14 Kasım 2024 Perşembe

Kriton’a söyleyecek neyimiz var? / Mehmet Taştan

Yıllar önce çalıştığım adliyede tanıdığım bir savcı, oldukça değişik bir tipti. Mesaiye uymaz, işini de yapmazdı. Odasında olduğu zamanlarda da bolca misafir kabul ettiği için çalışmaya fırsat bulamaz; onun baktığı dosyalardan adalet bekleyen insanlar ciddi şekilde zarar görürdü. Ne gariptir ki onun bu hali çok kişi tarafından bilinmesine rağmen hakkında herhangi bir işlem de yapılmazdı. O da bunun verdiği rahatlıkla bildiğini okumaya devam ederdi.  

Bütün bunların üstüne o savcının şöyle de bir huyu vardı. Ne zaman bir araya gelsek, “vatan, millet, sakarya” edebiyatı yapar; mangalda kül bırakmazdı. Tablo tam da Ziya Paşa’nın Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât / Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde” beytini hatırlatırdı. Günümüz Türkçesiyle söylemek gerekirse, söz ile bütün dünyaya düzen verirdi ama kendi yapması gereken işlerde her tarafından kayıtsızlık ve tembellik akardı. 

“Belki bir gün düzelir” şeklindeki cılız ümidimiz, bir meslektaşımızın verdiği bilgiyle yer ilâ yeksan oldu. “Onu ilk görev yerinden tanırım, asla çalışmaz” dedi. Ve umudun fitili söndü.

Bu bilgiyi aldıktan bir süre sonra, o savcı odama geldi. Her zamanki gibi nazik ve güler yüzlüydü. Oturduktan kısa bir süre sonra bizimkinin vatan sevgisi yine depreşti. Aklına gelen güncel siyasi sorunları ve çözüm önerilerini sayıp döktü. Bu fırsatı kaçırmak istemedim. Kendisini sabırla dinledim. Es verince sordum:

    Vatan bizden ne bekler?

Cevap vermedi. Durdu. Ne diyeceğimi bekleyen bir ifadeyle yüzüme baktı. Bu beklentiyi karşılıksız bırakmadım ve başka bir soruyla devam ettim:

   Evimizde bozulan musluğu tamir için çağırdığımız su tesisatçısından ne bekleriz?

    Bozulan musluğu tamir etmesini…

    Evet bence de öyle… İşini en iyi şekilde yapıp gitmesini… Ama o gittikten sonra, işini düzgün yapmadığını, musluktaki arızanın hâlâ devam ettiğini fark edersek, o kişiyle birlikte savunduğu değerler de gözümüzden düşer. Beş paralık olur. O nedenle bana göre vatan sevgisinin birinci şartı, her ferdin kendi görevini kusursuz bir şekilde yerine getirmesidir. Bunu başardığımız zaman ülkede şikâyetçi olduğumuz sorunların büyük bir kısmını çözmüş oluruz. Kendi sorumluğumu yerine getirmiyorsam, tarım ya da hayvanlık konusundaki parlak fikirlerimin ülkeye ne faydası olabilir ki…

Dinlerken rahat görünüyordu. Söylediklerimden kendisine pay çıkaran bir hali yoktu. Ama konuşmaya başladığında sesinin çatallaştığını, kelimelerin boğazında düğümlendiğini fark ettim.

    Eee tabii… Bireysel sorumluluklar önemli… Buna kimsenin bir diyeceği olamaz… Herkesin kendi işini en iyi şekilde yapması gerekir, dedi.

Sonrasında ne mi oldu? Hiçbir şey… Söylediklerimin şahıs üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Önceden nasılsa öylece devam etti. Bir zaman sonra bürosu değişti ama kendisinin değiştiğini hiç sanmıyorum. Çünkü huylu huyundan vazgeçmiyor. Çalışkanlık gibi tembellik de erken yaşlarda insanın ruhuna işliyor ve bir daha da çıkmıyor. Zaten meselede o kişi değil, temsil ettiği anlayış… Kazandığı paranın hakkını vermeyen, insanları mağdur eden, evine helal lokma götürmeyen insan tipi… Ne yazık ki bu tipler hayatımızda o kadar çok ki…

Sahi, tedavi olmak için gittiğimiz doktordan, arabamızı götürdüğümüz servisten, evimize çağırdığımız elektrik ustasından ne bekleriz? İşini düzgün yapmasını ve yalnızca hak ettiği bedeli alıp gitmesini değil mi? İnanç ve düşüncelerini merak bile etmeyiz. Biz istemeden kendi açıklamışsa, o yönüne de yaptığı işin kalitesine göre kıymet biçeriz. İşini iyi yapıyorsa, savunduğu fikir ya da inanca katılmasak bile saygı duyarız. Ama tersiyse, işiyle birlikte çoğu zaman savunduğu değerleri de mahkûm ederiz. Hatta onun iş kalitesi kendi duruşumuzu gözden geçirmemize yol açabilir.

Bir devrimci de yaşadığı böyle bir mağduriyetle yol ayrımına gelir. Ağrıyan dişini tedavi ettirmek için, kendisi gibi devrimci olan bir diş hekimine gider. Ama ideolojine gösterdiği sadakati mesleğinden esirgeyen diş hekimi, işini düzgün yapmadığı için hastayı o koltuğa oturduğuna oturacağına bin pişman eder. Çenesini tuta tuta arkadaşlarının yanına dönen hasta, “mahvetti dişimi, bundan sonra bizden olana değil, işini iyi yapan diş hekimine gideceğim” der.

O hastanın, bedelini dişiyle ödeyerek vardığı kanaate başka bedeller ödeyerek ulaşan kişi sayısı hiç de az değildir. Dahası, insanımızı işine gösterdiği özen bağlamında tasnif ettiğimizde, yüzümüzde gülücükler açmadığı aşikardır. Onun içindir ki, dürüstlük, yalan söylememek, sözünde durmak, ehliyet ve liyakat gibi ahlak ilkelerinden oluşan İslâm endeksine uygun yaşayan ülkeler sıralamasındaki yerimiz esef vericidir. 151 ülkenin bulunduğu ve Yeni Zelenda, İsveç, Hollanda gibi Hristiyan ülkelerin başı çektiği listelerde Türkiye 100. sıralarda seyretmektedir.

Yıllar boyunca istikrarlı şekilde devam eden bu olumsuz tabloyu gördükçe insanın aklına şu soru düşüyor: Puanlamaya esas alınan tüm değerlere toplumun bütün kesimleri olarak taraftar göründüğümüz halde niye karnemiz bu kadar kötü? Çünkü o değerleri yaşatmak, kâğıt üzerinde okumak kadar kolay değil... Her biri ayrı bir emek ve bedel istiyor. Yalanın, hilenin, tembelliğin, itaat ve mensubiyetin derhal verdiği hazzı diğerinde bulmak mümkün değil. Öyle olduğu içindir ki Roma İmparatoru Galigula kendi atını konsül, yani en üst düzey yönetici olarak atamak suretiyle hazzın dibine vurmuştur. Böyle bir örneğin yaşandığı dünyada, ehliyet ve liyakati yok sayan hiçbir eylem ismen anılmaya değer olmayabilir. Ancak insan kayırmacılığının doğurduğu toplumsal zararlar karşısında, bir imparatorun tekil çılgınlığının esamisi bile okunmaz. Zira at kayırmacılığını, yanlışı gösterip, doğruyu işaret etmeye dönük bir ironi olarak okumak mümkündür de topluma karşı olan ödevini yerine getirmeyen eyyamcıları mazur gösterebilecek bir edebi sanat türü yoktur.

Üstelik bunların tembellik ve yetersizliklerini, bireysel birer maraz olmanın ötesine taşıyan yatay ve dikey sebepler vardır. Yatay düzlemden bakıldığında bunlar, çevrelerindeki başarılı insanların çalışma azmini kırar. Böylelikle sağlam hücreleri tahrip eder ve kurum ya da sektörlerin bağışıklık sitemini zayıflatan bir etkiye yol açarlar. İşinde iyi olmakla yükselmek ya da büyümek arasındaki bağın koptuğunu gören dürüst ve ehil insanların, yaptıkları işe, ülkeye ve ortak manevi değerlere olan inancı azalır, yalnızlık ve dışlanmışlık duygusu ağır basmaya başlar.  

Dikey düzlemden bakıldığında ise, tarih boyunca bu vatan için şehit düşen, kolunu bacağını, gözlerini kaybeden yüz binlerce insana karşı gösterilmesi gereken vefa borcunu ödemekten kaçınmaktır. Herkes gibi onların da yalnızca bir kere geldikleri bu dünyayı, sırf bizler güven ve huzur içinde yaşayalım diye hayatlarının baharında terk ettiklerini unutmaktır.

Onun için, işinde tembellik ve yetersizlik göstermek de böylelerine göz yummak ya da destek olmak da bütün toplumun mağduriyetine yol açan büyük birer vebaldir. Ve her vebalin hesabının sorulacağı bir zemin mutlaka vardır. 

İdama götürülürken hizmetçisine dönüp, “Kriton, komşuma bir horoz borcum var onu unutma” diyen Sokrates bu zeminin varlığına işaret eder.

Biz de onu örnek alıp, bugün son günmüş gibi kendimize şunu sorabiliriz:
Kriton’a söyleyecek neyimiz var? 
Yalnızca bir horoz mu yoksa bütün bir hayat mı? 


(*) Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin 101. sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder