1 Aralık 2024 Pazar

Satrancın Karanlıkla Yarışı / Mehmet Taştan

15 asır önce, Hint topraklarında hüküm süren genç mihrace Belhet, birbiri ardınca savaşlar kazanıyor, şanına şan katıp, iktidar tacını parlatıyordu. Öylesine hızlı büyüyordu ki, zaferleri yalnız rakiplerinin değil, genç mihracenin de başını döndürüyordu. 

Tecessüsün doruk çağında olmanın verdiği tecrübesizlikle, zaferlerinden söz ederken yalnızca “ben” diyor; savaşlarda hayatlarını kaybeden ya da yaralanan binlerce askere karşı göstermesi gereken vefa borcunu unutuyordu. Bu durum askerde derin bir hoşnutsuzluğa, halkta infiale yol açıyordu.

     Brahman Sissa, “eşref saati” olduğunu sandığı bir vakitte huzura çıktı:

 — Mihracem, siz büyük bir lidersiniz ama hiçbir savaş askersiz  kazanılamaz. Zaferlerinizden söz ederken, onları da hatırlayın. Hatırlayın ki, yalnız ülkelerin değil, gönüllerin de mihracesi olasınız, dedi.

    Belhet’in cevabı müstebitçe oldu:
    — Atın bunu zindana!”

    Ve atıldı. 

Beyin, kafatası hapsinde düşünür. Sissa’da öyle yaptı. Belhet’in karanlığında düşündü. Hayatta mat olmamak için aklını şaha kaldırdı ve satrancı buldu.

Zindanın kalın duvarlarını aşarak ülkeye yayılan satranç, yıllar sonra saraya girdi. Belhet’i de tesirine aldı. Karşılıklı birinci hamleden sonra 400, karşılıklı beşinci hamleden sonra 288 milyar kombinezon oluşturulabilen satranç, Mihrace’de vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. Satrancı icat edenin bulunarak huzuruna getirilmesini istedi.

   Brahman Sissa’yı karşısında gördüğünde şaşkınlığını gizleyemedi: 
    — Seni unutmuştum. Dile benden ne dilersen. 

    Artık iyice yaşlanmış ve dünyadan elini eteğini çekmiş olan Sissa, Mihrace’ye son bir ders vermek istedi:
    — Efendim, satranç tahtamın birinci karesine bir pirinç koyun, sonrakilere sırasıyla 2, 4, 8, 16 şeklinde, bir öncekinin iki katını koyarak satranç tahtamın 64 karesini pirinçle doldurun dedi.

    Belhet isteneni küçümsedi:
    — İstediğin, yaptığını ifsat etti.

    Neyse ki mihracenin imdadına maliyeden sorumlu vezir yetişti: 
    — Aman yapmayın Mihracem, dünyanın bütün pirinç depoları bir araya gelse, bu isteği karşılayamaz.

    Mihrace sayılara göz attığında Sissa’nın zekâsı karşısında dehşetle irkildi: 
    — İstediğin, yaptığından daha acayip” dedi ve Sissa’yı serbest bıraktı. 

    Sissa, bir akıl oyunuyla kurtulsa da ilk örneğine M.Ö. 17. yüzyılda Mısır’da, HzYusuf’un bir iftira yüzünden on iki yıl kaldığı yer olarak rastlanan zindanın karanlığı üç bin yıldan fazla sürdü. 

Güzelliğinin perdesinde tüm sırları saklayan ve dışarıya ışıklar saçan Themis’in, gözleri bağlı biçimde, elinde kılıcı ve terazisi ile insanlara mutlu ve mutsuz yaşama paylarını dağıttığına inanılan Antik Yunan’da da karanlığın tonu piramitler ülkesinden pek farklı değildi.

Ortaçağ Avrupa'sında ise, suçlulara, ölüm, işkence ve sürgün cezaları uygulanıyordu. Kilisenin, kapısından kovulup bacasından giren satranca izin verilmesiyle eş zamanlı olarak, bu yaptırımlara bir de zindan cezası eklendi. Kişinin sosyal statüsüne göre, şato ya da manastır mahzenlerinde çekilen bu ceza, bireyin toplumdan tamamen tecrit edilmesi ve akıbetinin belirsizleşmesi demekti. 

Doğudan yükselen güneşle Reform ve Rönesans yüzyılına uyanan batı, kilisenin etkisinden uzaklaşabildiği ölçüde mahkumların da insan olduğu gerçeğini hatırlayacaktı.

Birey için, golf sahasındaki küçük top gibi, otoritenin elindeki sopadan yediği darbeyle yuvarlandığı ve genellikle çürümeye terk edildiği çukur olan zindanın, süresi ve şartları belirlenmiş bir cezaevine dönüşmesi için,  Kalvinizm mezhebinin doğması gerekecekti. 

Çürüme ya da nihai kararı bekleme yeri olan zindan konusundaki ezber, bu mezhebin etkisiyle, 16.yüzyılda deniz seviyesi altındaki topraklar ülkesi olan Hollanda'da bozuldu. Kadın cezaevi, Amsterdam Spinnhaus’da yazılı “Korkma! Kötülüğe karşılık vermeyeceğim, aksine iyiye zorlayacağım. Ellerim serttir. Hissiyatım sevgi doludur” anlayışı, modern cezaevi sürecinde, taşın suda oluşturduğu ilk halka oldu.

Kuvvet mıknatıstır çeker, akıl da öyle... Hollanda’da zuhur eden bu rasyonel yaklaşım, satrancı “bilgeliğin ölçüsü” diye tanımlayan Goethe’nin ülkesinde hemen yankısını buldu. Almanya’da birbiri ardınca yeni cezaevleri kuruldu.

Bu olumlu hava dalgası yayılma eğilimi göstermişken, kum saati tersine döndü. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar, yaygın fakirlik, harpler sebebiyle başıboş kalan insanların işlediği suçlar, kıtalar arası göçler, ülkelerde meydana gelen sosyal ve siyasal çalkantılar, merkantilistlerin -ucuz iş gücü olarak gördükleri- mahkûmlar karşısında kabaran iştahı, Hollanda dışındaki Avrupa ülkelerinde cezaevi şartlarını 19. asrın başlarına kadar olumsuz şekilde ve ağır biçimde etkiledi. 

Bütün bu yaşananlar, zindan sözündeki o süngersi emicilikle, romancıların kaleminden bengisu içti.

Çok zaman sonra, aynı adla sinemaya da aktarılan, Alexandre Dumas’ın 1845’te yazdığı, Monte Kristo Kontu romanında, aklın sembolü satrançla, çürümenin sembolü If şatosu bir araya geldi. Sadece bilge kişinin adı Sissa yerine, Faria olmuştu bu kez… Tabii golfun ustası, aristokratlar da unutulmamıştı o romanda…

Ekmek hırsızlığı suçundan on dokuz yıl hapis yatan Jan Valjan’ın hayatının anlatıldığı Sefiller romanı yayınlandığında, Sen Nehri bir vaftiz havuzuna dönüşmüştü Fransa'da. 

Zindanla satrancın yüzleştirilmesi ise Stefan Zweig’e kaldı. 1942’de yayınlanan Satranç’ın roman kahramanı, genlerini Sissa’dan almış gibiydi. Gestapo tarafından hücreye kapatılan Dr. B, ele geçirdiği satranç kitabındaki bütün oyunları zihninden oynayarak kendisini çıldırmaktan kurtarıyordu.  

Bu romanları, Michel Foucault’ın, cezalandırmada tasfiyeden terbiyeye geçiş sürecini anlattığı Hapishanenin Doğuşu adlı kitabı takip etti. Eser, idam mahkûmu Damiens'ın, halkın gözü önünde paramparça edilmesiyle başlıyordu. 1757 Paris’inde yaşanan bu vahşet, Fransız devrimiyle gelen giyotinin niçin modern bir infaz yöntemi olarak görüldüğünü ve insan merkezli infaz sistemine varabilmek için ne kadar ağır bedeller ödendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. 

Osmanlı Devleti de batılılaşma hareketlerinin yoğun şekilde yaşandığı 19. yüzyılda makas değiştirdi ve Islahat Fermanıyla birlikte kurumsal anlamda hürriyeti bağlayıcı cezayla tanıştı. Tersane Zindanının yerini “Bekir Ağa Bölüğü” namıyla maruf Beyazıt Tevkifhanesi aldı. Ancak, sistemin, modernleşmesi ve yerleşik hale gelmesi, Cumhuriyet döneminde süreklilik arz eden çalışmalarla sağlanabildi. 

Mahkûmu, ıslah ve iyileştirilmede ilk adım, onun bir nesne değil özne olduğunun idrakiyle atıldı. Cezaevi algısı değişti. Mahkûmun kaderine terk edildiği “kodes” olmaktan çıkarıldı. Onun güvenli ve vasıflı bir şekilde barınacağı, sağlıklı yaşayacağı, hastalandığında tedavi olabileceği, eğitimini sürdürebileceği, meslek edinebileceği ve yeniden sosyal hayata hazırlanacağı ceza infaz kurumlarına dönüştü. Islah ve iyileştirmeyi temin için çeşitli iş kolları yanında, uzman kişilerin istihdam edildiği psiko-sosyal servisler kuruldu. Meslek edindirme kursları, eğlence programları, yarışmalar cezaevlerinin rutini haline geldi.

Kalite hareketi, koğuş sisteminden, oda sistemine geçişle başladı. Terör ve çete batağına saplanmış kenar kültürün çocuklarını, merkezin tahammül edilebilir bir eksenine oturtabilme çabasının ürünü olan, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarıyla ivme kazandı.

Satrancın okullara ders olarak girdiği iki binli yılların başında, cezaevlerinde tekli yönetim anlayışından vazgeçildi. İdari kararları mutat şekilde yargı denetimden geçen, uluslararası gözlem heyetlerinin ve izleme kurullarının ziyaretlerine açık, basının ve sivil toplum örgütlerinin sürekli gündemde tuttuğu kurumlar olarak taşındı günümüze.  

Rafine bir tercihle cezaevi bütün unsurlarıyla yenilenirken, şiirlerin, türkülerin dilinde eski günlerine takılı kaldı. Karanlık, zindan, pranga, kelepçe, zincir, demir parmaklık, gardiyan, bu mekânın beylik sözleri oldu daima.

Kimi içerden, “beni uzaklarda arama anne” diye seslendi; kimi dışarıda, sevgiliyi cezaevine benzeterek “ben sende tutuklu kaldım” dedi.

İşin asıl kötüsü, bilerek bilmeyerek, hapishaneyi insanın kendi içine taşımasıdır” diyen Nazım Hikmet de geçti hapisten; “Elimde kelepçe, boynumda zincir / Zincir sallandıkça her yanım incir” diyen Kerkük Türküsü de…

Yafta, malta, maruzat gibi cezaevi jargonunu kullanarak yazdığı şiirde; “Yeryüzü boşaldı, kalan biz miyiz? / Güneşe göç var da habersiz miyiz?” diye üst üste sorular soran Necip Fazıl, kaldığı koğuşu tarif ederken “Garip pencerecik, küçük, daracık; / Dünyaya kapalı, Allah’a açık” beytiyle farklı bir yorumun da penceresini açtı hapisten... 

Simdi, anıları kekremsi bir tat veren o hüzünlü geçmişin kıyısında gezerken, cezaevi olmayan bir toplum düşüyle bitirmek isterdim bu yazıyı. Ama bu imkânsız...

Bari Sissa’nın gözde öğrencisi Kasparov’u, bilgisayar başında pes ettiren kolektif aklın, suçu ve suçluyu en aza indirmesini dileyelim. 

* Bu yazı, Akademi Kürsü Dergisinin 18. sayısında yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder