1996'nın yaz aylarıydı. Ülkenin bir bölgesinde terörün tavan yaptığı günlerdi. "Gece
falan karakol basıldı: 30 asker şehit oldu. Filan köy basıldı: 33 masum
vatandaşımız katledildi… Şu yol kesildi: 33 er şehit… Bu yol kesildi: 15 sivil
kaçırıldı" şeklindeki haberler, gazete ve televizyonların demirbaşı
olmuştu adeta… Ve bütün bu haberler, -öncekilerin hiçbirinden olumlu bir sonuç
çıkmadığı için- inandırıcılığını kaybetmiş olan şu matbu cümleyle biterdi: Gece
karanlığından yararlanarak kaçan teröristleri yakalamak için bölgede geniş
çaplı operasyonlar başlatıldı. O operasyonlardan bir daha da ses çıkmazdı
zaten. Giden, gitmiş olurdu. Hepsi o
kadar...
İşte o dönemde ben de Tunceli'de görev yapıyordum. Ancak
olayın geçtiği gün, yıllık izin nedeniyle Erzurum'da bulunuyordum ve ertesi sabah görev yerine dönecektim. Her izin dönüşünde olduğu gibi rahmetli annemin ve
babamın beti benzi atmıştı yine. Bir sonraki sefere beni mi, yoksa bayrağa
sarılı tabutu mu kucaklayacaklarını bilemiyorlardı. Bu korku, o iki yaşlı
bedeni, gözle görülür bir şekilde çökertiyordu. Dönüş saatine doğru annem
kendini tutamıyor, "seni ben doğurmadım mı, göndermiyorum işte"
diye tutturuyor; gözyaşlarına boğuluyordu. Babam olayı biraz daha geriden
izliyor; metanetini korumaya çalışıyordu. Ve bütün hücrelerine nüfuz eden bir
imanla, kulaklarımdan hiç gitmeyen şu sözü söylüyordu: “Üzülme, bırak
gitsin. Saklayan Allah saklar.”
İşte
böyle bir atmosferde akşamüzeri dışarı çıkan babam kısa bir süre sonra eve
döndü. Huzursuzdu… Bir şey söyleyecekti ama belli ki annemin duymasını
istemiyordu. Birlikte bir odaya geçtik. "Bugün de Tunceli'de bayrak
trenine saldırmışlar, yedi asker şehit olmuş" dedi. Haber fena halde
canımı sıkmıştı ama önce onun kafasındaki kara bulutları dağıtmam gerekiyordu.
Soğukkanlı bir şekilde, "haberde bir yanlışlık var baba, Tunceli'de
tren yok ki" dedim. Hiç itiraz etmedi. Ferahlar gibi oldu.
"Öyle duydum ama inşallah yalandır" demekle yetindi sadece.
Takvimlerin 30 Haziranı gösterdiği o akşam, "rahat
sohbet edebilmek" bahanesiyle televizyondan uzak dursak da telefonu
kullanmadan edemedim... Evet, maalesef haber doğruydu … Canlı bomba olarak
kullanılan kadın terörist, bayrak töreni kıtasının ortasına atlamış ve yedi askerimiz şehit olmuş, yirmi dokuz askerimiz yaralanmıştı. Bizim ki, o üzüntü ve panikle töreni, tren olarak anladığı
için bana da öyle aktarmıştı. Bu da gayet normaldi.
Aynı dili mi konuşuyoruz?
Tam da
babamın dediği gibi oldu. Saklayan Allah sakladı. Bu günlere kadar geldim. Şimdi
düşünüyordum da büyük bir kısmı aramızdan ayrılmış olan o insanlar hayatımıza
hâkim olan bu günkü dili duysalar bizi ne kadar anlarlardı acaba? Ya da bizim anadil dediğimiz Türkçeyle, annelerimizin dili ne kadar benziyor birbirine?
Onların
bindikleri trenler “tehir” yapardı;
bizimkiler “rötar” yapıyor ne
hikmetse… Onlar minibüsten “müsait”
bir yerde inmeyi isterlerdi; biz “uygun”
bir yerde… Onların bakkalları, kahvehaneleri, lokantaları vardı; bizim
avmlerimiz, kafelerimiz, restoranlarımız… Onlar hayat mücadelesini, zor şartlar
altında ve kıt imkânlarla devam ettirmişlerdi. Biz yaşam savaşını, konforlu
koşullarda ve modern olanaklarla sürdürüyoruz. Onlar için dünya bir imtihan
yeriydi; bizim için bir sınav merkezi…
Onlar
yeni kabul edilmiş bir alfabeyi, yazıldığı gibi okumaya çalışmışlardı. Biz ilk
günden öğrendiğimiz o alfabeyi unutma gayretindeyiz. Çünkü onların hayatlarında
olmayan yığınlarca yabancı marka ya da firma adıyla kuşatılmış durumdayız. Üstelik o yabancı adların hiçbiri okunduğu gibi yazılmıyor. Yazıldığı gibi okuyanlara
da müstehzi bir tonla bakmadan edemiyoruz.
Onların
hastalıkları da bizimkinden başkaydı…
Onlar sara ya da verem olurlardı mesela… Biz epilepsi veya tüberküloz
oluyoruz… Onlar nisaiye, bevliye mütehassıslarına muayene olurlardı; biz
jinekologlara, ürologlara…
Onlar
Adliyeye maznun veya şahit olarak çağrılırlardı; biz sanık veya tanık olarak…
Farklı bir dilleri vardı adliyelerinin… Davadan feragat eder, sulh ya da
müdahil olurlardı … Biz davadan vazgeçiyoruz, uzlaşıyoruz ya da katılan
oluyoruz.
Onlar,
interneti hiç tanımamışlardı ya da uzaktan izlemişlerdi; bizse büyük bir sanal dünya
kurmuş durumdayız. Ve onların hiç bilmediği bir dille konuşuyoruz şimdi. Hem
mekanik hem de içerik anlamında Türkçenin ağır yaralar aldığı internet diliyle
yani…
Türkçenin yeni sınavı
Türkçenin yeni sınavı
Yakın
geçmişteki yapısından hayli uzaklaşmış olan Türkçe şimdi de ticaret ve
internet dili başta olmak üzere, bir bütün halde kendi genetiğinin bozulma
tehlikesiyle karşı karşıya…
Söylemek gerekir ki, bu durum Türkçenin başka dillerle olan ilk sınavı
değildir. Yüzyıllar
boyunca Arapça ve Farsçayla girdiği etkileşim sonucunda tanıştığı on binlerce
kelimeden bir kısmını işleyerek kendi öz malı yapmış; terkipler başta olmak üzere bünyesine uymayan sözleri, istisnalar dışında hafızasına
almamıştır. Avamın gösterdiği bu duyarlılığı havasın yazı dilinde gösterdiğini
söylemekse mümkün değildir. Halktan kopuk üst düzey bir dilin doğmasına yol açan bu durum, Türkçeyi olumsuz şekilde etkilemiş; bir
bilim ve sanat dili olarak gelişip yaygınlaşmasını engellemiştir. Sadeleştirme
hareketlerinin ardından gelen öztürkçecilik ise dilde kısırlaşmanın başlangıcı
olmuştur. Türkçeyi, yabancı kelimelerden arındırma adına yapılan bu çalışmalar sırasında zorlamalara gidilmiş; yüzyıllar boyunca işlenerek halkın diline yerleşmiş
binlerce kelimenin tasfiyesi suretiyle, dilin tabi’ akışına ciddi şekilde zarar verilmiştir.
Oysaki tasfiye edilmek istenen o kelimeler, asırlar boyunca dilimizde ıslanıp Türkçe ahenk kazanmış; deyimlerle, türkülerle nesilden
nesle geçip, öz malımız olmuştur. Yalnızca bir meramı dile getirme aracı
değil, genlerimize işleyen bir inancın, bir fikrin, bir hissiyatın velhasıl hayatı algılama biçiminin dört başı mamur ifadesi olmuştur. Onun için, o
kelimelere karşı çıkmak, defnettiğimiz babamızın mezar yerini unutmak değil,
eve dönüp onun bıraktığı mirasın tamamını birden haraç mezat satmak olur.
Öyledir, çünkü kültürün biricik hafızası dildir. Dilini kaybetmiş bir milletin
hafızası, hafızasını kaybetmiş bir milletin kültürü, kültürünü kaybetmiş bir
milletin şuuru olamaz.
Kuşkusuz, dil
canlı bir varlıktır. Hiçbir canlı varlığın, doğumdan ölüme kadar yorgun hücrelerini
yenileriyle değiştirmeden yaşamasının mümkün olmadığı gibi, dilin yapı taşları
olan kelimeleri de belli bir dönemdeki sözlükle sınırlandırmak mümkün
değildir. Toplumsal gelişmeler, bilimsel
ilerlemeler yeni kelimelere her zaman ihtiyaç gösterir. Eskiden beri var olan
bir kısım kelimelerse zaman içerisinde değerini kaybedebilir, anlamsızlaşabilir
ya da anlam kaymasına uğrayabilir. Böylesi durumlarda dilin yeni kelimeler
üreterek o boşlukları doldurması kaçınılmazdır. Bu manada, dil kurallarına ve
ahengine uygun şekilde üretilen yeni kelimelerin, Türkçenin zenginleşmesine katkı
sağladığı muhakkaktır. Ancak nasıl ki, yontularak, işlenerek, mimari bir yapıya
yerleştirilmiş taşlar kendiliğinden eriyip, dökülmeden zorla sökülerek atılmazsa, işlenerek
dil binamıza yerleştirilmiş kelimeler de çürümeden, dökülmeden zorla tasfiye
edilmemelidir. Tıpkı bunun gibi ihtiyaç nedeniyle üretilecek kelimeler de bir
medeniyeti ifade eden dil şehrinin genel dokusuna uygun olmalıdır.
Kötü
niyetli bir kısım insanların dilimizi doğu kökenli yabancı kelimelerden
kurtarma adı altında oluşturdukları bu sakil duruma, şimdi bir de batıdan
aldığımız kelimeler eklenmiş bulunmaktadır. Elbette ki, medeniyetlerin etkileşim
süresinde, bir dilin başka dillerden kelime alması da tabiidir… Zira kurdu kurt yapan hazmedilmiş kuzu etidir. Ancak hiçbir kurdun karnındaki
kuzu seslerini duymadığımız gibi başka dillerden aldığımız kelimeler de
cümlelerimizin arasında protez gibi durmamalıdır. İçselleştirdiğimiz doğu
kökenli kelimelere yaptığımız gibi batıdan aldıklarımızı da, ya Türkçenin
melodisine ve mimarisine uygun hale getirmeli ya da yerlerine Türkçe
karşılıkları konulmalıdır.
Zira dilimizin bütün genleri birbiriyle uyumlu,
yüzbinlerce hücreden oluşan sağlıklı bir vücuda kavuşması ancak bu yolla
mümkündür.
Dildeki bu yaranın tedavisi oradan geçer.


Sayın savcım; gerçekten bir uzman diliyle Türkçenin elimizden kayıp gidişini ifade etmişsiniz. Dilinize sağlık.
YanıtlaSil