25 Aralık 2024 Çarşamba

Sen Anla Beni Günlüğüm / Mehmet Taştan

Bir aydır edebiyat dersimize giren Belkıs Hanım, bize bir ev ödevi verdi. “Hayatınızı anlatan bir öykü yazıp, getirin” dedi. Ben ödevimi yapmadığım için sıfır aldım. Olsun sıfır almak ötekinden daha iyiydi… Çünkü benim başkalarının bilmesini istediğim bir hayatım yoktu ki…

Aslında on bir yaşına gelinceye kadar her şey çok iyiydi. Babamın kocaman bir tırı vardı. Tır kendisinin değildi, çalıştığı şirketindi. Bunu bilirdik ama olsun, tır hep bizde dururdu. Babam onunla Avrupa’dan İran’a, Oradan Avrupa’ya mal taşırdı. Ne taşıdığını bilmezdik. Onu günlerce, hatta haftalarca görmediğimiz olurdu. Eve genellikle gece yarısı gelirdi. Sabah uyandığımda başucumda duran hediyelerden geldiğini anlardım. Sevinçten uçar gibi babamın odasına dalardım.  Annem buna kızardı. Anne-babanın odasına kapı dövülmeden girilmez derdi. O’na cevabım, omuz silkerek yere bakmak olurdu. Babam, yataktan fırladığı gibi bana sarılırdı. “Aslan oğlum” derdi. Bunu duyunca dünyalar benim olurdu.

Babamın getirdiği, Ronaldo formasını ve halı saha ayakkabılarını giyip, arkadaşlarımın yanına gidince, bana hayranlıkla baktıklarını hissederdim. Arkadaşlarımdan biri, boş bulunup, “gene baban mı geldi” diyecek olursa, bir başkası ona bizim tırı göstererek, “kocaman tırı görmüyor musun da babasını soruyorsun” diye karşılık verirdi. Bu cevaba hep birlikte kahkahayla gülerdik.

Babamın, gelişi gibi gidiş günü de belli olmazdı. Bazen mal hazırlanmadığı için evde uzun kalırdı. Ben, bu duruma çok sevinirdim. Çünkü, Onun varlığı bize neşe verirdi. Bazen arkadaşından ödünç aldığı arabayla bizi gezmeye götürürdü. Bir seferinde, Mavi Göl’ün kenarına pikniğe gitmiştik. Babamın ne kadar güzel kebap yaptığını o gün öğrenmiştim. Ben de büyüyünce, eşime ve çocuklarıma böyle kebap yapmayı hayal etmiştim.

Kara yağız delikanlı olan babamı, annem de çok severdi ama işinden hiç memnun değildi. Onun, sürekli yanımızda kalmasını isterdi. Bir seferinde komşu kadından, okul servisi için şoför arandığını duymuştu. Babama tır şoförlüğünü bırakıp, servis şoförlüğü yapmasını teklif etti. Babam oralı bile olmadı. Kısa zamanda Çayyolu’nda lüks bir eve taşınacağımızı söyledi. Babamın yüzüne bakan annemin gözlerinde, endişeyle mutluluk bir anda gidip geldi.

—    Nasıl?

Babam güven dolu gözlerle anneme baktı:

—    Kocana güvenmiyor musun?

—    Güveniyorum da…

Annemin yarım kalan sözünü, babamın yanağına kondurduğu öpücük tamamladı. 

Bu konuşmadan birkaç gün sonra malın hazır olduğu haberi geldi. Babam, bir kuşluk vakti, annemi, beni ve kız kardeşimi öperek tıra atladı. Ama nasıl bir atlayıştı, görecektiniz. O ana kadar hep askeri pilot olmayı düşlerdim. Deri ceketli o adamı izlerken, “büyüyünce ben de mi tır şoförü olsam” diye düşündüm. Onu, bu halde son görüşüm olduğunu bilmeden…           

Ertesi günün akşamında anneme bir telefon geldi. Babamın tırı Edirne’de durdurulmuş, zulasında 400 kg kokain yakalanmıştı. Zula neydi, kokain neydi bilmiyordum. Ama haberi duyan annemin, babamın vefat haberini almışçasına yere yıkıldığını hatırlıyorum. Evimize bir yıldırım gibi çarpan ve hayatımızdaki bütün renkleri kül eden o haber geldikten bir süre sonra bilgisayarın başına geçtim. İnternetten, o iki kelimenin anlamına baktım. Zula, “kaçak ve yasak şeylerin sağlandığı yer” demekmiş. Kokain de en zararlı uyuşturucu maddelerden biriymiş. Babam, “Çayyolu’nda lüks bir eve taşınacağız” dediğinde annemin yüzünde oluşan endişenin nedenini o an anladım. 

O günden sonra kötü haberler duymak hayatımızın rutini haline geldi. Gözaltına alınan babam, tutuklanıp Edirne Cezaevi’ne konulmuştu. Cezaevine ziyarete giden amcamdan, kendisini savunacak iyi bir avukat tutmamızı istemişti. Amcam, istenen avukatı bulmuştu ama avukatlık ücretini ödeyecek parası yoktu. Çünkü, O da bir şirkette güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Annem o parayı, düğünde kendisine takılan bütün takıları bozdurarak karşılamıştı. Tutulan avukat da bir işe yaramamış, ele geçen uyuşturucu miktarı çok olduğu ve suç ortaklarını söylemediği için, babam 15 sene hapis cezası almıştı. İşin tuhafı, babamın onlara gösterdiği sadakati, onlar babamdan esirgemişti. Hiçbir şekilde bizimle temas kurmamış, avukatlık parasını bile ödememişlerdi. Öyleyse babam neden susuyordu? Niçin onları ele vermiyordu? Ele verirse kendisinin ya da bizim öldürülmemizden mi korkuyordu? Bu soruların cevaplarını hiçbir zaman öğrenemedik. 

Geçim derdinin ne demek olduğunu, eve her ay elektrik ve su faturası geldiğini, bunların bedelleri ödenmeyince elektrik ve suyun kesildiğini, babamın cezaevine girmesinden sonra sırasıyla yaşayarak öğrendim. Bereket, oturduğumuz ev dedemden miras kalmıştı. Yoksa hepten hapı yutmuştuk. 

Annem bu yükün altından kalkabilmek için bir tatlıcıda çalışmaya başladı. Nöbetçi olduğu zamanlar eve geç geliyor, onun yokluğunda kardeşim Pınar’la ben, dışarından ufak bir tıkırtı duyunca çok korkuyorduk. Babasız kaldıktan iki yıl sonra, üçüncü kattaki evimize, gece yarısı bir hırsız girmişti. Annemin odasından gelen boğuşma seslerini duymuş; kardeşim ve ben korkudan o odaya girememiştik. Hırsız da az sonra geldiği balkondan atlayarak kaçmıştı. Annem, adı kirlenmesin diye hırsızdan şikayetçi olamamıştı. Annemin ne demek istediğini anlayamamıştım ama bu olay, evdeki korkularımızı iyice artırmıştı. Ondan sonra annemle aynı odada yatmaya başladık ve yatarken, dış kapıyla birlikte balkon ve yatak odası kapılarını da kilitler olduk. 

O yılın eylülünde, okul açılınca, daha önce sıradan olduğunu sandığım şeylerin, ne kadar büyük birer lüks olduğunu fark ettim. Anneme, “bana okul için yeni kıyafet al” diye tutturmadım. Önceki yıldan kalanları giymeye devam ettim. Artık okula servisle değil, yürüyerek gidip geliyordum. Okul kantinine ise pek uğramıyordum. “Bana ne zaman cep telefonu alacaksın” demeyi ise tamamen unutmuştum. 

Ertesi yılın yazında bir işyerinde çırak olarak çalışmayı düşündüm. 15 yaşından küçük çocukların çalışmasının yasak olduğunu öğrendiğimde, hiçbir işe yaramamanın verdiği eziklikle oturup ağladım. 

Babam tutuklandıktan sonra, kendisini yalnız bir kere görebildim. Babam, anneme gönderdiği mektuplarda, “çocukları bir kere getir göreyim, ondan sonra ölsem bile gam yemem” diyordu. Annem yol parası bulamadığı için bu isteği sürekli erteliyordu. Sonunda benim liseye başlayacağım sene, dedemden kalan, Fatsa’daki üç dönümlük fındık bahçesinden, kendisine düşen payı kardeşlerine satarak yol paramızı çıkardı. Üçümüz birden Edirne’ye gittik. Bayram olduğu için açık görüş yapacaktık. Uzunca bir kuyruktan sonra, ayakkabılarımızı çıkarıp, terlik giyerek duyarlı kapıdan geçtik. Ben ve Pınar’da sorun çıkmadı. Ama duyarlı kapı, annemin kıyafetindeki metal düğmeye öttüğü için, onu, kapalı bir perdenin arkasına aldılar. İki kardeş endişeyle onu bekledik. Neyse ki annemin yanımıza gelmesi de uzun sürmedi. 

Babam bizi görünce, ikimizi birden kucakladı. Bizi, göğsüne bastırarak, öpüp kokladı. Eskisi gibi kuvvetliydi. Ama kokusu evdeki gibi değildi. Sanki o gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Oldukça yaşlanmıştı. Bizim için tıraş olduğu ve en güzel kıyafetlerini giydiği belliydi. Ama ruhundaki ezilmeyi gizleyecek bir şey bulamamıştı. Bir adım ötedeki annem gözyaşları içinde bizi izliyordu. 

Sohbet sırasında, babam derslerimizi sordu. LGS’ye girdiğimi, yüksek bir puan beklediğimi söyledim. Sevindi, “ne olacaksın” dedi. Ben de askeri pilot olacağımı söyledim. Bu cevaba çok sevineceklerini zannederken, hiçbir şey demeden ikisi birden yere baktı. Buna bir anlam veremedim. Meğer, uyuşturucu suçundan mahkûm olan birinin oğlunu, kolay kolay subay yapmazlarmış. Ben bunu çok sonra öğrenecek ve günlerce üzülecektim. 

Görüşme devam ederken, uzun bir düdük çaldı. Ardından “görüşme saati bitmiştir” şeklindeki anons koridor boyunca yankılandı. Bütün mahkumlar ve ziyaretçiler mahşer düdüğü çalmış gibi hüzne kapıldılar. O ses, beni de etkiledi ve babama duyduğum muhabbeti biraz daha artırdı. Pınar’sa o sesi duyduktan sonra babamın boynuna sımsıkı sarılarak ağlamaya başladı. Onları ayırmak epey güç oldu. 

Ankara’ya döndükten bir süre sonra Ayrancı Anadolu Lisesi’ni kazandığımı öğrendim. Bu, babamın cezaevine düştüğü günden sonraki üç yıl boyunca duyduğumuz en güzel haberdi. Allah var, bu haber yalnız bizi değil akrabalarımızı da çok sevindirmişti. Okul başlarken, hepsi el ele verip, benim düzgün bir kıyafetle okula gitmemi sağlamışlardı. Ne var ki, iş bununla bitmiyordu. Okula gidiş mesafem çok uzamıştı ve benim otobüsle gidip gelecek kadar harçlığım yoktu. O yüzden ya okula giderken ya da eve dönerken yürümek zorundaydım. Bir sabah okula giderken, avizeci Nusret Amca beni görüp seslendi:

— Yusuf, Atakule’ye doğru gidiyorum, gel seni de okula bırakayım, dedi.

Mahalleden tanıdık bir esnaf olduğu için hiç tereddüt etmeden arabasına bindim. Yolda bana oldukça sıcak davrandı. Beni indirirken, evle okul arasındaki mesafenin 4.3 km olduğunu söyledi. O kadar mesafeyi yürüyerek nasıl gidebildiğime şaşırdı. Akşam olunca, yürüdüğüm mesafeyi bilsin diye bunu anneme söyledim. Beni övecek zannettim. Ama öyle olmadı. Renkten renge girdi. “O ırz düşmanının arabasına nasıl binersin” diye fena halde çıkıştı. Meğer, o gece evimize giren Nusret’miş. Ve gelme sebebi hırsızlık değil annemmiş. O gece, sabaha kadar uyuyamadım. Sabahleyin anneme görünmeden okula gittim. Nusret denen o rezilin yüzüne bir daha hiç bakmadım.

Dersler, sabahleyin başlayıp ikindiye kadar sürüyordu. Benim öğle yemeğine verecek param da yoktu. Gerçi annem her sabah, çantama ekmek arası bir şeyler koyuyordu ama nedense onu sınıfta açıp yemekten utanıyordum. Çünkü, benden başka hiç kimse böyle bir şey yapmıyordu. Hepsi yemeklerini, kantin ya da yemekhanede yiyorlardı. Dürümü çıkarmak için sınıfın boşalmasını bekliyordum ama bir türlü bu olmuyordu. Biri gidince bir başkası giriyordu sınıfa… Kantine gitmediğim gibi tenis masalarının yanından da geçmiyordum. Çünkü onlar da paralıydı. 

Okulun ilk haftası da ayrı bir dertti. Her öğretmen ilk dersini tanışmaya ayırırdı. Cevap verilecek sorular arasında, “babanız ne iş yapıyor” sorusu da olurdu… Babalarının mesleği iyi olan çocuklar bunu gururla söylerken, kötü olanlar mahcubiyetle cevap verirlerdi. Ama ben ne diyebilirdim ki… Benim babam uyuşturucu ticareti yapmaktan mahkûm diyemiyordum… Bir seferinde, babam tır şoförü diyecek oldum. İki kızın bana “yalan söylüyorsun” der gibi gülerek baktıklarını gördüm. Yerin dibine battım. 

Bu üzüntünün en derinini lise ikide yaşadım. Öğle arası, okulun bahçesinde sohbet ediyorduk. Bir ara, ne olmak istediğimiz konusu açıldı. Herkes, gönlünde yatan aslanı söylüyordu. Tam bana sıra gelmişti ki biri atıldı:

 — Yusuf, sen yakışıklı ve zeki bir adamsın. Onun için senden çok iyi bir uyuşturucu baronu olur, dedi.

Bunu söyleyenin üzerine yürüdüm ama arkadaşlar bırakmadılar. Hak ettiği cevabı onlar verdiler. Yine de o skar ruhuma yapışıp kaldı. 

O sene, adeta hüzün yılımdı. Alt sınıftan bir kızla tanışıp, yakınlaştık. Adı Aysun’du. O’na âşık olmuştum. Sohbet ederken, ailemi sordu. Ona yalan söyleyemezdim. Her şeyi olduğu gibi anlattım. O günden sonra benden adım adım uzaklaştı. Şimdi bizim sınıftan bir oğlanla çıkıyor. Bunun acısını hiç unutamadım. Her gün tazelenen bir acıydı bu. 

Bir de okuldan gelen yardım talepleri var ya… Onlar da benim için tam bir eziyetti. Her seferinde “biz fakiriz, o yüzden yardım yapamıyoruz” demek, ruhumu fena halde yaralıyordu. 

Bütün bunlara rağmen dersler başlayınca, kendimi iyi hissederdim. Çünkü, çalışarak sınıfın en iyilerinden biri olmayı her zaman başarırdım. O sayede arkadaşlarımın bana yaklaştığını görürdüm. Ama yine de kimse benimle birebir arkadaş olmak istemezdi. Grup içinde var olurdum ben. Grubun olmadığı zamanlarda ya kitaplar ya da kalem eşlik ederdi bana…Yazdıklarımı yalnızca Sadi Hocama gösteriyordum, onun eleğinden geçiriyordum. Sanki beni yalnız anlayan oydu. Bir seferinde bana, “liseler arasında ‘mülteci çocuklar’ konulu bir öykü yarışması düzenleniyor, sen de katıl” demişti. Sözünü tuttum, bir öykü yazdım. Yine O’nun eleğinden geçirerek yarışmaya katıldım.  Ne yazık ki Hocam, kalp krizi geçirip vefat etmiş, yarışmanın sonucunu görememişti. Onun yerine dersimize giren Belkıs Hocanın ise yazdığımdan da yarışmaya katıldığımdan da haberi yoktu. 

Bugün son ders edebiyattı. Belkıs Hocanın dersiydi. Neşe içinde sınıfa girdi. Yazdığım öyküden övgüyle söz etti. Yarışmada üçüncü olduğumu söyledi ve beni kutladı. Bütün sınıf dönmüş, bana bakıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra müşfik bir şekilde bana yaklaştı:

—    Yusuf... Bu kadar güzel yazıyorsun da verdiğim öyküyü niye yazmadın? Kendini bana niye anlatmadın? Dedi.

O an gözlerim doldu. Başımı öne eğdim. “Derin acılar dilsizdir” demek geçti içimden. Bunu da söyleyemedim.

Kimseye kendimi anlatamadım. Sen anla beni günlüğüm. 


1 Aralık 2024 Pazar

Satrancın Karanlıkla Yarışı / Mehmet Taştan

15 asır önce, Hint topraklarında hüküm süren genç mihrace Belhet, birbiri ardınca savaşlar kazanıyor, şanına şan katıp, iktidar tacını parlatıyordu. Öylesine hızlı büyüyordu ki, zaferleri yalnız rakiplerinin değil, genç mihracenin de başını döndürüyordu. 

Tecessüsün doruk çağında olmanın verdiği tecrübesizlikle, zaferlerinden söz ederken yalnızca “ben” diyor; savaşlarda hayatlarını kaybeden ya da yaralanan binlerce askere karşı göstermesi gereken vefa borcunu unutuyordu. Bu durum askerde derin bir hoşnutsuzluğa, halkta infiale yol açıyordu.

     Brahman Sissa, “eşref saati” olduğunu sandığı bir vakitte huzura çıktı:

 — Mihracem, siz büyük bir lidersiniz ama hiçbir savaş askersiz  kazanılamaz. Zaferlerinizden söz ederken, onları da hatırlayın. Hatırlayın ki, yalnız ülkelerin değil, gönüllerin de mihracesi olasınız, dedi.

    Belhet’in cevabı müstebitçe oldu:
    — Atın bunu zindana!”

    Ve atıldı. 

Beyin, kafatası hapsinde düşünür. Sissa’da öyle yaptı. Belhet’in karanlığında düşündü. Hayatta mat olmamak için aklını şaha kaldırdı ve satrancı buldu.

Zindanın kalın duvarlarını aşarak ülkeye yayılan satranç, yıllar sonra saraya girdi. Belhet’i de tesirine aldı. Karşılıklı birinci hamleden sonra 400, karşılıklı beşinci hamleden sonra 288 milyar kombinezon oluşturulabilen satranç, Mihrace’de vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. Satrancı icat edenin bulunarak huzuruna getirilmesini istedi.

   Brahman Sissa’yı karşısında gördüğünde şaşkınlığını gizleyemedi: 
    — Seni unutmuştum. Dile benden ne dilersen. 

    Artık iyice yaşlanmış ve dünyadan elini eteğini çekmiş olan Sissa, Mihrace’ye son bir ders vermek istedi:
    — Efendim, satranç tahtamın birinci karesine bir pirinç koyun, sonrakilere sırasıyla 2, 4, 8, 16 şeklinde, bir öncekinin iki katını koyarak satranç tahtamın 64 karesini pirinçle doldurun dedi.

    Belhet isteneni küçümsedi:
    — İstediğin, yaptığını ifsat etti.

    Neyse ki mihracenin imdadına maliyeden sorumlu vezir yetişti: 
    — Aman yapmayın Mihracem, dünyanın bütün pirinç depoları bir araya gelse, bu isteği karşılayamaz.

    Mihrace sayılara göz attığında Sissa’nın zekâsı karşısında dehşetle irkildi: 
    — İstediğin, yaptığından daha acayip” dedi ve Sissa’yı serbest bıraktı. 

    Sissa, bir akıl oyunuyla kurtulsa da ilk örneğine M.Ö. 17. yüzyılda Mısır’da, HzYusuf’un bir iftira yüzünden on iki yıl kaldığı yer olarak rastlanan zindanın karanlığı üç bin yıldan fazla sürdü. 

Güzelliğinin perdesinde tüm sırları saklayan ve dışarıya ışıklar saçan Themis’in, gözleri bağlı biçimde, elinde kılıcı ve terazisi ile insanlara mutlu ve mutsuz yaşama paylarını dağıttığına inanılan Antik Yunan’da da karanlığın tonu piramitler ülkesinden pek farklı değildi.

Ortaçağ Avrupa'sında ise, suçlulara, ölüm, işkence ve sürgün cezaları uygulanıyordu. Kilisenin, kapısından kovulup bacasından giren satranca izin verilmesiyle eş zamanlı olarak, bu yaptırımlara bir de zindan cezası eklendi. Kişinin sosyal statüsüne göre, şato ya da manastır mahzenlerinde çekilen bu ceza, bireyin toplumdan tamamen tecrit edilmesi ve akıbetinin belirsizleşmesi demekti. 

Doğudan yükselen güneşle Reform ve Rönesans yüzyılına uyanan batı, kilisenin etkisinden uzaklaşabildiği ölçüde mahkumların da insan olduğu gerçeğini hatırlayacaktı.

Birey için, golf sahasındaki küçük top gibi, otoritenin elindeki sopadan yediği darbeyle yuvarlandığı ve genellikle çürümeye terk edildiği çukur olan zindanın, süresi ve şartları belirlenmiş bir cezaevine dönüşmesi için,  Kalvinizm mezhebinin doğması gerekecekti. 

Çürüme ya da nihai kararı bekleme yeri olan zindan konusundaki ezber, bu mezhebin etkisiyle, 16.yüzyılda deniz seviyesi altındaki topraklar ülkesi olan Hollanda'da bozuldu. Kadın cezaevi, Amsterdam Spinnhaus’da yazılı “Korkma! Kötülüğe karşılık vermeyeceğim, aksine iyiye zorlayacağım. Ellerim serttir. Hissiyatım sevgi doludur” anlayışı, modern cezaevi sürecinde, taşın suda oluşturduğu ilk halka oldu.

Kuvvet mıknatıstır çeker, akıl da öyle... Hollanda’da zuhur eden bu rasyonel yaklaşım, satrancı “bilgeliğin ölçüsü” diye tanımlayan Goethe’nin ülkesinde hemen yankısını buldu. Almanya’da birbiri ardınca yeni cezaevleri kuruldu.

Bu olumlu hava dalgası yayılma eğilimi göstermişken, kum saati tersine döndü. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar, yaygın fakirlik, harpler sebebiyle başıboş kalan insanların işlediği suçlar, kıtalar arası göçler, ülkelerde meydana gelen sosyal ve siyasal çalkantılar, merkantilistlerin -ucuz iş gücü olarak gördükleri- mahkûmlar karşısında kabaran iştahı, Hollanda dışındaki Avrupa ülkelerinde cezaevi şartlarını 19. asrın başlarına kadar olumsuz şekilde ve ağır biçimde etkiledi. 

Bütün bu yaşananlar, zindan sözündeki o süngersi emicilikle, romancıların kaleminden bengisu içti.

Çok zaman sonra, aynı adla sinemaya da aktarılan, Alexandre Dumas’ın 1845’te yazdığı, Monte Kristo Kontu romanında, aklın sembolü satrançla, çürümenin sembolü If şatosu bir araya geldi. Sadece bilge kişinin adı Sissa yerine, Faria olmuştu bu kez… Tabii golfun ustası, aristokratlar da unutulmamıştı o romanda…

Ekmek hırsızlığı suçundan on dokuz yıl hapis yatan Jan Valjan’ın hayatının anlatıldığı Sefiller romanı yayınlandığında, Sen Nehri bir vaftiz havuzuna dönüşmüştü Fransa'da. 

Zindanla satrancın yüzleştirilmesi ise Stefan Zweig’e kaldı. 1942’de yayınlanan Satranç’ın roman kahramanı, genlerini Sissa’dan almış gibiydi. Gestapo tarafından hücreye kapatılan Dr. B, ele geçirdiği satranç kitabındaki bütün oyunları zihninden oynayarak kendisini çıldırmaktan kurtarıyordu.  

Bu romanları, Michel Foucault’ın, cezalandırmada tasfiyeden terbiyeye geçiş sürecini anlattığı Hapishanenin Doğuşu adlı kitabı takip etti. Eser, idam mahkûmu Damiens'ın, halkın gözü önünde paramparça edilmesiyle başlıyordu. 1757 Paris’inde yaşanan bu vahşet, Fransız devrimiyle gelen giyotinin niçin modern bir infaz yöntemi olarak görüldüğünü ve insan merkezli infaz sistemine varabilmek için ne kadar ağır bedeller ödendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. 

Osmanlı Devleti de batılılaşma hareketlerinin yoğun şekilde yaşandığı 19. yüzyılda makas değiştirdi ve Islahat Fermanıyla birlikte kurumsal anlamda hürriyeti bağlayıcı cezayla tanıştı. Tersane Zindanının yerini “Bekir Ağa Bölüğü” namıyla maruf Beyazıt Tevkifhanesi aldı. Ancak, sistemin, modernleşmesi ve yerleşik hale gelmesi, Cumhuriyet döneminde süreklilik arz eden çalışmalarla sağlanabildi. 

Mahkûmu, ıslah ve iyileştirilmede ilk adım, onun bir nesne değil özne olduğunun idrakiyle atıldı. Cezaevi algısı değişti. Mahkûmun kaderine terk edildiği “kodes” olmaktan çıkarıldı. Onun güvenli ve vasıflı bir şekilde barınacağı, sağlıklı yaşayacağı, hastalandığında tedavi olabileceği, eğitimini sürdürebileceği, meslek edinebileceği ve yeniden sosyal hayata hazırlanacağı ceza infaz kurumlarına dönüştü. Islah ve iyileştirmeyi temin için çeşitli iş kolları yanında, uzman kişilerin istihdam edildiği psiko-sosyal servisler kuruldu. Meslek edindirme kursları, eğlence programları, yarışmalar cezaevlerinin rutini haline geldi.

Kalite hareketi, koğuş sisteminden, oda sistemine geçişle başladı. Terör ve çete batağına saplanmış kenar kültürün çocuklarını, merkezin tahammül edilebilir bir eksenine oturtabilme çabasının ürünü olan, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarıyla ivme kazandı.

Satrancın okullara ders olarak girdiği iki binli yılların başında, cezaevlerinde tekli yönetim anlayışından vazgeçildi. İdari kararları mutat şekilde yargı denetimden geçen, uluslararası gözlem heyetlerinin ve izleme kurullarının ziyaretlerine açık, basının ve sivil toplum örgütlerinin sürekli gündemde tuttuğu kurumlar olarak taşındı günümüze.  

Rafine bir tercihle cezaevi bütün unsurlarıyla yenilenirken, şiirlerin, türkülerin dilinde eski günlerine takılı kaldı. Karanlık, zindan, pranga, kelepçe, zincir, demir parmaklık, gardiyan, bu mekânın beylik sözleri oldu daima.

Kimi içerden, “beni uzaklarda arama anne” diye seslendi; kimi dışarıda, sevgiliyi cezaevine benzeterek “ben sende tutuklu kaldım” dedi.

İşin asıl kötüsü, bilerek bilmeyerek, hapishaneyi insanın kendi içine taşımasıdır” diyen Nazım Hikmet de geçti hapisten; “Elimde kelepçe, boynumda zincir / Zincir sallandıkça her yanım incir” diyen Kerkük Türküsü de…

Yafta, malta, maruzat gibi cezaevi jargonunu kullanarak yazdığı şiirde; “Yeryüzü boşaldı, kalan biz miyiz? / Güneşe göç var da habersiz miyiz?” diye üst üste sorular soran Necip Fazıl, kaldığı koğuşu tarif ederken “Garip pencerecik, küçük, daracık; / Dünyaya kapalı, Allah’a açık” beytiyle farklı bir yorumun da penceresini açtı hapisten... 

Simdi, anıları kekremsi bir tat veren o hüzünlü geçmişin kıyısında gezerken, cezaevi olmayan bir toplum düşüyle bitirmek isterdim bu yazıyı. Ama bu imkânsız...

Bari Sissa’nın gözde öğrencisi Kasparov’u, bilgisayar başında pes ettiren kolektif aklın, suçu ve suçluyu en aza indirmesini dileyelim. 

* Bu yazı, Akademi Kürsü Dergisinin 18. sayısında yayınlanmıştır.