14 Ocak 2012 Cumartesi

Genetik Kodlarımız / Mehmet Taştan

Dinin sosyal hayatta görünür hale gelmesinden rahatsızlık duyanların, yıllardan beri dillerinden düşürmedikleri bir söz vardır: "Türkiye İranlaşıyor."

Gerçekten Türkiye İranlaşabilir mi? Bu önermenin ister karşısında olun ister yanında, sonuç değişmez. Türkiye'nin İranlaşması da yönünü doğuya dönmesi de mümkün değildir. Çünkü, milletlerin, tenasül yoluyla nesilden nesle aktardıkları genetik kodlarında yalnız biyolojik şifreler yoktur, bilgi ve ezber de vardır. Türklerin genetik kodlarından gelen o ezber de yüzünü doğuya dönmek yoktur. Tıpkı, denize girmek, yüzmeyi bilmek, balık yemek olmadığı gibi… Su da çırpınmayı yüzme saymazsak tabii…

Tesadüfle izahı mümkün olmayan bir gerçektir ki, iki bin yıllık tarih boyunca Türklerin kurduğu her yeni devlet hep bir öncekinin batısında hayat bulmuştur. Göçler ve akınlar da hep doğudan batıya doğru olmuştur. Doğu nostaljidir, batı gelecek… Tarih sırasına göre birbirini takip eden Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar doğudan batıya doğru uzanan bir silsile halinde dizilmişlerdir eski kıtaya. Selçuklunun eserleriyle ihya ettiği Anadolu'yu, Osmanlının ihmal ettiği iddiasının cevabı da işte tam burada yatar. Çünkü o devletler yolculuk seyirleri gibi, eserlerin çoğunu da hâkim oldukları coğrafyanın batısına inşa etmişlerdir. Selçuklu, eserleriyle kendi egemenlik sahasının batısı olan Anadolu'yu ihya atarken, aynı ufukla beslenen Osmanlı da imar ve inşa konusunda Balkanlara ağırlık vermiştir. Eğer o seyir devam edebilseydi geç dönem Türk eserlerini de Balkanlarda değil, bu günkü Almanya topraklarında görmemiz mümkün olurdu kanaatimce. Nitekim senelerdir ileri sürülen, ülkemizin doğusunun ihmal edilip, batıya daha çok önem verildiği iddiası, bu tahmini doğrular niteliktedir.

Batıya akma, sadece bir coğrafya değiştirme meselesi de değildir elbet... Siyasî anlayıştan düşünce yapısına, sanat zevkinden duygu dünyasına kadar çok yaygın bir nüfuz alanına sahiptir. Örneğin, 19. yüzyılda köleliğin kaldırılması (1847), bir kısım kanunların batıdan tercüme edilerek uygulanmaya başlanması (1850), yasa önünde eşitlik (1856), nizamiye (laik) mahkemelerinin kurulması (1864), meclis-i mebusanın açılması (1876) şeklindeki adımlar, batıya seyrin yoğunluğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Aynı dönemdeki düşünce adamlarının büyük bir kısmı da Fransız Devriminden etkilenmiştir. Batının, edebiyat, resim ve mimariye etkisini o döneme ait eserlerin büyük bir kısmında görmek mümkündür. Hatta bir imam işi abartıp şöyle demiştir: “Paris'e git hey efendi aklın fikrin var ise /Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris'e.”

Gönül dünyasındaki etkileşim ise çok daha eskidir. Öyle ki, 452'de Roma kapılarına dayanan Atilla'nın gönlünü süsleyen kız Roma Prensesi Honario'dan başkası değildir. Ondan 1001 yıl sonra İstanbul'u fetheden Fatih de "gamzesiyle öldürüp, dudağıyla can veren sevgilinin bir Hristiyan kızı" olduğundan söz eder mısralarında... Her iki sevgili de batılı… Arap ya da Fars kızı değil…

Başkentler, hep batıya yakın şehirler arasından seçilmiştir. Ülkenin doğusunda kaldığı için, yüzyıllar boyunca hizmetkârı olduğumuz Mekke, Medine ya da Kudüs'ün başkent yapılması hiç düşünülmemiştir. Bu tercihin, o beldelerin kutsallığına gösterilen özenden, harem bölgesine gayrimüslimlerin giremeyecek olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak Emevîlerin merkezi Şam’ın veya Abbasîlerin merkezi Bağdat’ın da başkent yapılmadığı gözetildiğinde, sebebin bu olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu şehirler, batının çok uzağındadır ve gayrimüslimlerden alınmamıştır. 

Bu nedenle batının sembolik değeri yüksek şehirleri daima cezbedici gelmiştir bize. Anadolu Selçuklu Devletinin tarih sahnesine çıkar çıkmaz başkent ilan ettiği İznik, kilise önderlerinin toplanarak (MS.325) geçerli İncil sayısını dörde indirdikleri ve Hristiyanlığın temel kaynaklarını belirledikleri yerdir. Bu kadim şehir, bir süre de Osmanlı’ya başkentlik yapmıştır. Osmanlının fethettiği gün başkent yaptığı İstanbul ise Ortodoksların merkezidir. Öyle görünüyor ki fetihler aynı hızla devam edilebilseydi İstanbul'dan sonraki başşehirlerimiz sırasıyla Viyana ve Roma olurdu. Doğumuzda kalan şehirler değil.

Üstelik batıya yönelme sadece devlet aklıyla icra edilen bir faaliyet de değildir. Fertler de aynı istikamet üzere yol almışlardır. Mevlâna’nın hayatında idrak edebildiği ilk şey göçtür. Maveraünnehir’den Konya'ya kadar süren dokuz yıllık yolculuk yani... Onu aşkla yoğurup değiştirecek olan Şems de yine doğudan batıya doğru seyreden bir göçle varmıştır Konya'ya... Ve bir daha geldikleri coğrafyaya dönmeyip, hicret ettikleri beldede çekim merkezi olmuşlardır. Onlardan sekiz asır sonra Avrupa'ya işçi olarak gidenlerin ikinci nesilde bulundukları yerde yerleşik hale gelmesi de aynı ezberin bir devamı...

Dini, siyasal sistem olarak hayata taşımak isteyenlerin, bir ceza soruşturmasına maruz kaldıklarında, göreceli dahi olsa şeriat hükümlerini uygulayan İslam ülkeleri yerine küfür düzeni olarak niteledikleri batı ülkelerine sığınmaları işin vardığı trajikomik boyutu göstermektedir. 

Ülke içinde bile, doğu illerinden göç edip İzmir'e, Bursa'ya, İstanbul'a yerleşip kalmış on binlerce aile bulabilirsiniz de o şehirlerden ülkenin doğusuna kendi isteğiyle göç etmiş kimseler göremezsiniz. Şehirlerimiz bile hep batıya kayar. Kentlerimizin batısındaki evleri, doğu mahallelerindeki evlerinden kat be kat pahalıdır. İlginç bir örnektir: Adana'da, baraja batıdan bakan evler, doğudan bakan evlerden sekiz on kat daha pahalıdır. 

Bakî'ye, “Zinhar eline âyine vermen o kâfirin / Zira görünce suretini putperest olur” mısralarını yazdıran sevgili gibidir batı... Zalim ama çekici... Narsist ama etkileyici...

Tabii ki, "Türklerin bin yıldır yaşadığı Anadolu'da İslam’dan başka tarihi yoktur." Müslümanlığı din olarak seçtiği günden beri, doğan çocuğunun kulağına ezan okuyarak isim veren, ölüsünü, sağ omzu üzerine ve yüzü kıbleye gelecek şekilde defneden bu milleti, bu topraklardan söküp atmadıkça bu gerçeği değiştirmek de mümkün değildir. Bin yıl süreceği iddia olunan 28 Şubat’ın on yılda tasfiye olması bunun en canlı şahidi… Bazı zamanlar dinle arasına engel konsa da bu ülke insanı, fırsatını bulduğunda onu yaşama konusunda daima istekli ve kararlı davranmıştır ama bu hakikat, genetik kodlarında var olan batıya dönük olma ezberini de hiçbir zaman bozmamıştır.

İki bin yıllık bu seyir, Atatürk’ün en büyük eserim dediği cumhuriyetle birlikte nitelik değiştirmiş ve hayatın her alanına nüfuz eden kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Yüzyıllık süreç içinde yaşanan bütün tarihsel olaylar karşısında, nasıl büyük bir vizyonun eseri olduğunu ispatlayan cumhuriyetimiz, yalnız sevdalılarını değil, muhaliflerinin zihin dünyasını da biçimlendirme başarısıyla bayrağı dördüncü nesle devretmenin eşiğine gelmiştir. O neslin zihin dünyası, bütün aydınlık ufuklardan beslenme ve herkesin inancına saygılı olma düsturuyla şekillenmektedir.

Bu tabloyu görmeden dillendirilen "Türkiye İranlaşıyor" sözü, dini vicdanlara hapsetmek için üretilmiş bir öcü değilse eğer gereksiz bir endişedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder