18 Temmuz 2025 Cuma

Tarihe Hangi Pencereden Bakmalı / Mehmet Taştan

Bundan bir süre önce dinlediğim bir konferansta konuşmacı, insanlık tarihini üç döneme ayırıyordu. Bunları sırasıyla, tanrı merkezli dünya, insan merkezli dünya, şehvet merkezli dünya olarak tanımlıyordu. Descartes’tan ödünç aldığı bir aforizmaya esneklik kazandırarak, bunlardan birincisine “İnanıyorum öyleyse varım,” ikincisine “düşünüyorum öyleyse varım,” üçüncüsüne “görünüyorum, öyleyse varım” anlayışının hâkim olduğunu söylüyordu. Ona göre, insan en çok tanrı merkezli dünyada mutluydu. Bu anlayıştan uzaklaştıkça insanın mutluluğu azaldı. Şehvet merkezli dünyayla birlikte saadet dibe vurdu. Mutluluğun yerini bireyin bütün mahremiyetini yok eden, sosyal medya ya da başka yollarla görünme isteğini tavan yaptıran postmodernizm aldı. İnsana mutsuzluk getiren postmodernist yaşam, bütün kötülüklerin kaynağı oldu. Muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, Suud iktidarı tarafından, İstanbul Başkonsolosluğunda katledilmesi de post modernizmin doğurduğu bir sonuçtu.

Olgular ispatlanabilirdi ama değer yargıları asla... O yüzden, insanın tarihsel süreç içerisinde hangi dönemlerde daha çok mutlu olduğuna dair kanaati tartışmaya açmak mümkün değildi. Ancak bu kanaatin, olgusal temelinin Kaşıkçı Cinayetine dayandırılması, paradigmayı iflasa sürüklüyordu. Zira, tanrı merkezli dünyanın saadet asrında yaşamış olan dört halifeden üçü eceliyle ölmeyip katledilmişlerdi. Emevîler döneminde yaşayan Gaylan da -tıpkı Kaşıkçı gibi- muhalif kaldığı siyasi iktidarın baskısı nedeniyle ülkesini terk etmiş; Ermenistan’da yakalanıp Şam’a getirilmiş; elleri ve ayakları kesilerek vahşice öldürülmüştü.

Cicero der ki, “dava sadakati tekdir, dostluğu yoktur.” O nedenledir ki, güncel ya da tarihsel hadiseleri, gerçeği öğrenmek niyetiyle değil de savunduğumuz görüşü haklı çıkarmak gayretiyle okuduğumuzda, varacağımız sonuçların hakikatle örtüşmesi yerine davaya hizmeti önem kazanır. Öyle ki, amaca hizmet etmeye uygun hale getirilmiş bir gerçeğin, hakikatle bağının koparılmış olmasının hiçbir önemi kalmaz.

Bunun en uç örneğini 3. Mehmet’in yaptığı kardeş katliamının anlatımında görürüz. Şöyle ki, 3. Mehmet, 1595'te tahta çıkınca, aklı eren şehzadeler tebrik etmek için saraya giderler. O görüşme sırasında abilerine “bizi öldürme” derler. Ne yazık ki bu talep, “
halife-i ruyi zemin” sıfatını da taşıyan padişahta olumlu yankı bulmaz. ilk işi, 19 kardeşini boğdurmak olur. Boğulanlar arasında, cellatlara, "kestanelerimi bitireyim de öyle götürün" diyecek kadar küçük olan da vardır, annesinin memesini emerken öldürülen de… Ki katledilenlerin çoğu zaten bebektir. Kadı Bostanzade Yahya, bu kan donduran hadiseyi, vicdanına kezzap döküp şöyle anlatır: “Mübarek Padişahımız öyle merhametliydi ki, 19 kardeşini Cennet Kayığına bindirdi.”

Bu tür vahşetler, belli bir zaman veya mekanla da sınırlı değildir. Tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde karşımıza çıkabilir. 1. Yüzyıl Roma’sında olduğu gibi taraflar arasındaki yakınlık derecesi de sonucu değiştirmez. Muhteris bir kadın olan Agrippina, dul ve bir çocuklu olmasına rağmen saraya girip İmparator Claudius’la evlenmeyi başarır. Bununla da yetinmeyip önceki eşinden olan oğlu Nero’nun veliaht gösterilmesini sağlar. Ardından Claudius'u mantarla zehirleyerek öldürür. Böylesi bir entrikalar zinciri sonunda tahta oturan Nero, annesinin devlet işlerine karışmasını yasaklar. Bu dışlanmayı kabullenemeyen anne, oğlunu tahtan indirip yerine, tahtın gerçek varisi olan Claudius'un oğlu Britannicus'u geçirmek için uğraşır. Nero, genç râkibini zehirleyerek öldürmek suretiyle bu çabaya son verir. Ancak Britannicus'un ölümü bile annenin hırslı kişiliğini törpülemeye yetmez. Tutar bu kez, oğlunun Sabine ile evlenmesine karşı çıkar. Kararından vazgeçmeyen Nero, bu işi engellemeye çalışan annesini intihar süsü vererek idam ettirir. Nero’nun günah galerisinde iki de eş cinayeti vardır.

Doğu Roma’daki tablo da batıdakinden pek farklı değildir. 13. Yüzyılın son çeyreğinde gün yüzüne çıkan 2. İsaakimparator naibini öldürdükten sonra kaçarak Ayasofya Kilisesine sığınır. Orada verdiği söylevle başlattığı isyanın lideri olarak mabetten çıkar. Bizans imparatorunu yakalatır. Kalın zincirlere bağlatır. Sağ elini kestirip sağ gözünü çıkartır. Günlerce linç ettirip acımasızca öldürdükten sonra onun yerine oturur. Başa geçtikten on sene sonra kardeşi Aleksis tarafından darbe ile tahtan indirilir. Gözleri oyulup zindana atılır.

Konstantin’den Moskova’ya geçelim. Tarih 1581’i gösterirken, Rus Çarı Korkunç İvan, gelini Yelena’yı öylesine gaddarca döver ki, hamile kadın bebeğini düşürür. Ondan bir gün sonra da elindeki asayla, oğlu İvan İvanoviç’in kafasına vurup öldürür.

Konuşmacının, din ya da düşüncenin egemen olduğunu söylediği, seküler tarihçilerin ise “orta çağ” ya da “yakın çağ” adını verdiği yüzyıllarda, otoritenin gazabına yalnızca gücün yakınındakiler uğramamıştır. Dönemin yerleşik yargılarına aykırı düşünceler ileri sürenler de o tufandan kendilerine düşen payı almışlardır.

1154’te İran’ın Zencân şehrinde doğup, Halep’te tarih sahnesine çıkan Sühreverdî  Maktûl bunlardan biridir. Selahattin Eyyübi’nin oğlu gibi, Muhyiddin Arabî gibi dönemin parlak simalarıyla dostluk kuran düşünür, eğitim sürecinde sevilip sayılan bir kişidir. Ancak eserleri gün yüzüne çıkıp, ulema meclislerinde görüşlerini açıkladıkça talih rüzgârı tersten esmeye başlar. Filozofların fikirlerini cüretkâr bir şekilde savunup, karşı çıkanları cahillikle suçlaması sonun başlangıcı olur. “Bilgisi çok, aklı kıt biri” diye tanımlanır. Sapıklık ve zındıklıkla suçlanır. Dini ifsat ettiği gerekçesiyle sicimle boğularak öldürülür.

Halep’te Sühreverdi için "ölüm selası" verilmesinden dört yüz yıl sonra Roma’da çanlar Bruno için çalmaya başlar. O bir şair ve filozoftu. İlk gençliğinde Dominikan tarikatına bağlıyken, Kopernik sistemiyle tanıştıktan sonra görüşleri yön değiştirdi. Kapalı evren düşüncesini benimseyen kilisenin kabullerine aykırı düşen sonsuz evren görüşünü benimsediği, evrende dünya dışında başka gezegenlerin de var olunduğunu söylediği için dinsel sapkınlıkla suçlandı. Engizisyonun hışmından kurtulabilmek için sürekli yer değiştirdi. Roma’dan Cenevre’ye, Paris’ten Londra’ya uzanan korku dolu bir sürgün hayatı yaşadı. Sonunda yine Roma’ya geldi. Tanrı ve evren hakkındaki düşünceleri nedeniyle Engizisyon’da yargılandı. Görüşlerinden vaz geçmediği için ölüme mahkûm edildi. Cezanın infaz edileceği yere götürülürken, yol boyunca toplanan kalabalıklara hiçbir şey söylemesin diye yüzüne demir maske geçirildi. Sonradan Çiçekçiler Meydanı olacak yerde diri diri yakılarak öldürüldü. Ama yapılan engellemelere rağmen, O’na ait birçok söz, günümüze kadar geldi. “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" cümlesi de bunlardan biriydi.

Çağların değişmesi, gücü elinde tutanların, halkanın dışında kalanlara yönelik uygulamalarında, kayda değer bir ilerleme sağlamadı.. Yakın geçmişte de ötekilere düşman hukuku uygulanmaya devam etti.

Ülkeye, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” getirsin diye 1789’da ilan edilen Fransız Devrimi, Jakobenlerin lideri olan Robespierre’in elinde, adeta bir insan kıyma cihazına dönüştü. İlk önce Kral 16. Lui’nin boynuna inen giyotin, yirmi bin kişinin kafasını koparıncaya kadar hiç susmadı. Artık, hukuk siyasetin fahişesi olmuştu. Jakobenler hain bulmakta değil de cellat bulmakta zorlanıyordu. Öyle ki Robespierre, yapılan infazları eleştirdiği için en yakın yoldaşı Danton’a bile “hain” damgasını vurmuştu. Giyotine giderken, “devrim kendi evlatlarının başını yiyor” diyen Danton’un ölümü, Robespierre için de sonun başlangıcı oldu. Kralın başının kesilmesiyle işlemeye başlayan devrim giyotini en son Robespierre’ın boynuna inerek sustu.

Son Rus Çarı 2. Nikolay, 1917 Şubat Devriminden kısa bir süre sonra kardeşi lehine tahtan çekildiğini açıkladı. Yerine geçmesi beklenen kardeşi bu görevi reddedince çarlık dönemi fiilen sona erdi. Ancak Bolşevik devriminin üzerinden bir buçuk yıl geçmesine rağmen, çarı ve ailesini affetmediler. Dönemin Başkenti St Petersburg’un 2500 km doğusundaki Yekaterinburg’ta bir evde saklanan çarı, eşini ve beş çocuğunu, hizmetlerini gören dört kişiyle birlikte kurşuna dizdiler. Öldürüldükten sonra yaktıkları cesetleri ormanlık alana gömdüler.

Evrende milyonlarca galaksinin varlığını keşfeden insanlık, aynı ülkede bile barış içinde yaşamayı öğrenemedi. Mısırda, selefilik çizgisinin yeni öncülerinden olan Seyit Kutup, eserleri nedeniyle 1966’da idam edilirken; İranlı genç kız Mahsa Amini, başörtüsüz bir yaşamı tercih ettiği için, 2022’de ahlâk polisi tarafından gözaltına alınıp işkenceyle öldürüldü.

Mekâna tutulan mercek yaklaştırılıp kıtalar dolaştıkça, yürek burkan acıların sayısı da artıyor. Ülkelerin gelişmişlik seviyesi de bu acıyı azaltmıyor; ABD’nin Filistin’de, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı gibi mahiyetini değiştirip daha katmerli hale getiriyor.

Belki acıdan arındırılmış bir dünyayı hiç kimse göremeyecek. Ama devralıp yaşadığımızdan daha güzel bir dünya kurabiliriz. Bunun yolu da geçmişi biçimlendirmekten vaz geçip, onu olduğu gibi kabul etmekle başlar. İzafiyetin ahlakta değil de fizikte geçerli olduğunu bilip, kim olduğuna bakmadan her insanın acısını duymaktan geçer. Vicdanındaki ilahi sese kulak veren her insanla el ele vermekle olgunlaşır. Tarih boyunca yaşanan acıların verdiği derslerle şekillenmiş olan insan haklarını korumakla menzile varır.

Hülasa, dünyaya düz bir pencereden değil, bir cihannümadan bakmaktan geçer. 

(*) Bu yazı, Edebiyat Ortamı Dergisinin 105. sayısında yayınlanmıştır. 

1 yorum:

  1. Yazınızda değindiğiniz olayların özü bir yana yaşanmış ve yaşanmakta olan dehşet niteliğindeki öldürmeler dile getirilmiş; her bir olayın özü itibariyle neden olduğu acı ve ızdırapların kısa anlatımları, olayların görünen vehameti ardındaki gerçeklere karşı acının burukluğuyla motive edilmiş bir ilgiyi ortaya çıkarmaktadır.
    Anlatılanların her biri, farklı dünya görüşlerinin, farklı düzenlerin yaşattıkları. Bunların her birinin özü itibariyle değerlendirilmesinden bağımsız olarak içinde barındırdığı şiddetin ve neden olduğu acıların teşhiriyle ne yazık ki insan kaynaklı bu acı gerçeklerle yüz yüze geliyoruz. İnsana vermiş olduğu acı ve bundan kurtuluş tasası da yine insanların üzerine kalmış oluyor. Elbette bu sorumlulukla konuyu ele alarak, bunu gönüllü olarak yüklenmiş bulunuyorsunuz.
    “Mekâna tutulan mercek yaklaştırılıp kıtalar dolaştıkça, yürek burkan acıların sayısı da artıyor. Ülkelerin gelişmişlik seviyesi de bu acıyı azaltmıyor; ABD’nin Filistin’de, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı gibi mahiyetini değiştirip daha katmerli hale getiriyor.” İfadenizle bu şiddet ve acının mutlak olduğu kabul edilmiş oluyor.
    Bu anlatımlar içinde gücünün yettiği şiddeti uygulayanların eksik yönlerinin, empati duygusu olduğu bir gerçek. Kendi dışındakileri her türlü kötülüğe müstahak gördükleri halde, kendilerinin en iyi, en doğru oldukları inancı en büyük yanılgıları olmaktadır. Zira, karşı pencereden de kendi gördüklerinin aynısının görüldüğünü ne yazık ki anlamıyor-anlayamıyorlar. Doğanın döngüsünde var olan “karşıtların birliği” çelişkisinin ölümle-yaşam birlikteliği de bir gerçekken, bir doğa gerçeği olan bu birlikteliği yadsıyıp tek kanatla uçuş sağlanamayacağının bilinmesi gerekiyor.
    Tarihte ve günümüzdeki şiddet uygulamalarının bilinmesi, ifade edilmesi ve teşhirlerle mutlaka bir tepki görmesi beklenir. Ancak, dünya üzerindeki en büyük tekelleşmeler, bu denli gelişmiş internet ağlarına rağmen haber ajansları alanında oluşmuştur. Ne yazık ki olaylar, hiç de objektif şekilde bilinememekte, beklendiği-sunulduğu haliyle tek yanlı bakış ve değerlendirmelere neden olabilmektedir. Bunun sonucu olarak da her zaman “biz”, en haklı en mağdur olmaktayız.
    Her zaman haklı olan “biz” den kurtulmak, empati duygusuna sahip olabilmekle mümkün olabilecektir. Dikkat ederseniz benim değindiğim hususlarla sizin belirttiğiniz “insan haklarını korumak”, “dünyaya düz bir pencereden değil, bir cihannümadan bakmaktan geçer.” deki ifadeler farklı olsa da aynı yere çıktığı rahatlıkla görülebiliyor.
    Yazınızda değinilen tarihi süreçten günümüze yaşanmış ve yaşanmakta olan şiddet ve doğurduğu acıların her biri, belki ciltler dolusu kitaplara konu olabilecek genişliktedir. En zor olan şey bunun birer paragrafla anlatılmaya çalışılmasıdır. Dehşet niteliğindeki olaylardan fazlaca etkilenen insan doğal olarak daha fazla ayrıntı bekliyor. Yaratılan merak hissini tam doyurmasa da kaynak gösterme ve okuma yönlendirmeleriyle daha faydalı olunabileceğini düşünüyorum.
    Yazım kuralları açısında oldukça usta işi olduğu konusunda hiç şüphe yok. Büyük emek ve sorumluluk gerektiren insanlığın en uç noktalarda yaşanmış vahşet ve acıları konu edinmiş olmanız takdir edilecek bir seçim. İnsanlıkla daha ne kadar yol arkadaşlığı yapacağı bilinmez bu acıları tasa edinip üzerinde kafa yorup düşünüp yazıya dökmede gösterdiğiniz sorumluluğunuzu kutluyorum.
    Saygılarımla.

    YanıtlaSil