21 Temmuz 2022 Perşembe

Kudüs’te Dört Gün / Mehmet Taştan

Her dinin kutsal saydığı bir şehir vardır mutlaka. Müslümanlar için, Hz. Peygamberle şereflenen Medine; Katolikler için Sistina Şapel’le anlam kazanan Vatikan; Hindular için Ganj’ın kıyısındaki Varanasi böyledir mesela… Ama bu şehirlerden hiçbiri, başka bir din mensubu için özel bir anlam taşımaz. Sadece ötekinin kutsalı olarak görür.

Sıra Kudüs’e geldi mi durum birden değişir. Çünkü bu şehir, yalnız bir dinin değil, üç dinin birden kutsalıdır. Müslümanlık, Hristiyanlık ve Museviliğin…

Kudüs’ün, 1400 yıldır, üç semavi dinin kutsal şehri olması nedeniyle her vakıanın birden fazla hikayesi, her sembolün birden fazla anlamı vardır. Örneğin, Yahudilerin batıdan bakarak Ağlama Duvarı dedikleri yere, biz Müslümanlar doğudan bakarak Burak Duvarı diyoruz. Muallak Taşı, bizim için, Hz. Muhammed’in üzerine ayak basıp, miraca yükseldiği kayadır. Museviler için, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek için yatırdığı yerdir. Dahası bize göre, kurban edilmek istenen oğul, İshak değil İsmail’dir. Olayın geçtiği yer de Kudüs değil, Mina’dır.

Benzer bir farklılaşmayı Hristiyanlarla da yaşarız. Onlara göre, çile yolunda yürütülen ve -sonradan Kıyamet Kilisesi yapılan yerde- çarmıha gerilerek öldürülen kişi Hz. İsa’dır. Vefatından üç gün sonra yeniden dirilmiş; kırk gün daha yaşamıştır. Zeytin Dağı’nda, şimdi Yükseliş Kilisesi’nin olduğu yerden göğe yükselmiştir. İslam kaynaklarına göre bu anlatım doğru değildir. Çarmıha gerilen kişi Hz. İsa değil, son akşam yemeğinde O’nu ihbar eden ve bu yüzden Allah tarafından cezalandırılıp, Yahudilerin gözüne İsa şeklinde görünen Yahuda adlı havaridir. İslam’daki baskın görüşe göre, Hz. İsa ölmeden göğe yükseltilmiştir. Öldükten üç gün sonra yeniden dirilmesi diye bir şey söz konusu değildir.

Bu listeye başkaca örnekler eklemek mümkün... Ancak zeytin ağaçlarıyla portakalların, hurma dallarıyla üzüm bağlarının birbiriyle koklaştığı beldede, barış ve huzuru bozan şey, bunlardan hiçbiri değildir. Kıyamet Kilisesinde ya da Yükseliş Kilisesinde, yere kapanıp, İsa’nın izlerine yüz sürenleri, gözyaşı dökenleri, o kutsallıkla yoğrulsun diye ellerindeki bezleri yerlere sürenleri izlerken, onlara saygı duymaktan başka bir şey gelmiyor aklınıza. 14 duraklı çile yolunu da aynı sükunetle yürüyorsunuz.

Bu saygıyı, Sion Tepesinde ziyaret ettiğiniz Hz. Davut’un kabri başında Musevilerden de esirgemiyorsunuz. Onların dudakları Kadiş'le kıpır kıpır ediyor, bizimkisi Kuran’la… Ağlama Duvarının önünde vecd halinde ayin yapan, kipalı ve peyotlu Musevileri sessizce ve anlamaya çalışarak izliyorsunuz. Ama siz hoşgörünün doruğunda dolaşırken, 35-40 metre ötede bir askerin, Mescid-i Aksa’ya nereden gidildiğini soran bir gruba vahşice davrandığını, İbranice bilmedikleri için söyleneni anlamayan Müslümanların ellerine vurarak hizaya getirmeye çalıştığını, çantalarını didik didik ettiğini görünce, içinizden bir şeyler eksiliyor. Değişik yerlerde karşılaştığınız benzer görüntülerden anlıyorsunuz ki Kudüs’teki bu olağanüstü güzelliği bozan şey, dinlerin ya da mezheplerin çokluğu değil, İsrail Hükümetinin marazi takıntısı…

Kendinizi toplamaya çalışarak yöneldiğiniz Mescid-i Aksa’nın her bir kapısında tam teçhizatlı ve elleri tetikte bekleyen İsrail askerleri nöbet tutuyor. Onların izin vermediği kişilerin içeri girmesi mümkün değil. Hiçbir kilisede olmayan bu uygulamanın sırf Müslümanları caydırma ve rencide etme amaçlı olduğunu söylemek bile abes… Askerlerin kontrolü altındaki o kapılardan her geçişte ruhunuz daralıyor. La havle çekerek geçiyorsunuz.

Mescid-i Aksa

Kapıdan sonrası başka bir dünya… Havanın ve toprağın değiştiği yer: Mescid-i Aksa… Gündüz huzurla dolar orası, gece aşkla… Gündüz, Kadim Mescitte tarihin derinliğine iner; Kıble Mescidinde geçmişin ihtişamıyla yüzleşirsiniz. Burak’ın, Hz. Peygamberin miraç dönüşünü beklediği yerde diliniz tutulur; İsa’nın taş beşiğinde kalbiniz… Kubbettüs Sahra, altın kubbesiyle bir yüzük kaşı gibi parlar ortada… Bahçesinde zeytin ağaçları, o güzellik karşısında hafif bir esintiyle raks eder.  Orada, ellerini semaya kaldırmak da başkadır; yağmurda ıslanmak da… Yürüdükçe artar yağmur… Ruhunuz ağaçların saadetine kavuşur; bedeniniz yaprakların berraklığına…  

Gece miraç kokar Aksa... Gözlerinizi yine Kubbettüs Sahra alır… Çünkü bu mabedin koynunda, Hz. Peygamberin, üzerine basarak miraca yükseldiği Muallak Taşı ve kayanın tam altında, o gece namaz kıldığı Ruhlar Mağarası var... O mağarada bedenin darası düşüyor; ruhunuz seyyal bir hale geliyor.

Bu değişim, her yerinden hissedilir Aksa’nın… Bir akşam Mescid-i Aksa’dayım mesela… Hava açık ve gökyüzü masmavi… Bütün ihtişamıyla Kubbetüs Sahra duruyor karşımda… Beni çağırıyor. ‘Gel’ diyor. Aramızda sadece sütunlar var. Zeytin ağaçları arasındaki yoldan ona doğru yürüyorum, Bir ara durdum. Havayı kuvvetlice içime çektim. Yere eğildim. Bir avuç toprak alıp kokladım. Kalkarken gözlerim kapalıydı.

Muhayyilem geçmişin seyrine daldı. Sütunlara giden yolda Hz. Ömer’in silueti belirdi. Buzlu resimler gibi zaman ayarına hafif bir dokunuşta gördüğüm düş değişiyordu. Selahattin Eyyubi, Sultan Selim oluyordu. Ama önde yürüyen kim olursa olsun değişmeyen bir şey vardı: Hepsi, edep ve tevazu içindeydi. Çünkü onların önünde Peygamberler Ordusu vardı. Ve en önde bizim Peygamberimiz…

O gece hiç bitmesin isterdim. Ama olmadı. İşgal gerçeğine çarpıp dağıldı. İsrail askerleri her gün olduğu gibi o akşam da yatsı namazından sonra, Mescid-i Aksa’yı boşaltıp, kapılarına kilit vurdular.

Gecenin Uzayan Yarısı

13 Temmuz 2022 Çarşamba

Şiir ve Şair

Şiir draje sözdür.
Başka dile tercüme edilemeyen ama her lisanda hissedilebilen bir dil… Bütün enstrümanları kelimelerden ibaret olan en eski söz sanatı.

Şiir yağmur gibidir: Yaşadığı coğrafyanın kültür iklimde buharlaşır, şairin ilham dünyasında bulutlanır, mısralar halinde geldiği toprağa geri döner. Duyulduğu yerde bazen hüzün çiçekleri açar; bazen hasret çıbanı çıkar, bazen teselli verir, bazen yürek şaha kalkar.

Bir başka açıdan şiir, kültür kombinezonuna eklenen son halkadır. Bir var oluş mücadelesidir; Kaybedilmiş bir savaşın, yarım kalmış mutluluğun, teselli edilememiş hüznün resmidir.

