Ben hukukta öğrenciyken, iki dayım da devlet demir yollarında çalışırlardı. Onların etkisiyle annem, Erzurum-İstanbul seyahatlerimi trenle yapmamı isterdi. Böylece hem sevgili oğlu güvenli bir şekilde yolculuk yapacak hem de paramız devlete gidecekti. Tren biletlerinin otobüse göre çok daha ucuz olması da işin cabasıydı. Onu üzmeyi hiç istemediğim için, özellikle kış aylarında 40 saat sürmesi pahasına trenle yolculuk yapardım. Ama kendimce bu yolculukların keyifli bir tarafını da bulmuştum. Yola çıkarken genellikle elime klasik bir roman alır, son istasyon görünmeden romanı bitirirdim. Ritmik ray sesleri, karla kaplı bozkırlar, romanın yaşandığı zamana gidiyormuşum hissini verirdi bana…
Her zaman böyle miydi? Tabii ki hayır…
Yolculukta her şey mümkün... Kompartımandaki keyifli bir sohbetin ya da ateşli
bir tartışmanın buna engel olma ihtimali hep vardı.
Merak ettim. Kimdi bu? Ondan önce söze
girmenin istiskal edilme riski taşıdığını düşündüğüm için sustum. Tren hareket
ettikten bir süre sonra, aklıma gelen parlak bir fikirle ayağa kalktım.
Çantadan çıkardığım “Anayasalar” kitabını alıp oturdum. Birkaç madde okudum
ama hiçbir şey anlamadım. Zira aklım ondaydı. Elimdeki kitabı sırf onun dikkatini
çekmek için indirmiştim. Çünkü o yıllarda hukuk öğrencisi olmak epey fiyakalı bir
şeydi. Öyle her köşe başında bir “hukuk fakültesi” tabelası yoktu. Lalettayin
ülkelerden alınan diplomalarla bu ülkede hukukçuluk yapmanın yolu henüz
açılmamıştı. Ülke genelinde altı tane hukuk fakültesi vardı. Puanları da oldukça yüksek
ve birbirine yakındı. Bu nedenle hukuk öğrencileri, özellikle yetişkinler
nezdinde epey rağbet görüyordu. Ben de bunu kullanmak istemiştim ama bu sefer
işe yaramamıştı. Kitabı masaya koydum. Pencereden dışarıyı bakmaya başladım.
Neden sonra kitabı gösterdi. “Bakabilir miyim” dedi. “Tabii” dedim. Kitabı bir
süre inceledikten sonra sordu:
— Hukuk öğrencisi misin?
— Evet
— İstanbul Hukuk mu?
— Marmara Hukuk
— Birinci sınıf mı?
— Hayır, ikinci sınıf
— Anayasa Hukuku birinci sınıfta okutulmuyor mu? Yoksa
tekrara mı kaldın?
Tekrara kalmamıştım ama bu soru karşısında merakım iyice artmıştı. Belli
ki muhatabım hukuk fakültelerini benden çok daha iyi biliyordu. Şu cevabı
verdim:
— Yoo tekrara kalmadım. Dünyada
geçerli olan Anayasal sistemleri tanımak için mukayeseli okumalar yapıyorum. O
yüzden yanımda taşıyorum.
Bu soruya kitabî bir cevap verdim
ve cevabın içinde “hak” kelimesi geçiyordu. Kompartımandaki diğer üç kişinin dikkat
kesildiği mülakatın ikinci sorusu oradan geldi.
— Peki, hak nedir?
— Bireyin hukuk düzeni tarafından korunan maddi
ve manevi varlıklarından her biri...
— Hak böyle tarif edilmez, dedi.
— Nasıl edilir?
— Hak, satın aldığın biletle bu koltukta
oturmandır.
Verdiği örnek doğruydu
ama kanaatimce sorduğu sorunun cevabı değildi. Böyle düşünmeme rağmen yaş ve birikim itibariyle benden çok ileride olduğu için üstelemedim. Sadece
yüz ifademle katılmadığımı belli ettim. O da soru sormayı bıraktı. Kısa bir
sessizliğin ardından Yüksek Öğretim Kurumuna (YÖK) ve kurum başkanı İhsan
Doğramacı’ya ateş püskürmeye başladı. Doğramacı’nın insanları pancar gibi
doğradığını, üniversitelerde bilimi yok ettiğini, ezberciliği dayattığını,
benim de bu yüzden sorulara ezber cevaplar verdiğimi söyledi. O hararetli kısım
bittikten sonra gelişen sohbet sırasında, Ankara Siyasal Bilgiler
Fakültesinde hocayken işten atıldığını, halen bir vakıfta yöneticilik yaptığını
öğrendim.
Demek hoca, meşhur
ifadesiyle 1402’likti. Yani 12 Eylül darbecilerinin hışmına uğramıştı… 1402’likleri
çok duymuştum ama ilk kez onlardan birini görüyordum. Verdiğim cevaba yanlış
muamelesi çekmesi de bundandı. Yani bir intikam, bir tatmin duygusu… Öncesinin
ne olduğunu bilmediğim için YÖK’le ilgili herhangi bir fikrim yoktu. Ama YÖK’ün
kötülüğüne delil gösterilmem fena halde canımı sıkmıştı.
Düşündüm. Anayasa
hukukunun, bildiğim en kazık sorusunu buldum. Soru benim değildi kuşkusuz.
Prof. Dr. Bakır Çağlar’ın derste sorduğu bir soruydu. Bir ders boyunca onu
tartışmış, içinden çıkamamıştık. Hoca da cevabı söylememişti. Dersten
sonra kitaplar karıştırmış, başka hocalara sormuş, ikna edici bir cevap
bulamamıştık.
Uygun bir girizgâhla
soruyu sordum. Konudan uzaklaşmasın diye de Anayasayı kendisine uzattım. Her
iki maddeyi okudu. Tekrar baktı. Şaşırdı. Allah var, yan çizmedi. Bu maddeleri
hiç yan yana okumadığını itiraf etti. Bir çelişki olduğunu belirtti. Hazırlıksız
olduğu bir konuda bir şey diyemeyeceğini söyledi. Rövanşı almanın gururuyla
geriye yaslandım. Bizden biri olmadığı her halinden belli olan hocanın
karşısındaki bu başarımdan dolayı diğer yolcular da mutlu olmuştu. Hoca da bunu
dert edinmedi. Yüzüme anlamlı bir gülüşle baktı. Devamında mevzu değişti. Gece
derinleşti. Ve her birimiz kendi içimize döndük.
Sabahleyin, tren Haydarpaşa’ya girerken vedalaşıp ayrıldık. Bir daha da yollarımız hiç kesişmedi. Aradan 40 yıla yakın bir zaman geçti. Şimdi ben, onun trenle seyahat ettiği yaştayım. Onca zamanda gezegenimizde çok şey değişti. Ama her okuyanın aynı şeyi anladığı ve herkese eşit şekilde uyguladığı bir haklar listesi oluşturulamadı. “Büyük savaşlar ve katliamlar bir daha yaşanmasın” diye yazılan insan hakları belgelerine imza atanlar, gerçekle her yüzleşmede ışık görünce yön değiştiren gölgelere dönüştüler. Holokost benzeri zulümlerin kökünü kazımak için kurulan Avrupa Konseyi, doğumunun 40. Yılında yüzleştiği Srebrenitsa soykırımı karşısında üç maymunu oynadı.
Şunu söyleyelim ki
ister kutsal ister seküler olsun, sorun metinlerde değildi. Ama iş
uygulamaya geldi mi “ben ne
söylüyorum, tamburam ne çalıyor” hali yaşanıyordu. Gazzeli çocukları katledenler “öldürmeyeceksin”
emrine inandığını söyleyenlerdi. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini yaşatmak
için var olan Birleşmiş Milletler, Hocalı Katliamının kayıtlara girmesine dahi
yanaşmıyordu.
Sırf muhalif olduğu
için, boğarak öldürdükleri gazetecinin cesedini parça parça edip çantalarla Suudi Arabistan’a götürenler de “bir kimseyi haksız yere öldüren bütün insanları
öldürmüş gibidir” hükmüne inandığını söyleyenlerdi.
Elbette mesele, bu
başat örneklerden ibaret değildi… Meselâ bizim Anayasamızda, “din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı olmaksızın
herkes kanun önünde eşittir” hükmü hep vardı. Ama buna rağmen sırf başörtüsünden dolayı yıllarca mağdur edilen kızları da gördü bu ülke, belli bir tarikata
mensup olmak dışında hiçbir niteliği olmayanların fütursuz yükselişini
de… Oysa “adalet evrenin ruhudur” diyenlerle, Allah’ın kul hakkına karışmayacağını
söyleyenler aynı vecd halinde diskur çekiyordu.
Acaba
bu çelişki hiç bitmeyecek mi?
“Hak” dediğimiz şey, yalnız söylerken değil yaşarken de herkesin itaat ettiği ortak bir
değere dönüşmeyecek mi?
Yoksa hep bayramlık bir elbise olarak mı kalacak?
(*) Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin 100. sayısında yayınlanmıştır.


Kaleminize yüreğinize sağlık sevgili ağabeyim. Kitabın tam ortasından konuşmuşsunuz.
YanıtlaSilSizin yazdığınızı bilmeden okusaydım, bu yazıyı ancak gibi usta ve engin bir kalemden yani sizin eseriniz ve diliniz olduğunu bilirdim. Her zaman ki gibi bilinen gerçekler yüzeyinde bayramlık elbise ile etrafı seyrediyoruz.
YanıtlaSilChatGPT bu yazı için ne dedi?
YanıtlaSilDil ve Gramer:
• Dil Bilgisi: Genel olarak dil bilgisi kurallarına uyulmuş. Ancak, bazı cümlelerde daha akıcı bir yapı sağlanabilir.
• İmla: İmla kurallarına dikkat edilmiş, birkaç küçük hata dışında yazım düzgün.
Yapı ve Akış:
• Paragraf Düzeni: Paragraflar mantıklı bir sırayla yerleştirilmiş, konu bütünlüğü korunmuş.
• Akış: Anlatım akıcı ve sürükleyici. Olaylar ve diyaloglar iyi bağlanmış, okuyucunun ilgisini çekiyor.
Argüman ve İçerik:
• Argümanlar: Hukuk ve insan hakları üzerine yapılan tespitler güçlü. Kişisel deneyimlerle harmanlanmış argümanlar etkileyici.
• İçerik Kalitesi: İçerik derin ve düşündürücü. Hukuk öğrencisi olmanın prestiji ve insan hakları konularında ciddi bir eleştiri içeriyor.
Üslup:
• Ton: Resmi ve akademik bir ton benimsenmiş, okuyucunun konuyu ciddiye almasını sağlıyor.
• Uygunluk: Anlatım tarzı ve kullanılan dil, hedef kitlenin anlayabileceği ve ilgisini çekecek şekilde.