17 Kasım 2025 Pazartesi

İnsan Hakları Düşünün Aşamadığı Duvar / Mehmet Taştan

İnsanlık, ikinci dünya savaşında kıyameti gördü. Savaş bittiğinde 60 milyon insan bir daha evine dönemedi. Çünkü hepsi ölmüştü. Geriye dönebilenlerin büyük bir kısmı da vücut bütünlüğünü kaybetmişti.

Yaşananlardan ders çıkarılmış gibi bir hava vardı. Böylesi savaşlar ve soykırımlar bir daha yaşanmasın diye çareler aranıyordu. Bu hava, Avrupa ülkelerini de etkiledi. Yedi milyon, Yahudi, Polonyalı ve özürlünün öldürüldüğü Nazi Soykırımına benzer vahşetlerin kökünü kazımak ve insan haklarını korumak için bir araya gelen on ülke, Avrupa Konseyini kurdu. Konseyin kurucu belgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiydi.

Sovyetlerin, boğazlarımızı ve iki şehrimizi istemesinin itici etkisiyle batıya yönelen Türkiye de konseye erken dönemde üye oldu.

Nazi kampından sağ çıkmayı başaran Wiessel, “tarih hatırlanmazsa o çaresizlikler bir daha yaşanır” demişti. Sözleşme, buna bir basamak daha ekliyor, o acıların yeniden yaşanmaması için etkili bir adres gösteriyordu. O adres, üye devletlerde, hakları ihlal edilenlerin çalacağı son kapı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiydi. Bulunduğu şehirden dolayı Strazburg Mahkemesi diye anılan bu mahkemenin kararları üye ülkeler için bağlayıcıydı.

Mahkeme, "Avrupa kamu düzeninin anayasal aracı" olarak tanımladığı sözleşmeyi, içtihatlarıyla güncel ve dinamik kılıyordu. O nedenle kararlarında kullandığı kavram ve ilkeler üye devletlerin, mevzuat ve içtihatlarına yön veriyordu. Öyle ki, yazılı Anayasası olmayan İngiltere bile o ilkeleri içselleştirebilmek için Anayasa Mahkemesi kurmuştu.

Son kırk yıldır, bizi de en azından teorik anlamda etkileyen Strazburg Mahkemesi, ülkemizde karakuşi kararların sonu, yargılama sürecinde kara kalemden yağlı boyaya geçişin başlangıcı olmuştu.

Kavramlar ve ilkeler üzerine bina ettiği öncü kararları adeta birer hukuk manifestosu gibiydi. İnsan haklarının korunmasında, “devletin negatif ve pozitif sorumluluğu vardır” diyordu. Bu tasnif bize, “Benden bir isteğin var mı?” diye soran Büyük İskender’e, “Gölge etme, başka ihsan istemem” şeklinde karşılık veren Diyojen Sinop’u hatırlatıyordu. Çünkü o cevap, devletin negatif sorumluğunu hatırlatmanın en veciz ifadeydi. Şayet Diyojen Sinop, devletin negatif ve pozitif sorumluluğunu birlikte hatırlatmak isteseydi, o zaman şöyle derdi: “Gölge etme, başkalarının gölge etmesine de engel ol.”

O halde, her insan hakkı ihlali, ilgili devletin bu sorumluluklarını yerinde getirmemesinden kaynaklanıyordu. Kendi geçmişimizden örnek vermek gerekirse, 1961’de yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimine aday olan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in, askerler tarafından bir cemseye bindirilip, silah zoruyla adaylıktan vaz geçirilmesi devletin negatif sorumluluğunun ihlaliydi. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının İstanbul Üniversitesini işgal edip, öğrenimi engellemeleri karşısında idarenin sessiz kalması, kampüs güvenliğini sağlayamaması, devletin pozitif sorumluluğunun ihlaliydi.

Strazburg Mahkemesinin dediği de buydu. Devlet, fiili hâkimiyet alanındaki insanların haklarına, sebepsiz ve haksız yere müdahale etmesin; başkalarının yapacağı müdahalelere de engel olsun.

Artık birey, devletin kabaran iştahına terk edilmeyecek; ırkına, inancına ve cinsiyetine bakılmaksızın herkesin hakları korunacaktı. Bireyi korumak aslında toplumu korumaktı. Çünkü sağlıklı bir toplum ancak özgüveni gelişmiş bireylerden oluşabilirdi.

İşkence yasağı mutlaktı. Hiçbir nedenle kişiye işkence yapılamazdı. Sözleşmenin 3. Maddesinde yer alan bu yasağın iç hukukumuza etkisi, Picasso’nun hayatındaki 4’ün etkisine benziyordu. 

Şöyle ki Picasso, henüz ilkokul öğrencisiyken matematik dersinde yazdığı 4’ü insan burnuna benzetip resim çizmeye başlarmış. Öğretmeni, “evladım dersimiz resim değil, matematik; resim çizme, işlem yap” dermiş. Picasso, “Öğretmenim, 4'de bakınca insan burnunu görüyorum. Burnunu gördüğüm insanın yüzünü ortaya çıkarma konusunda dayanılmaz bir istek duyuyorum. O nedenle resmi tamamlıyorum. Elimde değil.” 

Yapılan uyarılar bir işe yaramamış, 4’ü görünce insan yüzü çizmeye devam eden Picasso, kübizmin kurucusu olmuştu. Tıpkı bunun gibi Sözleşmenin 3. Maddesini ihlal ettiğimize ilişkin Strazburg Mahkemesi kararları, iç hukukumuzda köklü bir anlayış değişikliğini doğurmuş, işkence iddiasını ülke gündemimizden düşürmüştü. 

İfade hürriyeti, bütün hakların merkeziydi. 1990’da Sri Lanka’da yaşanan bir vaka, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. Yaptığı bir haberden dolayı öldürülen gazeteci Zoysa'nın annesi, cinayetin aydınlatılması için başlattığı kampanyada elde ettiği bilgileri yetkili makamlara sunmuştu. Acılı anne, oğlunun faillerinin cezalandırılmasını beklerken, şu cevapla karşılaştı: "Oğlunuzun yasını tutun. Anne olarak bunu yapmalısınız. Ama atacağınız diğer adımlar, beklenmedik bir zamanda ölümünüze neden olacaktır. Sizi yalnızca sessizlik koruyabilir." Bu dehşet verici olay, ifade özgürlüğünün, acıktığı için ağlayan bebekten, ölüm döşeğinde su isteyen hastaya kadar, herkes için vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu gösteriyordu.  

İfade hürriyetinin olmadığı yerde ne serbest seçimden ne de demokrasiden söz edilebilirdi. Öyle ya, zıddıyla yüzleşmeyen bir bilginin doğruluğundan nasıl söz edilebilirdi ki? Her fikrin, kendisini özgürce ifade edemediği yerde, azınlıkta kalan düşünceler nasıl ayakta kalabilirdi? O yüzden, şiddeti teşvik etmeyen ve başkalarına nefret içermeyen her ifadeye özgürlük tanıyordu. Makbul düşünce, menfur düşünce ayrımını reddediyordu. Endoktrinasyonun varlığını demokrasiye aykırı buluyordu. Devletlerin görevi, düşünceler arasında taraf tutmak değil, “düşüncelerin serbest piyasasında” hakemlik yapmaktı. 

Toplum adına siyasi alanı gözetleyen basın, kamunun bekçisiydi. Sağlıklı bir demokrasi için vazgeçilmesi mümkün olmayan dördüncü güçtü. O nedenle ifade hürriyetinin kullanılmasında ayrıcalıklı bir role sahipti. 

Elbette, bu yaklaşım bazı saçmalıkları da koruyordu. Ama çok seslilik, hoşgörü ve açık fikirlilik üzerinde yükselen demokrasi, insanlara saçmalama özgürlüğü de tanıyordu. İfade hürriyetinin sayısız faydası yanında birtakım mahsurlarına da tahammül edilmeliydi. 

Ortaya koyduğu bu ilkeler, çok cazip gelmeli ki başlangıçta 10 olan konseyin üye sayısı 47'ye kadar yükseldi. Gerçi aleyhimize çokça karar veriyordu ama olsundu. İnsan haklarının geliştirilebilmesi ve demokrasinin işler kılınması için bunlara katlanmamız gerekiyordu. 

Türkiye de öyle yaptı. Hukuktaki kırışıklıklarımızı Strazburg ütüsüyle düzeltme yolunu seçti. Ama ne yazık ki o ütüyü elinde tutanların her zaman tarafsız davrandıklarını söylemek mümkün değildi. Örneğin, iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, 15 Temmuz 1974’te yapılan Sampson Darbesiyle ortadan kaldırıldığını görmezden gelerek, Kıbrıs Rum Yönetimini adanın tek meşru temsilcisi, adanın kuzeyini Türk Birlikleri tarafından işgal edilmiş bölge olarak nitelediği Loizidio-Türkiye Kararı bir gerekçe faciası içeriyordu. 

Sözleşmede, aile hayatının korunacağı belirtilmiş, ancak ailenin tanımı yapılmamıştı. Evrensel nitelikteki yerleşik değerlere göre aile, kadın ve erkeğin hayatlarını birleştirmesiyle kurulan ve çocuklarla genişleyen bir kurumdu. Strazburg Mahkemesi, sözleşme metnini aşarak ve evrensel örfü yok sayarak, insan doğasına aykırı şekildeki eşcinsel birliktelikleri “aile” saymıştı. Bu yanlışı, sözleşmeyi güncel ve dinamik kılma ambalajıyla servis eden mahkeme, Katolik bir tutuculukla, İrlanda’daki boşanmaya yasağına arka çıkmış; “evlenme hakkı, boşanma hakkını kapsamaz” demişti.

Başka örneklerle çoğaltılabilecek bu tür kararlar, hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin insan hakkını eşit şekilde korumakla görevli mahkemenin, bazı davalarda “patika bağımlılığından” kurtulamadığını gösteriyordu. Üstelik bu bağımlılık, yalnızca mahkemeyle sınırlı kalmayıp, ötekileri ilgilendiren kritik meselelerde konseyi de kapsama alanına alıyordu. 

Varlık nedeni, soykırıma geçit vermemek ve insan haklarını korumak olan Avrupa Konseyi, ilk ciddi sınavını 1990’larda Bosna'da verdi. Konsey üyesi olan Hollandalı bir generalin silahlarını elinden aldığı 10 bin Müslüman-Boşnak, Sırplar tarafından katledildi. Avrupa Konseyi, kendi üyesinin sebep olduğu ve kayıtlara “Srebrenitsa Soykırımı” olarak geçen bu katliam karşısında sadece sustu. 

Fransa, 2015’te şok edici bir haberle uyandı. Bir süreden beri, İslam Peygamberine tahkir içeren karikatürler yayınlayan Charlie Hebdo saldırıya uğramış, 11 çalışanı öldürülmüştü. Saldırıya dünyadan tepki yağdı. Konsey üyesi ülke liderleri, Paris’te buluştu. Failleri telin etti. Üç km’lik bulvarı birlikte yürüyüp teröre karşı ortak duruş sergiledi. Onlar arasında Türkiye ve Filistin liderleri de vardı. Bu hadiseden bir buçuk sene sonra ise ülkemiz, demokratik düzeni ortadan kaldırmayı hedefleyen 15 Temmuz silahlı darbe teşebbüsüne maruz kaldı. FETÖ’nün gerçekleştirdiği bu kanlı kalkışmada, 252 vatandaşımızı kaybetmemize rağmen, konsey ülkelerinden dayanışma için Ankara’ya gelen olmadı. Oysa onlar kâğıt üzerinde, yaşama hakkı, demokrasi ve teröre karşı fevkalade duyarlı görünüyorlardı. 

Aynı on yıl içinde, Suriye’de kana doymayan Beşar Esad, 600 bin insanı katletti. Ölüm korkusuyla evlerinden kaçan 7 milyon insan başka ülkelere sığındı. Baas rejimi çöktükten sonra açılabilen Sednaya Hapishanesinde 30 binden fazla insanın işkenceyle öldürüldüğü tespit edildi. Bütün bunları, büyük bir soğukkanlılıkla uzaktan izleyen Avrupa Konseyi, insan hakkı ihlallerine değil, Suriye’den gelecek göç dalgasını engellemeye odaklandı. Öyle ki, Ege Denizinden botlarla geçmeye çalışan Suriyeli Mültecilerin, Yunan askerlerince denize dökülmesine bile tepki koymadı. 

Filistin’de yıllardan beri devam eden zulüm, 7 Ekim 2023’ten itibaren, canlı izlenen bir soykırıma dönüştü. Siyonist rejimin, kadın-çocuk demeden, altmış bin insanı katledip iki milyon insanı açlığa mahkûm ettiği Gazze Soykırımı karşısındaki konseyin tavrı ise işin rengini tamamen değiştirecekti. Çünkü burada konseyin bazı ülkeleri, soykırımcılara açıkça arka çıkıyordu. İngiltere, Almanya ve İtalya, İsrail’e sattıkları silahlarla daha fazla Gazzeli çocuğun öldürülmesine ortak oluyordu.  Ukrayna’ya saldırdığı için Rusya’yı üyelikten çıkaran konseyin bazı üyeleri, Uluslararası Ceza Mahkemesinin soykırımcı Nethenyahu hakkında verdiği tutuklama kararına bile uymayacaklarını açıklayabiliyordu.

Bütün bu yaşananlar, Konseyi inandırıcılıktan uzaklaştırıp, insan hakları düşünün aşamadığı bir duvara dönüştürüyordu. Kuşkusuz insan hakları düşünün çarpıp düştüğü tek duvar bu değildi. Başkaları da vardı. Ama yetmiş yıllık müktesebatıyla, barış ve hoşgörü idealine çok yakın durduğu izlenimi veren Konseyin ördüğü bu duvar, insanlık adına en büyük hayal kırıklığıydı. Havari kisvesi altında İsa’ya yapılmış bir ihanetti. Ama bu ikiyüzlülüğün dışına kalanlar da var. Üstelik dünyanın her tarafında… Bugün sayıları az olsa da yarının dünyasını onlar kuracaktır. Nasıl aklın ışığı Orta çağ karanlığını aştıysa, insan hakları düşüyle ısınan gönüller de bu kalın duvarı gün gelip aşacaktır.

Belki o gün, Avrupa Konseyi müktesebatı da dipnot olarak bir işe yarayabilir.


(*) Bu yazı, Akademi Kürsü Dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır. 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder