkıdır sultanım.
Bizi böyle amansız belaya meftun kılan
Kalbimizin bedenden firakıdır sultanım.

Sussak yıllar boyunca konuşmasak seninle
Bir an unuttuğumu sanır mısın sultanım?
Bir sabah yorgun argın çıkıp gelsem kapına
O gün beni sesimden tanır mısın sultanım?
Elim eline değse, gözlerine gözlerim,
Bu ateşle tutuşup yanar mısın sultanım? 

Ağlıyor musun yoksa bana mı öyle geldi,
Değilse yüzün neden harelidir sultanım?
Mahşerden el etse de bir vuslatın hayali
Yaşadığımız günler sürelidir sultanım,
Şavkının hangi şehre düştüğünü sorarsın,
'Ay ve güneş ezelden' nerelidir sultanım? 

Şarap mısın yoksa sen harabatta saki mi?
Bu gidişin veda mı yoksa naz mı sultanım?
Hiçbir maşuk duymadı böyle bir methiyeyi,
Uğruna söylenenler hala az mı sultanım?
Mülkün temeli adalet diye bilirdik ama 
Senin hükmünde adalet bulunmaz mı sultanım? 

Mehmet Taştan


30 Aralık 2012 Pazar

Eylül

Yüz görümü olmadan,
Açılmam dedi yaza,
Bir hayalin aslını
Üfleyip yaktı eylül. 

Hasret çekenler gibi
Kuruyup kadit oldu,
Sarılığa tutulmuş
Gözlerle baktı eylül.

Veda edene kadar
Kendini tuttu ama
Yollarda damla damla,
Eriyip aktı eylül. 

İpek bir fular gibi
Kayıp düştü sulara,
Ardında boynu bükük
Bir güz bıraktı eylül.

Mehmet Taştan

27 Haziran 2012 Çarşamba

Şiir yalnızlığı sever (*)


Röportaj: Yener Ekinci

Mehmet Taştan, şair kimliğiyle üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiren günümüzün en güçlü şairlerinden biri. Kelimeleri sanki sihirliymiş gibi o kadar ustalıkla kullanıyor ki ortaya çıkan eserler O’na ‘kelime büyücüsü’ anlamını yüklüyor. Onun sanatını, bakış açısını ve düşüncelerini birçok insan gibi biz de merak edip sorduk. Bütün sorularımıza içtenlik ve samimiyetle cevap verdi.

Sayın Taştan, edebiyata nasıl başladınız, ilk ilgi sizde ne zaman ve nasıl uyandı?
İlkokul beşinci sınıf öğrenciydim. Aile çevresinden birinin yazmış olduğu bir şiir benim de bulunduğum bir ortamda okunmuş; dinleyicilerin genel beğenisini toplamıştı. Bu durum bende şiir yazma arzusunu doğurdu. O şiirden yola çıkarak ölüm üzerine yazdım ilk şiirimi… Bir zaman sonra imha ettiğim o şiir denemesi hayal meyal hatırladığım kadarıyla etkilendiğim metnin açık izlerini taşıyordu.

Daha sonra nadiren şiir denemesi yapsam da genel olarak öyküye yöneldim. Birbiri ardınca öykü denemeleri yazmaya ve mahalli basında yayınlamaya başladım.

Peki, şiirde ne zaman karar kıldınız?
16–17 yaşında… Ben lise sondayken Erzurum ili genelinde açılan liseler arası “Çanakkale Zaferi” konulu şiir yarışmasında birinci seçilmem, bundan üç yıl sonra da Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde düzenlenen “tabiat” konulu şiir yarışmasında birinci gelmem beni bir daha kopmayacak şekilde şiire bağladı. 20 yaşındayken yayımlanan İnsan Boşluğu adlı ilk şiir kitabım, şiire ilgimi zamana karşı dayanıklı kıldı.

Yayınlanan ilk yazınız ve bundan duyduğunuz haz? 
Lise birinci sınıfta Peyami Safa’nın romanlarına fena halde sardırmıştım. Öyle ki Erzurum’un namına yakışır o soğuk kış gecelerinin birinde, yatağa gömülüp Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu okurken, “ameliyat edilecek çocuk ben miyim” diye bacağımı kontrol ettiğimi, sonra da yaptığım işe güldüğümü hatırlıyorum. İşte o psikolojik romanları böylesine içselleştirerek okumanın verdiği tesirle, bir üniversite öğrencisinin bunalımlarını konu alan “Gece” adlı bir öykü yazdım. Yayınlanması için de götürüp Gez Mahallesinde bulunan Hürsöz adlı mahalli gazeteye verdim. 

Ertesi sabah gazetenin matbaasına erkenden gidip, o günkü nüshada, öyküyü ve ismimi görünce bir hoş oldum. Gazeteyi kaptığım gibi çıktım. Hızlı adımlarla, okula doğru yürümeye başladım. Gurur ve neşe içindeydim. Yolda giderken birilerinin beni durdurup “öykünü okudum çok güzeldi” demesini kurdum. Asla gerçekleşmeyen bu hayal okula girinceye kadar sürdü. 

Üç veya dördüncü derse kadar bekledim ama sınıftan da hiç kimsenin -o güne kadar benim de okumadığım- gazeteyle ilgilenmediğini esefle fark ettim. Sıra arkadaşım görsün diye o sayfayı açarak öyküyü okuyormuş gibi yaptım. Ama nafile ya görmedi ya da görmezlikten geldi. 

O gün beni dışarıdan kimse kutlamamıştı ama şimdilerde gülerek hatırladığım yayınlanan ilkyazımın anısı oluvermişti. 

Tabii bunu anlatınca, o yaştaki çocukların ilk ürünlerini gazetesinde yayınlayarak onları cesaretlendiren, geleceğe kanatlandıran Hürsöz’ün babacan patronu Ahmet Polat’ı rahmet ve minnetle yad etmeliyim. Orası yalnız bir gazete değil, yazma sevdalılarının uçma temrinleri yaptığı bir mektepti aynı zamanda...

Bizim eskilerden (divan edebiyatı) okuyup sevdikleriniz?
Eliot’un dediği gibi “şair geçmişin ruhunu mutlaka bilmeli ve geliştirmelidir.” Yani, farklı ve özgün bir şey ortaya koyabilmek için eskinin ne olduğunu bilmek gerekir. Ben de bu anlayışla köklü şiir geleneğimizden erken yaşlardan beri istifade ederim. Sembolleriyle, tasvirleriyle, aruz vezniyle, kafiye yapısıyla ses uyumu ve ses tekrarlarıyla muhteşem bir armoni oluşturan divan şiirimizle bağımı hep canlı tutarım.  Bu bağlamda, divan şiirinin duayenlerini ve Tanzimat sonrasında ismi öne çıkmış şairlerini daha çok beğenip, tekrar ettiğimi söyleyebilirim. 

Genç kuşağın en kuvvetli şair ve yazarları kimlerdir? 
Şairin en büyük sınavı zamana karşı dayanıklılık testidir. O testten başarıyla çıkıldığını söyleyebilmek için, değişik mevsimlerden tükenmeden geçilmesi gerekir. Örneğin bizim çocukluğumuzda, ideolojik duruşların ya da tarafgir yaklaşımların öne çıkardığı bazı isimler vardı. O isimler daha ölmeden şiirleri piyasadan çekildi. Onun için oyun devam ederken sonuca ilişkin değerlendirme yapmak isabetli olmayabilir. Zamanı geldiğinde, alınacaklarla atılacakları büyük jüri, yani halk belirleyecektir. Geçmişin büyük değerlerini seçip bugüne getiren de onların gönül dünyalarıdır.

