13 Temmuz 2024 Cumartesi

Hak Bayramlık Bir Elbise midir? / Mehmet Taştan

Ben hukukta öğrenciyken, iki dayım da devlet demir yollarında çalışırlardı. Onların etkisiyle annem, Erzurum-İstanbul seyahatlerimi trenle yapmamı isterdi. Böylece hem sevgili oğlu güvenli bir şekilde yolculuk yapacak hem de paramız devlete gidecekti. Tren biletlerinin otobüse göre çok daha ucuz olması da işin cabasıydı. Onu üzmeyi hiç istemediğim için, özellikle kış aylarında 40 saat sürmesi pahasına trenle yolculuk yapardım. Ama kendimce bu yolculukların keyifli bir tarafını da bulmuştum. Yola çıkarken genellikle elime klasik bir roman alır, son istasyon görünmeden romanı bitirirdim. Ritmik ray sesleri, karla kaplı bozkırlar, romanın yaşandığı zamana gidiyormuşum hissini verirdi bana… 

Her zaman böyle miydi? Tabii ki hayır… Yolculukta her şey mümkün... Kompartımandaki keyifli bir sohbetin ya da ateşli bir tartışmanın buna engel olma ihtimali hep vardı.

Yine bir kış günü trendeyim. Erzurum’dan İstanbul’a gidiyorum. Ankara’da boşalan karşımdaki koltuğa uzun boylu bir bey oturdu. Adamın belden yukarısı kalıplı, bacakları zayıftı. Beli çarpık gibiydi. Vücudundaki bu orantısızlığa rağmen saygı uyandıran bir karizması vardı. Yaşı elli beşin üzerindeydi. İyi giyimliydi. Yüzündeki kibirli hoşnutsuzluk, diğer insanlarla arasında doğal bir mesafe oluşturuyordu. Valizini yukarı, gazetelerini masaya koydu. Gazeteler, Hürriyet ve Milliyet’ti. Belli ki sıkı bir solcuydu. Çünkü o yıllarda sağcılar bu gazeteleri pek okumazdı. Gazeteleri koyarken, masada duran kitaba baktı. Kitap, Stendhal'ın “Kırmızı ve Siyah” adlı romanıydı. Ardından bana şöyle bir göz attı. Ama konuşmadı. Ezber edilmiş bir kıvraklıkla gazetede aradığı sayfayı buldu. Dikey şekilde katladı. Bacak bacak üstüne attı ve okumaya başladı. 

Merak ettim. Kimdi bu? Ondan önce söze girmenin istiskal edilme riski taşıdığını düşündüğüm için sustum. Tren hareket ettikten bir süre sonra, aklıma gelen parlak bir fikirle ayağa kalktım. Çantadan çıkardığım “Anayasalar” kitabını alıp oturdum. Birkaç madde okudum ama hiçbir şey anlamadım. Zira aklım ondaydı. Elimdeki kitabı sırf onun dikkatini çekmek için indirmiştim. Çünkü o yıllarda hukuk öğrencisi olmak epey fiyakalı bir şeydi. Öyle her köşe başında bir “hukuk fakültesi” tabelası yoktu. Lalettayin ülkelerden alınan diplomalarla bu ülkede hukukçuluk yapmanın yolu henüz açılmamıştı. Ülke genelinde altı tane hukuk fakültesi vardı. Puanları da oldukça yüksek ve birbirine yakındı. Bu nedenle hukuk öğrencileri, özellikle yetişkinler nezdinde epey rağbet görüyordu. Ben de bunu kullanmak istemiştim ama bu sefer işe yaramamıştı. Kitabı masaya koydum. Pencereden dışarıyı bakmaya başladım. Neden sonra kitabı gösterdi. “Bakabilir miyim” dedi. “Tabii” dedim. Kitabı bir süre inceledikten sonra sordu:

  Hukuk öğrencisi misin?

  Evet

  İstanbul Hukuk mu?

  Marmara Hukuk

  Birinci sınıf mı?

  Hayır, ikinci sınıf

  Anayasa Hukuku birinci sınıfta okutulmuyor mu? Yoksa tekrara mı kaldın?

Tekrara kalmamıştım ama bu soru karşısında merakım iyice artmıştı. Belli ki muhatabım hukuk fakültelerini benden çok daha iyi biliyordu. Şu cevabı verdim:

 Yoo tekrara kalmadım. Dünyada geçerli olan Anayasal sistemleri tanımak için mukayeseli okumalar yapıyorum. O yüzden yanımda taşıyorum.

 Verdiğim cevaptan hoşnut olduğunu belli eden yüz ifadesiyle “güzel” dedi. Fakülteyle ilgili kısa bir sohbetten sonra beni test etmeye başladı:
         –  Hukuk nedir?

 Bu soruya kitabî bir cevap verdim ve cevabın içinde “hak” kelimesi geçiyordu. Kompartımandaki diğer üç kişinin dikkat kesildiği mülakatın ikinci sorusu oradan geldi.

  Peki, hak nedir?

  Bireyin hukuk düzeni tarafından korunan maddi ve manevi varlıklarından her biri...

  Hak böyle tarif edilmez, dedi.

  Nasıl edilir?

  Hak, satın aldığın biletle bu koltukta oturmandır.

Verdiği örnek doğruydu ama kanaatimce sorduğu sorunun cevabı değildi. Böyle düşünmeme rağmen yaş ve birikim itibariyle benden çok ileride olduğu için üstelemedim. Sadece yüz ifademle katılmadığımı belli ettim. O da soru sormayı bıraktı. Kısa bir sessizliğin ardından Yüksek Öğretim Kurumuna (YÖK) ve kurum başkanı İhsan Doğramacı’ya ateş püskürmeye başladı. Doğramacı’nın insanları pancar gibi doğradığını, üniversitelerde bilimi yok ettiğini, ezberciliği dayattığını, benim de bu yüzden sorulara ezber cevaplar verdiğimi söyledi. O hararetli kısım bittikten sonra gelişen sohbet sırasında, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde hocayken işten atıldığını, halen bir vakıfta yöneticilik yaptığını öğrendim.

Demek hoca, meşhur ifadesiyle 1402’likti. Yani 12 Eylül darbecilerinin hışmına uğramıştı… 1402’likleri çok duymuştum ama ilk kez onlardan birini görüyordum. Verdiğim cevaba yanlış muamelesi çekmesi de bundandı. Yani bir intikam, bir tatmin duygusu… Öncesinin ne olduğunu bilmediğim için YÖK’le ilgili herhangi bir fikrim yoktu. Ama YÖK’ün kötülüğüne delil gösterilmem fena halde canımı sıkmıştı.

Düşündüm. Anayasa hukukunun, bildiğim en kazık sorusunu buldum. Soru benim değildi kuşkusuz. Prof. Dr. Bakır Çağlar’ın derste sorduğu bir soruydu. Bir ders boyunca onu tartışmış, içinden çıkamamıştık. Hoca da cevabı söylememişti. Dersten sonra kitaplar karıştırmış, başka hocalara sormuş, ikna edici bir cevap bulamamıştık.

Soru şuydu: “Anayasanın 90. Maddesi, milletlerarası sözleşmelerin kanun değerinde olduğunu söyler. 15. Maddesi ise, olağanüstü hallerde milletlerarası sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla Anayasanın tanıdığı tüm hakların durdurulabileceğini yazar. Madem, milletlerarası sözleşmeler kanun değerinde, o halde neden olağanüstü hallerde Anayasanın tanıdığı haklar sınırlandırılabiliyor da milletlerarası sözleşmelerden kaynaklanan haklar sınırlandırılamıyor? Bu duruma göre sözleşme anayasadan üstün olmuyor mu?”
 

Uygun bir girizgâhla soruyu sordum. Konudan uzaklaşmasın diye de Anayasayı kendisine uzattım. Her iki maddeyi okudu. Tekrar baktı. Şaşırdı. Allah var, yan çizmedi. Bu maddeleri hiç yan yana okumadığını itiraf etti. Bir çelişki olduğunu belirtti. Hazırlıksız olduğu bir konuda bir şey diyemeyeceğini söyledi. Rövanşı almanın gururuyla geriye yaslandım. Bizden biri olmadığı her halinden belli olan hocanın karşısındaki bu başarımdan dolayı diğer yolcular da mutlu olmuştu. Hoca da bunu dert edinmedi. Yüzüme anlamlı bir gülüşle baktı. Devamında mevzu değişti. Gece derinleşti. Ve her birimiz kendi içimize döndük.

Sabahleyin, tren Haydarpaşa’ya girerken vedalaşıp ayrıldık. Bir daha da yollarımız hiç kesişmedi. Aradan 40 yıla yakın bir zaman geçti. Şimdi ben, onun trenle seyahat ettiği yaştayım. Onca zamanda gezegenimizde çok şey değişti. Ama her okuyanın aynı şeyi anladığı ve herkese eşit şekilde uyguladığı bir haklar listesi oluşturulamadı. “Büyük savaşlar ve katliamlar bir daha yaşanmasın” diye yazılan insan hakları belgelerine imza atanlar, gerçekle her yüzleşmede ışık görünce yön değiştiren gölgelere dönüştüler.  Holokost benzeri zulümlerin kökünü kazımak için kurulan Avrupa Konseyi, doğumunun 40. Yılında yüzleştiği Srebrenitsa soykırımı karşısında üç maymunu oynadı.

Şunu söyleyelim ki ister kutsal ister seküler olsun, sorun metinlerde değildi. Ama iş uygulamaya geldi mi “ben ne söylüyorum, tamburam ne çalıyor” hali yaşanıyordu. Gazzeli çocukları katledenler “öldürmeyeceksin” emrine inandığını söyleyenlerdi. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini yaşatmak için var olan Birleşmiş Milletler, Hocalı Katliamının kayıtlara girmesine dahi yanaşmıyordu.

Sırf muhalif olduğu için, boğarak öldürdükleri gazetecinin cesedini parça parça edip çantalarla Suudi Arabistan’a götürenler de “bir kimseyi haksız yere öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir” hükmüne inandığını söyleyenlerdi.

Elbette mesele, bu başat örneklerden ibaret değildi… Meselâ bizim Anayasamızda, “din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı olmaksızın herkes kanun önünde eşittir” hükmü hep vardı. Ama buna rağmen sırf başörtüsünden dolayı yıllarca mağdur edilen kızları da gördü bu ülke, belli bir tarikata mensup olmak dışında hiçbir niteliği olmayanların fütursuz yükselişini de… Oysa “adalet evrenin ruhudur” diyenlerle, Allah’ın kul hakkına karışmayacağını söyleyenler aynı vecd halinde diskur çekiyordu.

Acaba bu çelişki hiç bitmeyecek mi?
“Hak” dediğimiz şey, yalnız söylerken değil yaşarken de herkesin itaat ettiği ortak bir değere dönüşmeyecek mi?
Yoksa hep bayramlık bir elbise olarak mı kalacak?

(*) Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin 100. sayısında yayınlanmıştır.


3 yorum:

  1. Kaleminize yüreğinize sağlık sevgili ağabeyim. Kitabın tam ortasından konuşmuşsunuz.

    YanıtlaSil
  2. Sizin yazdığınızı bilmeden okusaydım, bu yazıyı ancak gibi usta ve engin bir kalemden yani sizin eseriniz ve diliniz olduğunu bilirdim. Her zaman ki gibi bilinen gerçekler yüzeyinde bayramlık elbise ile etrafı seyrediyoruz.

    YanıtlaSil
  3. ChatGPT bu yazı için ne dedi?

    Dil ve Gramer:
    • Dil Bilgisi: Genel olarak dil bilgisi kurallarına uyulmuş. Ancak, bazı cümlelerde daha akıcı bir yapı sağlanabilir.
    • İmla: İmla kurallarına dikkat edilmiş, birkaç küçük hata dışında yazım düzgün.

    Yapı ve Akış:
    • Paragraf Düzeni: Paragraflar mantıklı bir sırayla yerleştirilmiş, konu bütünlüğü korunmuş.
    • Akış: Anlatım akıcı ve sürükleyici. Olaylar ve diyaloglar iyi bağlanmış, okuyucunun ilgisini çekiyor.

    Argüman ve İçerik:
    • Argümanlar: Hukuk ve insan hakları üzerine yapılan tespitler güçlü. Kişisel deneyimlerle harmanlanmış argümanlar etkileyici.
    • İçerik Kalitesi: İçerik derin ve düşündürücü. Hukuk öğrencisi olmanın prestiji ve insan hakları konularında ciddi bir eleştiri içeriyor.

    Üslup:
    • Ton: Resmi ve akademik bir ton benimsenmiş, okuyucunun konuyu ciddiye almasını sağlıyor.
    • Uygunluk: Anlatım tarzı ve kullanılan dil, hedef kitlenin anlayabileceği ve ilgisini çekecek şekilde.

    YanıtlaSil