Genelde mutluluğun büyük şiiri yoktur. Mutluluktan söz eden şiirler, aslında mutluluğu değil; mutluluğa giden yoldaki acıları, özlemleri anlattıkları için sevilirler. İçinde pişmanlık, tövbe, özlem ve acı olmayan büyük şiir bulamazsınız. Çünkü yaşanan mutluluğun havuzunda su kalmaz. Onun için ıslatıcı değildir bu tür şiirler. O yüzden şaire hep açlığın resmini çizmek kalır.

Şair önce mevcudu resmeder, döner umuda işaret eder. Ancak bu işaret ediş bir ideolog edasıyla değil, bir sevgili, bir baba, bir ana şefkatiyledir. Yani şiir bir ikna değil, bir telkin ya da ilka dilidir. Taş gibi değil, su gibidir. Ve kalbi eriten suyun gücü değil, damlaların devamlılığıdır.
Şiir, belli bir irfan seviyesinde ortaya çıkan artıkları yeniden üretime katma ya da aşkına ulaşma mücadelesidir. Bireysel bağlamda başaramadıklarımızın ya da onurunu kıyasıya yaşayamadıklarımızın hülasasıdır. Duygusal ve zihinsel meselelerimizin odaklaştığı yerde, talepleri gerçekleştirme, baskı veya noksanlıkları ortadan kaldırma ameliyesidir. Bu ameliye, bilgi teknesinin, emek hamurunda Allah’ın akıttığı ilham suyuyla kıvama kavuşur. Ve şiir doğar.

Şiir genelde sevgiden, özlemden, hüzünden, pişmanlıktan ve hep kalpten söz eder. Akıl değildir onun adresi gönüldür. Akıl çeşmesinde ıslanan gönül… Onun için doğduğu kültürün sözleriyle, deyimleriyle, ortak detaylarıyla şekillenir. O hamaset değildir; şuurlu bir bilmezlik halindeki hissediştir. Bir başka söyleyişle şiir, anlık duygu hareketlenmesi değil, “ol mâhîler ki, derya içredir deryayı bilmezler” mısraında ifade edildiği üzere şuur deryasında ama şuursuz bir halde akıp gitmektir.

Şiirde şekil, su için sürahi neyse odur. Eğer sürahi, suyun rengini, tadını, kokusunu bozmuyorsa göz zevkinden öte bir şey değildir. Mühim olan kafiye ve ölçü değil ses ahengi, ses dilidir; şekille muhtevanın, aralarından su sızmayacak kadar samimi olmasıdır.

Şiir manzume değildir. Özdür ve orijinaldir. Dolgu mısralarla dargındır başı. Hissiyatı ve arzusu vardır, kelimeleri slogan olarak kullanmayı hiç sevmez. Kelimeleri hissiyatının tercümanı, arzusunun elçisi olarak görür.

Hafızada kalmak, kolay ezberlenmek ister. Ondandır ki; her mısra bir derde deva olmalı, hem de kolay içilmeli, yani şiir kendini ezberletebilmeli.
Şiir propaganda aracı olmamalı ama her mısra bir fişek gibi olmalı. Yakmalı okuyanı…
Hülasa, Goethe’nin dediği gibi “şiir ya mükemmel olmalı ya da hiç olmamalı.”

Şair içinde yaşadığı toplumun kültürel değerleriyle beslenen, ondan aldığını farklı ve estetik kılarak ona iade edebilen bir aydındır. Yaşadığı çağın tanığıdır. Geçmişin hafızası, kültürünün mirasçısıdır.

Fert olarak kendisiyle ve toplumla barışıktır. Damlası olduğu nehri yani bireyi olduğu toplumu kirletmez, onu rafine etme derdindedir. Bunu ideolog kimliğine bürünmeden bir aydın olarak yapmaya çalışır. Bu gayeyi gerçekleştirebilmek için şairin yaşadığı toplumun tarihini, dilini, deyimlerini, atasözlerini, inançlarını, temayüllerini ideallerini iyi bilmesi gerekir. Kısaca kendi toplumsal değerlerine vakıf olmalıdır şair.
Yetmez! Dünyayı en azından alaca karanlıkta fark edebilecek kadar tanımalıdır. Yani şair bir ayağını yaşadığı coğrafyanın üzerine koyup diğer ayağıyla bütün dünyayı dolaşabilmelidir.
Tanımalıdır ki, mahalli birikimleri şuurlu bilmezlik halinde evrensele dönüştürebilecek bir ruh halini yakalayabilsin.

Doğru, şiir evrenseldir. Ama evrensel olan her şey mutlaka mahalli bir köke dayanır. Tıpkı ağaçların kök üstüne bittiği gibi… Kendi kaynaklarından beslenmeyen şiir betona dikilen çiçek gibidir; Tutmaz.

Ve şairlik, herkesin görüp, yaşadığını, hissettiğini herkesi hayran bırakacak bir lisanla yeniden deşifre etme sanatıdır.
Yani şiir ihdas edilmez; var olanın ama bakir kalanın içinden her seferinde farklı bir duyuşla yeniden çıkarılır.


11 Temmuz 2022 Pazartesi

Bu Kapıdan Yansıyanlar / Özen Şafak

Bazen hayat denk getirir. 
Bir kitaba öylesine bakmak için uzanıverirsiniz. 
Ve kapağındaki aralık kapıdan usulca içeri süzülürsünüz benim gibi… 

Kitaba ismini veren “Bu Kapıdan” şiirindeki kapı imgesi insan zihnini allak bullak ediyor. Kapıdan geçip ulaşacağınız dünyanın heyecanı sarıyor benliğinizi…
            “Yer mi kayıyor yoksa zaman mı savruluyor?
              Daha kaç yıl sürecek bu dinmeyen fırtına?” 

Sevdaya dair şiirler zarafetle dizayn edilmiş. Süslü cümleler değil, gerçek aşkı gören dizelere, ayrılığın görkemli diline, hüznüne  bağlanıp müptelası oluyorsunuz:
             “Bu şehir, bu deniz, bu koku, bu ten
             Seni ilk gördüğüm güne benziyor.” 

Erzurum şiiriyle salt bir kenti değil, doğduğu, yaşadığı kentini, karlı dağların kuşattığı kentini, tarihinden töresine, sevgisinden saygısına, maneviyatına tüm görkemiyle anlatıyor.
            “Seni ancak seninle ömür tüketen anlar”
diyerek de sadece o topraklara değenlere özel kılıyor. 

Anne şiiriyle tüm annelerin sahip olmak isteyeceği bir evlattır.
            “Dumanlı başında gam…
             Ve alnında soylu nur,”
Bir anne bundan öte nasıl anlatılır ki… 

            “Bir ömür tüketip camın önünde,
             Hayatı seyirlik sanıyor perde.”
Sanki hepimizin bu dünyada bir perde olduğunu yüzümüze vuruyor. Bizim dışımızdaki dünyayı seyre daldığımızı tesir edemediğimizi zaten istesek de tesir edemeyeceğimizi, bir perde gibi bağlı olduğumuzu, olduğumuz yerden uzaklaşamayacağımızı anlatıyor bize.

Son dönem şiirlerinde ise bir dönüşüm, değişim yeni bir boyut olduğunu görüyoruz...Şiiri kim yazsın? Yağmuru izleyenler değil elini ateşe sokanlar yazsın. Kendisi ile yüzleşmekten kaçmayanlar yazsın sözüne nazire yapar gibi...
            “Derviş sandıklarımız bezirgân çıktı
             Üzeyir tut elimden sizin ele gidelim” diyor.  

Şiir bazen seni sarsıp kendine getirmeli, masal anlatmak yerine ayna tutmalı. Bunca acının yaşandığı yer yüzünde inandıklarımız hızla özünden kopup   değişiyor, can acıtıyor. Onun için "Sıradan Acılar" şiirinde; 
            “Bu nasıl bir insanlık, bu nasıl bir dünyadır?
             Birinin kahkahası, ötekine tufandır!” diyor.

Son dönem şiirleri ile günümüz yaşamını, yaşanmışlıklarını, çelişkilerini anlatarak toplumun haline ses veren şair, elini taşın altına koyuyor, çağıyla yüzleşiyor. 

Keyifle okuduğum pek çok şiir. Ruhuma tercüman olan pek çok şiir. İyi ki o kapıdan içeri girmişim. Taştan’ın şiirlerinin büyülü dünyasında kaybolmuşum.