Ben bir okur sıfatıyla sadece şunu diyebilirim ki, kaliteyi tadabilme adına şiir okurken kimin yazdığından ziyade ne yazdığına bakarım. Bazen ünlü bir şairin beğenmediğim şiirleriyle karşılaşabildiğim gibi, tanınmamış bir şairin beni çok etkileyen bir şiir ya da mısraıyla karşılaştığım da olmuştur. “Yürek yanınca titrer, gül üşüyünce” mısraı böyledir mesela… 

Bende özel bir yeri var dediğiniz bir şiir ya da şair var mı?
Sekiz asır önce yazılmış olmasına rağmen, yeni yazılmışçasına tazeliğini koruyan, her okuyanda başka bir iz bırakan Mevlana’nın “Etme” adlı şiiri birçok şiir sever gibi benim için de özeldir. Beğendiğim şairler vardır ama “idolleştirdiğim” şair yoktur.  

Şimdiki dil akımını nasıl buluyorsunuz?
Şiirde kullanılan kelimeler anlamında aşırı örneklerle karşılaştığımı söyleyemem. Hangi kesimden olursa olsun şairlerimiz genellikle günümüz insanının anlayabileceği bir kelime kadrosuyla yazmaktadır. Tabii bir şiirde her okuyucunun anlamayacağı türden birkaç kelime veya sembolün kullanılmasını da normal, hatta öğreticilik adına gerekli görüyorum. Buna karşılık dilin mimari ve melodisine sadakat noktasında aynı titizliğin gösterildiğini söyleyemem. Derin ya da özgün görünmek için dilde sıkça zorlamalara gidildiğini, bunun da dile zarar verdiğini söylemeliyim.  

Şiirlerinizi nasıl yazarsınız?
Günlük faaliyetlerimi ifa ederken şiirsel duyuşlar hissederim. O duyuşlar insicam halinde hafızamda şekillenir. Bir veya birkaç mısra olur. Onları şiire dönüştürmek için yalnız kalmayı beklerim. Çünkü şiir yalnızlığı sever. Odama kapanınca, bilgisayarın başına geçer ve yazmaya başlarım. O sırada vakit genellikle gecedir ve “Türkçe Sözlüğüm” mutlaka yanımdadır. Şiir bittikten sonra ihtiyaç duyuyorsam sözlükle dil testi yaparım. Ardından acaba o şiiri yalnızca o an ki ruh haliyle mi beğendim, yoksa duygu değişimine uğradığımda da hoşuma gidecek mi diye, tıpkı içine maya çalınan süt gibi dinlenmeye koyarım. Birkaç gün geçtikten sonra bu ürün hala hoşuma gidiyorsa birikimine güvendiğim bir iki kişinin değerlendirmesine sunarım. Bu badireler de aşıldıysa, artık o şiir benim içim vardır.

Konu arar mısınız ve sırf yazmak isteğiyle masa başına hazırlıksız oturduğunuz olur mu?
Şiir yazmak için çarşıda ürün arar gibi konu aramam ama kapımdan içeri giren konuyu iyi ağırlamaya çalışırım.

Özelikle şiir yazmak isteğiyle, o ruh atmosferini yakalamadan masa başına oturmuşsam şiir yerine işporta malı üretip masadan başarısızlıkla kalkmışımdır. Kısa bir süre sonra da o ürünü imha etmişimdir. 

En çok hangi yazarları okudunuz? Hangisinin etkisinde kaldınız?
Yaklaşık 25 yıldır okurum. Işığı bizim kültür coğrafyamıza vuran başat isimlerin en az birer kitabını okuduğumu düşünüyorum. Fuzuli’nin dediği gibi ilimsiz şiiri, temelsiz duvar gibi değersiz buluyorum. Kültürel arka planı olmayan şairliği tohum atılmayan bir tarladan ürün beklemek olarak görüyorum. Onun için “okumayı” hayatımın vazgeçilmezleri arasında sayıyorum. Diğer alanları bir tarafa bırakıp sorunuzu şiir ve roman ekseninde ele alırsak, okuduğum yerli şiir sayısı tercüme şiir sayısından, yabancı roman sayısı da yerli roman sayısından çok çok fazladır.

İlk şiirlerimde Necip Fazıl, Faruk Nafiz ve Sezai Karakoç’un tesirinde kaldığımı düşünüyorum.

İlk şiirlerinizle şimdikiler arasında ne gibi bir ayrılık görüyorsunuz; edebiyat anlayışınız zamanla ne gibi değişikliklere uğradı?
1987’de “İnsan Boşluğu” adlı kitabın yayımlanması şiirim için bir dönüm noktası oldu. Sıçrama yapabilmek için şiiri daha kapsamlı şekilde ele almaya başladım. Şiirimin arka bahçesini oluşturan kültürel zenginlik adına şiir dışı alanlarda da bolca okudum. Dil, tarih, coğrafya, din, sosyoloji hatta mitoloji konularında kendimi geliştirdim. Batı resim sanatı ve onun izdüşümü olan doğu sanatları üzerine yoğunlaştım. Atasözleri, deyimler, türküler ve şarkılar üzerinde itinalı bir şekilde durdum.

Bu süreçle oluşan ufuk genişlemesi, kelime zenginliği, konu çeşitliliği tabii olarak daha donanımlı ve kaliteli ürünler doğmasına yol açtı.

Yani emek verdim şiire. Edgar Allan Poe diyor ya “Şiirin yüzde biri ilham gerisi çalışmaktır” diye. Eski şiirim ile yeni arasındaki fark budur. 

Edebiyatımızın gelişimi için neleri gerekli görüyorsunuz?
Edebiyatçının hammaddesi kelimedir. Sözlüklerimizdeki kelime sayısı ne kadarsa hammaddemiz o kadar demektir. Gelişmiş batı dillerinde 300 bin kelimelik sözlüklerden söz edilirken, bizde bu sayı 60–70 binde kalmaktadır. Bu nedenle öncelikle değişik lehçeler taranarak ortak ve kapsamlı bir Türkçe sözlük hazırlanabilir.

Atasözlerimizin, deyimlerimizin kullanımına özel önem verilebilir. Kendi klasiklerimizin öğrenilmesi sağlanabilir. Yani, dikey ve yatay anlamda bize ait ne varsa topluma öğretilmelidir. Bu başarılınca şair, bu toplumsal seviyenin üzerine çıkmaya gayret edecek ve daha iyiye, evrensele yönelecektir. 

Sizin kuşağınızın şiir kuramı oluştu mu? Yoksa oluşma aşamasında mı? Eğer bu kavram ve kuram oluştuysa hangi öğeleri içeriyor?
Eskiden aynı sanat ilkelerinde buluşanların oluşturduğu fecri ati, garipçiler, hisarcılar gibi topluluklar vardı. Bu şairler sahip oldukları yayın organlarında ortak şiir anlayışlarını dile getiriyorlardı. İkinci yenicilerle birlikte o devir kapandı. Yeni dönemde her şair kendi bireysel seyrini sürdürüyor. Poetika üzerine kafa yoranların söyledikleri de yalnızca kendisini bağlıyor. Şu da var ki, kırkayağa “nasıl yürüyorsun” diye sormuşlar; düşünmüş taşınmış, yürümeyi unutmuş. İnsiyaki bir şekilde şiir yazan birinden onun felsefesini izah etmesini istemek, kırkayağın başına gelen sonucu doğurabilir. Zira, şiir kuramı sunabilmek için onun kuvvetli bir arka bahçesine sahip olmak gerekir. Teorilerimiz genelde eylemlerimizden yana tavır koyar. Bu ilke ışığında söylüyorum ki bana göre şiir, eskiyi bilerek ama ona takılıp kalmadan yeniyi arzulayarak, konuyu özgün bir dille ve lirik bir üslupla ifade etme sanatıdır. Bir arı ne kadar çok çiçekten beslenirse balı o kadar güzel olur. Şair de ne kadar zengin bir birikime sahip olursa, şiirinin o oranda kaliteli olma şansı vardır.

Peki, sizce bir sevdayı en iyi anlatan şiir yazıldı mı?
Bir şair der ki “Aşkın bir yolu vardır / Her yaşta başka türlü geçilen.” Eğer bir kişi bile her yaşta aşkın yolundan başka türlü geçiyorsa, farklı insanların sevdalarını birbiriyle kıyaslayıp hangisini anlatan şiir daha güzel diye bir soruya herkesin ikna olacağı cevap vermek imkânsız… Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin’in aşklarını da birbiriyle mukayese etmek veya bunlar üzerine yazılan şiirleri kıyaslamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. 

Şair kime denir, kimdir şair?
Şair içinde yaşadığı toplumun kültürel değerleriyle beslenen ve beslendiğini hisseden, ondan aldığını farklı ve estetik kılarak ona iade edebilen bir aydındır. 

Şiirin toplumsal işlevi üzerine ne düşünürsünüz?
Şiir diraje sözdür. Sözün şifresidir. Bu itibarla duyguların en konsantre şekilde ifade edilmesini sağlar. Dilin gelişimini temin eder. Toplumsal anlamda ve duygusal bağlamda iletişim aracıdır. Daha iyiye ve daha güzele uzatılmış bir zeytin dalıdır.

Şair aynı zamanda hayat adamıdır? Hayatı yakından tanır, insanların nabzını en doğru şekilde ölçer ve kimi şairler birikimini romanlara döker. Hiç roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Lisede öykü yazarken ileride roman yazmayı düşünüyordum. Ancak her işi yarım yamalak yapmaktansa, bir işi en iyi şekilde yapmanın daha doğru olacağına inandığım için, diğer alanları bırakıp şiire yöneldim. Bu nedenle roman yazmayı düşünmüyorum.

Şiirde de yalnız benim okuduğum 100 şiirin şairi olmaktansa, 100 kişinin beğendiği bir şiirin şairi olmayı tercih ediyorum. O nedenle az yazıyorum. 

Genç şair adaylarına neler önerirsiniz?
Öneride bulunmak mevkiinde görmüyorum kendimi. Ama bu işin heyecanını duyan biri olarak diyebilirim ki, ne yazarsak yazalım yanı başımızda mutlaka iyi bir Türkçe sözlük bulunmalı. Bolca okumalı ve iyi bir gözlemci olmalıyız. Yazdığımız anın heyecanı dindikten sonra onu gözden geçirmeliyiz. Şiirimizi yayınlamadan önce birikimine itibar ettiğimiz kişilerin eleştirisine sunmalıyız.

Sizce nasıl bir şiirdir yaşamak?
Müsveddesi olmayan bir şiirdir yaşamak.
 

(*) Yener Ekinci tarafından yapılan bu röportaj 27.06.2006 günü Adana-Zirve Gazetesinde yayınlanmıştır.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Genetik Kodlarımız / Mehmet Taştan

Dinin sosyal hayatta görünür hale gelmesinden rahatsızlık duyanların, yıllardan beri dillerinden düşürmedikleri bir söz vardır: "Türkiye İranlaşıyor."

Gerçekten Türkiye İranlaşabilir mi? Bu önermenin ister karşısında olun ister yanında, sonuç değişmez. Türkiye'nin İranlaşması da yönünü doğuya dönmesi de mümkün değildir. Çünkü, milletlerin, tenasül yoluyla nesilden nesle aktardıkları genetik kodlarında yalnız biyolojik şifreler yoktur, bilgi ve ezber de vardır. Türklerin genetik kodlarından gelen o ezber de yüzünü doğuya dönmek yoktur. Tıpkı, denize girmek, yüzmeyi bilmek, balık yemek olmadığı gibi… Su da çırpınmayı yüzme saymazsak tabii…

Tesadüfle izahı mümkün olmayan bir gerçektir ki, iki bin yıllık tarih boyunca Türklerin kurduğu her yeni devlet hep bir öncekinin batısında hayat bulmuştur. Göçler ve akınlar da hep doğudan batıya doğru olmuştur. Doğu nostaljidir, batı gelecek… Tarih sırasına göre birbirini takip eden Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar doğudan batıya doğru uzanan bir silsile halinde dizilmişlerdir eski kıtaya. Selçuklunun eserleriyle ihya ettiği Anadolu'yu, Osmanlının ihmal ettiği iddiasının cevabı da işte tam burada yatar. Çünkü o devletler yolculuk seyirleri gibi, eserlerin çoğunu da hâkim oldukları coğrafyanın batısına inşa etmişlerdir. Selçuklu, eserleriyle kendi egemenlik sahasının batısı olan Anadolu'yu ihya atarken, aynı ufukla beslenen Osmanlı da imar ve inşa konusunda Balkanlara ağırlık vermiştir. Eğer o seyir devam edebilseydi geç dönem Türk eserlerini de Balkanlarda değil, bu günkü Almanya topraklarında görmemiz mümkün olurdu kanaatimce. Nitekim senelerdir ileri sürülen, ülkemizin doğusunun ihmal edilip, batıya daha çok önem verildiği iddiası, bu tahmini doğrular niteliktedir.

Batıya akma, sadece bir coğrafya değiştirme meselesi de değildir elbet... Siyasî anlayıştan düşünce yapısına, sanat zevkinden duygu dünyasına kadar çok yaygın bir nüfuz alanına sahiptir. Örneğin, 19. yüzyılda köleliğin kaldırılması (1847), bir kısım kanunların batıdan tercüme edilerek uygulanmaya başlanması (1850), yasa önünde eşitlik (1856), nizamiye (laik) mahkemelerinin kurulması (1864), meclis-i mebusanın açılması (1876) şeklindeki adımlar, batıya seyrin yoğunluğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Aynı dönemdeki düşünce adamlarının büyük bir kısmı da Fransız Devriminden etkilenmiştir. Batının, edebiyat, resim ve mimariye etkisini o döneme ait eserlerin büyük bir kısmında görmek mümkündür. Hatta bir imam işi abartıp şöyle demiştir: “Paris'e git hey efendi aklın fikrin var ise /Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris'e.”

Gönül dünyasındaki etkileşim ise çok daha eskidir. Öyle ki, 452'de Roma kapılarına dayanan Atilla'nın gönlünü süsleyen kız Roma Prensesi Honario'dan başkası değildir. Ondan 1001 yıl sonra İstanbul'u fetheden Fatih de "gamzesiyle öldürüp, dudağıyla can veren sevgilinin bir Hristiyan kızı" olduğundan söz eder mısralarında... Her iki sevgili de batılı… Arap ya da Fars kızı değil…

Başkentler, hep batıya yakın şehirler arasından seçilmiştir. Ülkenin doğusunda kaldığı için, yüzyıllar boyunca hizmetkârı olduğumuz Mekke, Medine ya da Kudüs'ün başkent yapılması hiç düşünülmemiştir. Bu tercihin, o beldelerin kutsallığına gösterilen özenden, harem bölgesine gayrimüslimlerin giremeyecek olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak Emevîlerin merkezi Şam’ın veya Abbasîlerin merkezi Bağdat’ın da başkent yapılmadığı gözetildiğinde, sebebin bu olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu şehirler, batının çok uzağındadır ve gayrimüslimlerden alınmamıştır. 

Bu nedenle batının sembolik değeri yüksek şehirleri daima cezbedici gelmiştir bize. Anadolu Selçuklu Devletinin tarih sahnesine çıkar çıkmaz başkent ilan ettiği İznik, kilise önderlerinin toplanarak (MS.325) geçerli İncil sayısını dörde indirdikleri ve Hristiyanlığın temel kaynaklarını belirledikleri yerdir. Bu kadim şehir, bir süre de Osmanlı’ya başkentlik yapmıştır. Osmanlının fethettiği gün başkent yaptığı İstanbul ise Ortodoksların merkezidir. Öyle görünüyor ki fetihler aynı hızla devam edilebilseydi İstanbul'dan sonraki başşehirlerimiz sırasıyla Viyana ve Roma olurdu. Doğumuzda kalan şehirler değil.

Üstelik batıya yönelme sadece devlet aklıyla icra edilen bir faaliyet de değildir. Fertler de aynı istikamet üzere yol almışlardır. Mevlâna’nın hayatında idrak edebildiği ilk şey göçtür. Maveraünnehir’den Konya'ya kadar süren dokuz yıllık yolculuk yani... Onu aşkla yoğurup değiştirecek olan Şems de yine doğudan batıya doğru seyreden bir göçle varmıştır Konya'ya... Ve bir daha geldikleri coğrafyaya dönmeyip, hicret ettikleri beldede çekim merkezi olmuşlardır. Onlardan sekiz asır sonra Avrupa'ya işçi olarak gidenlerin ikinci nesilde bulundukları yerde yerleşik hale gelmesi de aynı ezberin bir devamı...

Dini, siyasal sistem olarak hayata taşımak isteyenlerin, bir ceza soruşturmasına maruz kaldıklarında, göreceli dahi olsa şeriat hükümlerini uygulayan İslam ülkeleri yerine küfür düzeni olarak niteledikleri batı ülkelerine sığınmaları işin vardığı trajikomik boyutu göstermektedir. 

Ülke içinde bile, doğu illerinden göç edip İzmir'e, Bursa'ya, İstanbul'a yerleşip kalmış on binlerce aile bulabilirsiniz de o şehirlerden ülkenin doğusuna kendi isteğiyle göç etmiş kimseler göremezsiniz. Şehirlerimiz bile hep batıya kayar. Kentlerimizin batısındaki evleri, doğu mahallelerindeki evlerinden kat be kat pahalıdır. İlginç bir örnektir: Adana'da, baraja batıdan bakan evler, doğudan bakan evlerden sekiz on kat daha pahalıdır. 

Bakî'ye, “Zinhar eline âyine vermen o kâfirin / Zira görünce suretini putperest olur” mısralarını yazdıran sevgili gibidir batı... Zalim ama çekici... Narsist ama etkileyici...

Tabii ki, "Türklerin bin yıldır yaşadığı Anadolu'da İslam’dan başka tarihi yoktur." Müslümanlığı din olarak seçtiği günden beri, doğan çocuğunun kulağına ezan okuyarak isim veren, ölüsünü, sağ omzu üzerine ve yüzü kıbleye gelecek şekilde defneden bu milleti, bu topraklardan söküp atmadıkça bu gerçeği değiştirmek de mümkün değildir. Bin yıl süreceği iddia olunan 28 Şubat’ın on yılda tasfiye olması bunun en canlı şahidi… Bazı zamanlar dinle arasına engel konsa da bu ülke insanı, fırsatını bulduğunda onu yaşama konusunda daima istekli ve kararlı davranmıştır ama bu hakikat, genetik kodlarında var olan batıya dönük olma ezberini de hiçbir zaman bozmamıştır.

İki bin yıllık bu seyir, Atatürk’ün en büyük eserim dediği cumhuriyetle birlikte nitelik değiştirmiş ve hayatın her alanına nüfuz eden kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Yüzyıllık süreç içinde yaşanan bütün tarihsel olaylar karşısında, nasıl büyük bir vizyonun eseri olduğunu ispatlayan cumhuriyetimiz, yalnız sevdalılarını değil, muhaliflerinin zihin dünyasını da biçimlendirme başarısıyla bayrağı dördüncü nesle devretmenin eşiğine gelmiştir. O neslin zihin dünyası, bütün aydınlık ufuklardan beslenme ve herkesin inancına saygılı olma düsturuyla şekillenmektedir.

Bu tabloyu görmeden dillendirilen "Türkiye İranlaşıyor" sözü, dini vicdanlara hapsetmek için üretilmiş bir öcü değilse eğer gereksiz bir endişedir.