Bundan bir süre önce dinlediğim bir konferansta konuşmacı, insanlık tarihini üç döneme ayırıyordu. Bunları sırasıyla, tanrı merkezli dünya, insan merkezli dünya, şehvet merkezli dünya olarak tanımlıyordu. Descartes’tan ödünç aldığı bir aforizmaya esneklik kazandırarak, bunlardan birincisine “İnanıyorum öyleyse varım,” ikincisine “düşünüyorum öyleyse varım,” üçüncüsüne “görünüyorum, öyleyse varım” anlayışının hâkim olduğunu söylüyordu. Ona göre, insan en çok tanrı merkezli dünyada mutluydu. Bu anlayıştan uzaklaştıkça insanın mutluluğu azaldı. Şehvet merkezli dünyayla birlikte saadet dibe vurdu. Mutluluğun yerini bireyin bütün mahremiyetini yok eden, sosyal medya ya da başka yollarla görünme isteğini tavan yaptıran postmodernizm aldı. İnsana mutsuzluk getiren postmodernist yaşam, bütün kötülüklerin kaynağı oldu. Muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, Suud iktidarı tarafından, İstanbul Başkonsolosluğunda katledilmesi de post modernizmin doğurduğu bir sonuçtu.
Olgular ispatlanabilirdi ama değer yargıları asla... O yüzden, insanın tarihsel süreç içerisinde hangi dönemlerde daha çok mutlu olduğuna dair kanaati tartışmaya açmak mümkün değildi. Ancak bu kanaatin, olgusal temelinin Kaşıkçı Cinayetine dayandırılması, paradigmayı iflasa sürüklüyordu. Zira, tanrı merkezli dünyanın saadet asrında yaşamış olan dört halifeden üçü eceliyle ölmeyip katledilmişlerdi. Emevîler döneminde yaşayan Gaylan da -tıpkı Kaşıkçı gibi- muhalif kaldığı siyasi iktidarın baskısı nedeniyle ülkesini terk etmiş; Ermenistan’da yakalanıp Şam’a getirilmiş; elleri ve ayakları kesilerek vahşice öldürülmüştü.
Bu tür vahşetler, belli bir zaman veya mekanla da sınırlı değildir. Tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde karşımıza çıkabilir. 1. Yüzyıl Roma’sında olduğu gibi taraflar arasındaki yakınlık derecesi de sonucu değiştirmez. Muhteris bir kadın olan Agrippina, dul ve bir çocuklu olmasına rağmen saraya girip İmparator Claudius’la evlenmeyi başarır. Bununla da yetinmeyip önceki eşinden olan oğlu Nero’nun veliaht gösterilmesini sağlar. Ardından Claudius'u mantarla zehirleyerek öldürür. Böylesi bir entrikalar zinciri sonunda tahta oturan Nero, annesinin devlet işlerine karışmasını yasaklar. Bu dışlanmayı kabullenemeyen anne, oğlunu tahtan indirip yerine, tahtın gerçek varisi olan Claudius'un oğlu Britannicus'u geçirmek için uğraşır. Nero, genç râkibini zehirleyerek öldürmek suretiyle bu çabaya son verir. Ancak Britannicus'un ölümü bile annenin hırslı kişiliğini törpülemeye yetmez. Tutar bu kez, oğlunun Sabine ile evlenmesine karşı çıkar. Kararından vazgeçmeyen Nero, bu işi engellemeye çalışan annesini intihar süsü vererek idam ettirir. Nero’nun günah galerisinde iki de eş cinayeti vardır.
Doğu Roma’daki tablo da batıdakinden pek farklı değildir. 13. Yüzyılın son çeyreğinde gün yüzüne çıkan 2. İsaak, imparator naibini öldürdükten sonra kaçarak Ayasofya Kilisesine sığınır. Orada verdiği söylevle başlattığı isyanın lideri olarak mabetten çıkar. Bizans imparatorunu yakalatır. Kalın zincirlere bağlatır. Sağ elini kestirip sağ gözünü çıkartır. Günlerce linç ettirip acımasızca öldürdükten sonra onun yerine oturur. Başa geçtikten on sene sonra kardeşi Aleksis tarafından darbe ile tahtan indirilir. Gözleri oyulup zindana atılır.
Konstantin’den
Moskova’ya geçelim. Tarih 1581’i gösterirken, Rus Çarı Korkunç İvan, gelini
Yelena’yı öylesine gaddarca döver ki, hamile kadın bebeğini düşürür. Ondan bir
gün sonra da elindeki asayla, oğlu İvan İvanoviç’in kafasına vurup öldürür.
Konuşmacının, din ya da
düşüncenin egemen olduğunu söylediği, seküler tarihçilerin ise “orta çağ” ya da
“yakın çağ” adını verdiği yüzyıllarda, otoritenin gazabına yalnızca gücün
yakınındakiler uğramamıştır. Dönemin yerleşik yargılarına aykırı düşünceler ileri sürenler de o tufandan kendilerine düşen payı almışlardır.
1154’te İran’ın Zencân
şehrinde doğup, Halep’te tarih sahnesine çıkan Sühreverdî Maktûl bunlardan
biridir. Selahattin Eyyübi’nin oğlu gibi, Muhyiddin Arabî gibi dönemin parlak
simalarıyla dostluk kuran düşünür, eğitim sürecinde sevilip sayılan bir kişidir. Ancak eserleri gün yüzüne çıkıp, ulema meclislerinde görüşlerini
açıkladıkça talih rüzgârı tersten esmeye başlar. Filozofların fikirlerini
cüretkâr bir şekilde savunup, karşı çıkanları cahillikle suçlaması sonun
başlangıcı olur. “Bilgisi çok, aklı kıt biri” diye tanımlanır. Sapıklık ve
zındıklıkla suçlanır. Dini ifsat ettiği gerekçesiyle sicimle boğularak öldürülür.
Halep’te Sühreverdi için "ölüm selası" verilmesinden dört yüz yıl sonra Roma’da çanlar Bruno için
çalmaya başlar. O bir şair ve filozoftu. İlk gençliğinde Dominikan tarikatına
bağlıyken, Kopernik sistemiyle tanıştıktan sonra görüşleri yön değiştirdi. Kapalı
evren düşüncesini benimseyen kilisenin kabullerine aykırı düşen sonsuz evren
görüşünü benimsediği, evrende dünya dışında başka gezegenlerin de var
olunduğunu söylediği için dinsel sapkınlıkla suçlandı. Engizisyonun hışmından
kurtulabilmek için sürekli yer değiştirdi. Roma’dan Cenevre’ye, Paris’ten
Londra’ya uzanan korku dolu bir sürgün hayatı yaşadı. Sonunda yine Roma’ya
geldi. Tanrı ve evren hakkındaki düşünceleri nedeniyle Engizisyon’da
yargılandı. Görüşlerinden vaz geçmediği için ölüme mahkûm edildi. Cezanın
infaz edileceği yere götürülürken, yol boyunca toplanan kalabalıklara hiçbir
şey söylemesin diye yüzüne demir maske geçirildi. Sonradan Çiçekçiler Meydanı
olacak yerde diri diri yakılarak öldürüldü. Ama yapılan engellemelere rağmen,
O’na ait birçok söz, günümüze kadar geldi. “Tanrı, iradesini hâkim kılmak
için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi
iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" cümlesi de bunlardan biriydi.
Çağların değişmesi, gücü
elinde tutanların, halkanın dışında kalanlara yönelik uygulamalarında, kayda
değer bir ilerleme sağlamadı.. Yakın geçmişte de ötekilere düşman hukuku
uygulanmaya devam etti.
Ülkeye, “özgürlük,
eşitlik, kardeşlik” getirsin diye 1789’da ilan edilen Fransız Devrimi,
Jakobenlerin lideri olan Robespierre’in elinde, adeta bir insan kıyma cihazına
dönüştü. İlk önce Kral 16. Lui’nin boynuna inen giyotin, yirmi bin kişinin
kafasını koparıncaya kadar hiç susmadı. Artık, hukuk siyasetin fahişesi
olmuştu. Jakobenler hain bulmakta değil de cellat bulmakta zorlanıyordu. Öyle
ki Robespierre, yapılan infazları eleştirdiği için en yakın yoldaşı Danton’a
bile “hain” damgasını vurmuştu. Giyotine giderken, “devrim kendi
evlatlarının başını yiyor” diyen Danton’un ölümü, Robespierre için de sonun
başlangıcı oldu. Kralın başının kesilmesiyle işlemeye başlayan devrim giyotini
en son Robespierre’ın boynuna inerek sustu.
Son Rus Çarı 2. Nikolay,
1917 Şubat Devriminden kısa bir süre sonra kardeşi lehine tahtan çekildiğini
açıkladı. Yerine geçmesi beklenen kardeşi bu görevi reddedince çarlık dönemi
fiilen sona erdi. Ancak Bolşevik devriminin üzerinden bir buçuk yıl geçmesine
rağmen, çarı ve ailesini affetmediler. Dönemin Başkenti St Petersburg’un 2500
km doğusundaki Yekaterinburg’ta
bir evde saklanan çarı, eşini ve beş çocuğunu, hizmetlerini gören dört kişiyle birlikte kurşuna
dizdiler. Öldürüldükten sonra yaktıkları cesetleri ormanlık alana gömdüler.
Evrende
milyonlarca galaksinin varlığını keşfeden insanlık, aynı ülkede bile barış içinde yaşamayı öğrenemedi. Mısırda, selefilik çizgisinin yeni öncülerinden olan Seyit Kutup, eserleri nedeniyle
1966’da idam edilirken; İranlı genç kız Mahsa Amini, başörtüsüz bir yaşamı
tercih ettiği için, 2022’de ahlâk polisi tarafından gözaltına alınıp işkenceyle
öldürüldü.
Mekâna
tutulan mercek yaklaştırılıp kıtalar dolaştıkça, yürek burkan acıların sayısı
da artıyor. Ülkelerin gelişmişlik seviyesi de bu acıyı azaltmıyor; ABD’nin
Filistin’de, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı gibi mahiyetini değiştirip daha
katmerli hale getiriyor.
Belki
acıdan arındırılmış bir dünyayı hiç kimse göremeyecek. Ama devralıp yaşadığımızdan
daha güzel bir dünya kurabiliriz. Bunun yolu da geçmişi biçimlendirmekten vaz
geçip, onu olduğu gibi kabul etmekle başlar. İzafiyetin ahlakta değil de fizikte geçerli olduğunu bilip, kim olduğuna bakmadan her insanın acısını duymaktan geçer. Vicdanındaki
ilahi sese kulak veren her insanla el ele vermekle olgunlaşır. Tarih boyunca yaşanan
acıların verdiği derslerle şekillenmiş olan insan haklarını korumakla menzile varır.
Hülasa, dünyaya düz bir pencereden değil, bir cihannümadan bakmaktan geçer.
(*) Bu yazı, Edebiyat Ortamı Dergisinin 105. sayısında yayınlanmıştır.
