İnsanlık, ikinci dünya savaşında kıyameti gördü. Savaş bittiğinde 60 milyon insan bir daha evine dönemedi. Çünkü hepsi ölmüştü. Geriye dönebilenlerin büyük bir kısmı da vücut bütünlüğünü kaybetmişti.
Yaşananlardan ders çıkarılmış gibi bir hava vardı. Böylesi savaşlar ve soykırımlar bir daha yaşanmasın diye çareler aranıyordu. Bu hava, Avrupa ülkelerini de etkiledi. Yedi milyon, Yahudi, Polonyalı ve özürlünün öldürüldüğü Nazi Soykırımına benzer vahşetlerin kökünü kazımak ve insan haklarını korumak için bir araya gelen on ülke, Avrupa Konseyini kurdu. Konseyin kurucu belgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiydi.
Sovyetlerin, boğazlarımızı ve iki
şehrimizi istemesinin itici etkisiyle batıya yönelen Türkiye de konseye
erken dönemde üye oldu.
Nazi kampından sağ çıkmayı başaran
Wiessel, “tarih hatırlanmazsa o çaresizlikler bir daha yaşanır” demişti.
Sözleşme, buna bir basamak daha ekliyor, o acıların yeniden yaşanmaması için
etkili bir adres gösteriyordu. O adres, üye devletlerde, hakları ihlal
edilenlerin çalacağı son kapı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiydi. Bulunduğu
şehirden dolayı Strazburg Mahkemesi diye anılan bu mahkemenin kararları üye
ülkeler için bağlayıcıydı.
Mahkeme, "Avrupa kamu düzeninin anayasal aracı" olarak tanımladığı sözleşmeyi, içtihatlarıyla güncel ve dinamik kılıyordu. O nedenle kararlarında kullandığı kavram ve ilkeler üye devletlerin, mevzuat ve içtihatlarına yön veriyordu. Öyle ki, yazılı Anayasası olmayan İngiltere bile o ilkeleri içselleştirebilmek için Anayasa Mahkemesi kurmuştu.
Son kırk yıldır, bizi de en azından teorik anlamda etkileyen Strazburg Mahkemesi, ülkemizde karakuşi kararların sonu, yargılama sürecinde kara kalemden yağlı boyaya geçişin başlangıcı olmuştu.Kavramlar ve ilkeler üzerine bina ettiği
öncü kararları adeta birer hukuk manifestosu gibiydi. İnsan haklarının
korunmasında, “devletin negatif ve pozitif sorumluluğu vardır” diyordu. Bu
tasnif bize, “Benden bir isteğin var mı?” diye soran Büyük İskender’e, “Gölge etme,
başka ihsan istemem” şeklinde karşılık veren Diyojen Sinop’u
hatırlatıyordu. Çünkü o cevap, devletin negatif sorumluğunu hatırlatmanın en
veciz ifadeydi. Şayet Diyojen Sinop, devletin negatif ve pozitif sorumluluğunu
birlikte hatırlatmak isteseydi, o zaman şöyle derdi: “Gölge etme,
başkalarının gölge etmesine de engel ol.”
O halde, her insan hakkı ihlali, ilgili
devletin bu sorumluluklarını yerinde getirmemesinden kaynaklanıyordu. Kendi
geçmişimizden örnek vermek gerekirse, 1961’de yapılacak olan cumhurbaşkanlığı
seçimine aday olan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in, askerler tarafından
bir cemseye bindirilip, silah zoruyla adaylıktan vaz geçirilmesi devletin
negatif sorumluluğunun ihlaliydi. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının İstanbul
Üniversitesini işgal edip, öğrenimi engellemeleri karşısında idarenin sessiz
kalması, kampüs güvenliğini sağlayamaması, devletin pozitif sorumluluğunun
ihlaliydi.
Strazburg Mahkemesinin dediği de buydu.
Devlet, fiili hâkimiyet alanındaki insanların haklarına, sebepsiz ve haksız
yere müdahale etmesin; başkalarının yapacağı müdahalelere de engel olsun.
Artık birey, devletin kabaran iştahına terk
edilmeyecek; ırkına, inancına ve cinsiyetine bakılmaksızın herkesin hakları
korunacaktı. Bireyi korumak aslında toplumu korumaktı. Çünkü sağlıklı bir
toplum ancak özgüveni gelişmiş bireylerden oluşabilirdi.
İşkence yasağı mutlaktı.
Hiçbir nedenle kişiye işkence yapılamazdı. Sözleşmenin 3.
Maddesinde yer alan bu yasağın iç hukukumuza etkisi, Picasso’nun
hayatındaki 4’ün etkisine benziyordu.
Şöyle ki Picasso, henüz ilkokul
öğrencisiyken matematik dersinde yazdığı 4’ü insan burnuna benzetip resim
çizmeye başlarmış. Öğretmeni, “evladım dersimiz resim değil, matematik;
resim çizme, işlem yap” dermiş. Picasso, “Öğretmenim, 4'de bakınca insan
burnunu görüyorum. Burnunu gördüğüm insanın yüzünü ortaya çıkarma konusunda
dayanılmaz bir istek duyuyorum. O nedenle resmi tamamlıyorum. Elimde
değil.”
Yapılan uyarılar bir işe
yaramamış, 4’ü görünce insan yüzü çizmeye devam eden Picasso, kübizmin
kurucusu olmuştu. Tıpkı bunun gibi Sözleşmenin 3. Maddesini ihlal
ettiğimize ilişkin Strazburg Mahkemesi kararları, iç hukukumuzda köklü bir
anlayış değişikliğini doğurmuş, işkence iddiasını ülke gündemimizden
düşürmüştü.
İfade hürriyeti, bütün
hakların merkeziydi. 1990’da Sri Lanka’da
yaşanan bir vaka, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. Yaptığı bir
haberden dolayı öldürülen gazeteci Zoysa'nın annesi, cinayetin
aydınlatılması için başlattığı kampanyada elde ettiği bilgileri yetkili
makamlara sunmuştu. Acılı anne, oğlunun faillerinin cezalandırılmasını
beklerken, şu cevapla karşılaştı: "Oğlunuzun yasını tutun. Anne olarak
bunu yapmalısınız. Ama atacağınız diğer adımlar, beklenmedik bir zamanda
ölümünüze neden olacaktır. Sizi yalnızca sessizlik koruyabilir."
Bu dehşet verici olay, ifade özgürlüğünün, acıktığı için ağlayan bebekten, ölüm
döşeğinde su isteyen hastaya kadar, herkes için vazgeçilmez bir ihtiyaç
olduğunu gösteriyordu.
İfade hürriyetinin
olmadığı yerde ne serbest seçimden ne de demokrasiden söz edilebilirdi. Öyle
ya, zıddıyla yüzleşmeyen bir bilginin doğruluğundan nasıl söz edilebilirdi
ki? Her fikrin, kendisini özgürce ifade edemediği yerde, azınlıkta
kalan düşünceler nasıl ayakta kalabilirdi? O yüzden, şiddeti teşvik
etmeyen ve başkalarına nefret içermeyen her ifadeye özgürlük tanıyordu. Makbul
düşünce, menfur düşünce ayrımını reddediyordu. Endoktrinasyonun varlığını
demokrasiye aykırı buluyordu. Devletlerin görevi, düşünceler arasında taraf
tutmak değil, “düşüncelerin serbest piyasasında” hakemlik
yapmaktı.
Toplum adına siyasi
alanı gözetleyen basın, kamunun bekçisiydi. Sağlıklı bir demokrasi
için vazgeçilmesi mümkün olmayan dördüncü güçtü. O nedenle ifade hürriyetinin
kullanılmasında ayrıcalıklı bir role sahipti.
Elbette, bu yaklaşım bazı
saçmalıkları da koruyordu. Ama çok seslilik, hoşgörü ve açık fikirlilik
üzerinde yükselen demokrasi, insanlara saçmalama özgürlüğü de tanıyordu.
İfade hürriyetinin sayısız faydası yanında birtakım mahsurlarına da tahammül
edilmeliydi.
Ortaya koyduğu bu ilkeler,
çok cazip gelmeli ki başlangıçta 10 olan konseyin üye sayısı 47'ye kadar
yükseldi. Gerçi aleyhimize çokça karar veriyordu ama olsundu. İnsan
haklarının geliştirilebilmesi ve demokrasinin işler kılınması için bunlara
katlanmamız gerekiyordu.
Türkiye de öyle
yaptı. Hukuktaki kırışıklıklarımızı Strazburg ütüsüyle düzeltme yolunu
seçti. Ama ne yazık ki o ütüyü elinde tutanların her zaman tarafsız
davrandıklarını söylemek mümkün değildi. Örneğin, iki toplumlu Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin, 15 Temmuz 1974’te yapılan Sampson Darbesiyle
ortadan kaldırıldığını görmezden gelerek, Kıbrıs Rum Yönetimini adanın tek
meşru temsilcisi, adanın kuzeyini Türk Birlikleri tarafından işgal edilmiş
bölge olarak nitelediği Loizidio-Türkiye Kararı bir gerekçe faciası
içeriyordu.
Sözleşmede, aile
hayatının korunacağı belirtilmiş, ancak ailenin tanımı yapılmamıştı. Evrensel
nitelikteki yerleşik değerlere göre aile, kadın ve erkeğin hayatlarını
birleştirmesiyle kurulan ve çocuklarla genişleyen bir kurumdu. Strazburg
Mahkemesi, sözleşme metnini aşarak ve evrensel örfü yok sayarak, insan doğasına
aykırı şekildeki eşcinsel birliktelikleri “aile” saymıştı. Bu yanlışı,
sözleşmeyi güncel ve dinamik kılma ambalajıyla servis eden
mahkeme, Katolik bir tutuculukla, İrlanda’daki boşanmaya yasağına
arka çıkmış; “evlenme hakkı, boşanma hakkını kapsamaz” demişti.
Başka örneklerle
çoğaltılabilecek bu tür kararlar, hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin insan
hakkını eşit şekilde korumakla görevli mahkemenin, bazı davalarda “patika
bağımlılığından” kurtulamadığını gösteriyordu. Üstelik bu bağımlılık,
yalnızca mahkemeyle sınırlı kalmayıp, ötekileri ilgilendiren kritik meselelerde
konseyi de kapsama alanına alıyordu.
Varlık nedeni, soykırıma geçit vermemek ve insan haklarını korumak olan Avrupa Konseyi, ilk ciddi sınavını 1990’larda Bosna'da verdi. Konsey üyesi olan Hollandalı bir generalin silahlarını elinden aldığı 10 bin Müslüman-Boşnak, Sırplar tarafından katledildi. Avrupa Konseyi, kendi üyesinin sebep olduğu ve kayıtlara “Srebrenitsa Soykırımı” olarak geçen bu katliam karşısında sadece sustu.
Fransa,
2015’te şok edici bir haberle uyandı. Bir süreden
beri, İslam Peygamberine tahkir içeren karikatürler
yayınlayan Charlie Hebdo saldırıya uğramış, 11 çalışanı
öldürülmüştü. Saldırıya dünyadan tepki yağdı. Konsey üyesi ülke
liderleri, Paris’te buluştu. Failleri telin etti. Üç km’lik bulvarı birlikte
yürüyüp teröre karşı ortak duruş sergiledi. Onlar arasında Türkiye ve Filistin
liderleri de vardı. Bu hadiseden bir buçuk sene sonra ise ülkemiz,
demokratik düzeni ortadan kaldırmayı hedefleyen 15 Temmuz silahlı darbe
teşebbüsüne maruz kaldı. FETÖ’nün gerçekleştirdiği bu kanlı kalkışmada, 252
vatandaşımızı kaybetmemize rağmen, konsey ülkelerinden dayanışma için Ankara’ya
gelen olmadı. Oysa onlar kâğıt üzerinde, yaşama hakkı, demokrasi ve teröre
karşı fevkalade duyarlı görünüyorlardı.
Aynı on yıl içinde,
Suriye’de kana doymayan Beşar Esad, 600 bin insanı katletti. Ölüm korkusuyla
evlerinden kaçan 7 milyon insan başka ülkelere sığındı. Baas rejimi çöktükten
sonra açılabilen Sednaya Hapishanesinde 30 binden fazla insanın
işkenceyle öldürüldüğü tespit edildi. Bütün bunları, büyük bir soğukkanlılıkla
uzaktan izleyen Avrupa Konseyi, insan hakkı ihlallerine değil, Suriye’den
gelecek göç dalgasını engellemeye odaklandı. Öyle ki, Ege Denizinden botlarla
geçmeye çalışan Suriyeli Mültecilerin, Yunan askerlerince denize dökülmesine
bile tepki koymadı.
Filistin’de yıllardan beri devam eden
zulüm, 7 Ekim 2023’ten itibaren, canlı izlenen bir soykırıma dönüştü. Siyonist
rejimin, kadın-çocuk demeden, altmış bin insanı katledip iki milyon insanı
açlığa mahkûm ettiği Gazze Soykırımı karşısındaki konseyin tavrı ise
işin rengini tamamen değiştirecekti. Çünkü burada konseyin bazı ülkeleri,
soykırımcılara açıkça arka çıkıyordu. İngiltere, Almanya ve İtalya, İsrail’e
sattıkları silahlarla daha fazla Gazzeli çocuğun öldürülmesine ortak
oluyordu. Ukrayna’ya saldırdığı için Rusya’yı üyelikten çıkaran
konseyin bazı üyeleri, Uluslararası Ceza Mahkemesinin soykırımcı Nethenyahu
hakkında verdiği tutuklama kararına bile uymayacaklarını açıklayabiliyordu.
Bütün bu yaşananlar, Konseyi
inandırıcılıktan uzaklaştırıp, insan hakları düşünün aşamadığı bir duvara
dönüştürüyordu. Kuşkusuz insan hakları düşünün çarpıp düştüğü tek duvar bu
değildi. Başkaları da vardı. Ama yetmiş yıllık müktesebatıyla, barış ve hoşgörü
idealine çok yakın durduğu izlenimi veren Konseyin ördüğü bu duvar, insanlık
adına en büyük hayal kırıklığıydı. Havari kisvesi altında İsa’ya
yapılmış bir ihanetti. Ama bu ikiyüzlülüğün dışına kalanlar da var. Üstelik
dünyanın her tarafında… Bugün sayıları az olsa da yarının dünyasını onlar
kuracaktır. Nasıl aklın ışığı Orta çağ karanlığını aştıysa, insan hakları
düşüyle ısınan gönüller de bu kalın duvarı gün gelip aşacaktır.
Belki o gün, Avrupa Konseyi müktesebatı da dipnot olarak bir işe yarayabilir.
(*) Bu yazı, Akademi Kürsü Dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder