Her dinin kutsal saydığı bir şehir vardır mutlaka. Müslümanlar
için, Hz. Peygamberle şereflenen Medine; Katolikler için Sistina
Şapel’le anlam kazanan Vatikan; Hindular için Ganj’ın
kıyısındaki Varanasi böyledir mesela… Ama bu şehirlerden
hiçbiri, başka bir din mensubu için özel bir anlam taşımaz. Sadece ötekinin
kutsalı olarak görür.
Sıra Kudüs’e geldi mi durum birden değişir. Çünkü bu şehir, yalnız bir dinin değil, üç dinin birden kutsalıdır. Müslümanlık, Hristiyanlık ve Museviliğin…
Kudüs’ün, 1400 yıldır, üç semavi dinin kutsal şehri olması nedeniyle her vakıanın birden fazla hikayesi, her sembolün birden fazla anlamı vardır. Örneğin, Yahudilerin batıdan bakarak Ağlama Duvarı dedikleri yere, biz Müslümanlar doğudan bakarak Burak Duvarı diyoruz. Muallak Taşı, bizim için, Hz. Muhammed’in üzerine ayak basıp, miraca yükseldiği kayadır. Museviler için, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek için yatırdığı yerdir. Dahası bize göre, kurban edilmek istenen oğul, İshak değil İsmail’dir. Olayın geçtiği yer de Kudüs değil, Mina’dır.
Bu listeye başkaca örnekler eklemek mümkün... Ancak zeytin
ağaçlarıyla portakalların, hurma dallarıyla üzüm bağlarının birbiriyle
koklaştığı beldede, barış ve huzuru bozan şey, bunlardan hiçbiri
değildir. Kıyamet Kilisesinde ya da Yükseliş Kilisesinde,
yere kapanıp, İsa’nın izlerine yüz sürenleri, gözyaşı dökenleri, o
kutsallıkla yoğrulsun diye ellerindeki bezleri yerlere sürenleri izlerken,
onlara saygı duymaktan başka bir şey gelmiyor aklınıza. 14 duraklı çile yolunu
da aynı sükunetle yürüyorsunuz.
Kendinizi toplamaya çalışarak yöneldiğiniz Mescid-i Aksa’nın her
bir kapısında tam teçhizatlı ve elleri tetikte bekleyen İsrail askerleri nöbet
tutuyor. Onların izin vermediği kişilerin içeri girmesi mümkün değil.
Hiçbir kilisede olmayan bu uygulamanın sırf Müslümanları caydırma ve rencide
etme amaçlı olduğunu söylemek bile abes… Askerlerin kontrolü altındaki o
kapılardan her geçişte ruhunuz daralıyor. La havle çekerek geçiyorsunuz.
Mescid-i Aksa
Kapıdan sonrası başka bir dünya… Havanın ve toprağın değiştiği yer: Mescid-i Aksa… Gündüz huzurla dolar orası, gece aşkla… Gündüz, Kadim Mescitte tarihin derinliğine iner; Kıble Mescidinde geçmişin ihtişamıyla yüzleşirsiniz. Burak’ın, Hz. Peygamberin miraç dönüşünü beklediği yerde diliniz tutulur; İsa’nın taş beşiğinde kalbiniz… Kubbettüs Sahra, altın kubbesiyle bir yüzük kaşı gibi parlar ortada… Bahçesinde zeytin ağaçları, o güzellik karşısında hafif bir esintiyle raks eder. Orada, ellerini semaya kaldırmak da başkadır; yağmurda ıslanmak da… Yürüdükçe artar yağmur… Ruhunuz ağaçların saadetine kavuşur; bedeniniz yaprakların berraklığına…
Gece miraç kokar Aksa... Gözlerinizi yine Kubbettüs Sahra alır… Çünkü bu mabedin koynunda, Hz. Peygamberin, üzerine basarak miraca yükseldiği Muallak Taşı ve kayanın tam altında, o gece namaz kıldığı Ruhlar Mağarası var... O mağarada bedenin darası düşüyor; ruhunuz seyyal bir hale geliyor.
Bu değişim, her yerinden hissedilir Aksa’nın… Bir akşam Mescid-i Aksa’dayım mesela… Hava açık ve gökyüzü masmavi… Bütün ihtişamıyla Kubbetüs Sahra duruyor karşımda… Beni çağırıyor. ‘Gel’ diyor. Aramızda sadece sütunlar var. Zeytin ağaçları arasındaki yoldan ona doğru yürüyorum, Bir ara durdum. Havayı kuvvetlice içime çektim. Yere eğildim. Bir avuç toprak alıp kokladım. Kalkarken gözlerim kapalıydı.
O gece hiç bitmesin isterdim. Ama olmadı. İşgal gerçeğine çarpıp dağıldı. İsrail askerleri her gün olduğu gibi o akşam da yatsı namazından sonra, Mescid-i Aksa’yı boşaltıp, kapılarına kilit vurdular.
Gecenin Uzayan Yarısı
Perşembe’yi cumaya bağlayan geceydi. Kaldığımız otelin önü, gece saat üçe doğru hareketlenmeye başladı. Abdestini alanlar birer-ikişer aşağı iniyor ve sonra gruplar halinde Mescid-i Aksa’ya doğru yürüyorlardı. Ben de onlardan biriydim işte… Üzerimizde taze bir abdestin ferahlığı, yüzümüzde üfleyen rüzgârın serinliği, ruhumuzda Kudüs’le vedalaşacak olmanın burukluğu vardı.
Aslında hafif yağmurlu bir gecede yürüdüğümüz cadde; vitrinleri, ağaçları ve ışıklarıyla oldukça etkileyiciydi. Ancak kimsenin buna ayıracak vakti yoktu. Çünkü Aksa bizi çağırıyordu. Uykumuzu bölen, gecenin bu saatinde teheccüd namazı için yola düşüren oydu. Hani o cezbeye kapılmak için çok dindar olmak da gerekmiyordu. Nadiren ibadet eden müminler de Kudüs’teyken Mescid-i Aksa’yla buluşmak için uykusunu bölerdi.
Biz de öyle yapmıştık işte…O yolu üç gündür ezber etmiştik. Ancak o gece Aksa’ya gidişimizi daha bir derinleştiren başka şeyler de olmuştu. Kudüs'e vardığımız gün, ABD Başkanı, Kudüs’ün bölünmeyeceğini, İsrail’in ebedi başkenti olacağını açıklamıştı. 28 Ocak 2020 günü yapılan bu açıklama, Filistin’de gerilimi tırmandırmıştı. Gazze’den şehit haberleri geliyordu. Bir gün önce gittiğimiz El-Halil şehrinde, Halil İbrahim Camii’ne girerken gördüğümüz uygulamalar ruhumuzu parçalamıştı. Hz. İbrahim, Hz. Yakup, Hz. Yusuf’un mezarının bulunduğu bu camiye 25 Şubat 1994’te fanatik bir Yahudi saldırmış, sabah namazını kılan 30 Müslümanı öldürmüş, 125 kişiyi yaralamıştı. Bu saldırı sonrasında, güvenlik gerekçesiyle, uzun süre ibadete kapalı tutulan camiinin yarısı İsrail hükümeti tarafından işgal edilmiş; diğer yarısı ise yalnızca yüksek güvenlikli terör cezaevi girişlerinde görülebilecek bir uygulamayla ibadete açılmıştı.
Bu şartlar altında girdiğimiz camide, ateşin bile yakmaya
kıyamadığı İbrahim’in kabri başında duyduğumuz utançtan birbirimize bakamaz
olmuş, bedenlerimiz kaskatı kesilmişti. İsrailoğullarını açlıktan
kurtaran, Mısır’da yer-yurt sahibi kılan, güzeller güzeli Yusuf’a
bu yapılır mıydı? İçimize kan damladı. La havle çektik ve yola koyulduk.
İkindiye doğru vardığımız Beytüllahim’de, Filistinli gençlerin
lastik yakarak, Kudüs’ün bölünmez başkent ilan edilmesini protesto ettiklerini gördük
uzaktan. Karşılarında silahlı İsrail askerleri vardı. Yol kapandığı için trafik
durmuştu ve İsrail askerlerinin ateş ettiğini görüyorduk. Mermiler gerçek mi,
değil mi bilmiyorduk. Hz. İsa’nın doğduğu yere yapılmış olan Doğuş Kilisesini
ziyaret edip o şehirden ayrıldık. Kısa bir süre sonra o protestolar sırasında
üç Filistinli gencin şehit edildiği haberi geldi. Kahrolduk.
O gün, iki üzücü vaka da Mescid-i Aksa’da yaşanmıştı. Yatsı
namazını Kubbettüs Sahra’da kılan birkaç yaşlı kadın duayı uzun tutmuş; bu
yüzden dışarı çıkmakta geç kalmışlardı. Buna sinirlenen İsrail
askerleri pis postallarıyla camiiden içeri girmiş; onları tüfek dipçikleriyle dürterek
dışarı çıkarmıştı. Aynı saatlerde Mescid-i Aksa’nın açık alanında slogan atan
Filistinli iki genç plastik mermilerle vurularak yaralanmıştı.
İşte böylesi bir atmosferde Selahaddin Eyyubi Caddesi’den Aksa’ya doğru yürürken kalbimiz aşkla doluydu ve ruhumuz intifadaydı. Bir şeyler olacağı havanın kokusundan, her köşe başında elleri tetikte bekleyen tam teçhizatlı İsrail askerlerinden belliydi. Herot Kapısından geçip kadim şehre girdiğimizde; uzun, daracık, taş sokaktan bir insan selinin Mescid-i Aksa’ya doğru aktığını gördüm. Bir köprünün altından akan sular gibi abbaraların altından akıp giden bu insanlar, birey olmaktan çıkıp, coşkun akan bir nehrin su damlalarına dönüşmüştü. Gecenin o saatinde tek tük açılan dükkanlardan Kur’an sesleri geliyordu. Ne zaman dinlesem hafiflediğimi hissettiğim Kur’an, orada bizi çelikliyordu. Kalbimizde bir diriliş, adımlarımızda yükseliş vardı.
İsrailli askerler, tekbir getiren Filistinli gençleri daha sonra
yakaladı mı, bilmiyorum. Ama bizden intikamlarını Tel Aviv’de aldılar. Rutin
kontrollerden geçip uçağa binmiştik. Tam uçmayı beklerken, güvenlik
gerekçesiyle uçağı boşalttılar. Valizlerimizi geri verdiler. Yeni bir arama
işlemi ve tam bir eziyet… Bu uygulamayı, doğal göstermek için hepimize su ikram
ettiler. Reddettim tabii… Vaktinden altı saat sonra havalandı uçağımız…
İstanbul’a indiğimizde, bütün valizlerin hoyratça atılarak kırıldığını
fark ettik.
Sona Doğru
Uçak havalanırken aklım hâlâ oradaydı. Zeytin Dağı’nda, bir
ağaçtan koparıp götürdüğü zeytin dalıyla, barışın sembolü olan
Nuh’un güvercini, bu topraklara barışı getirmeye yetmemişti. Eriha’nın girişini
süsleyen anahtarın üzerindeki “biz döneceğiz” yazısı, hayata
geçmek bilmiyordu. Osmanlının son karargâhı şimdi Aguste Victoria
Hastanesiydi. Yüzyıldır dertlerle boğuşan bu hastane sanki şehrin
özetiydi.
Mâlûm, Yahudiler tarihte defalarca toplu
kıyımlara maruz kalmış bir millet… Kudüs’ü gezinceye kadar onların çektikleri
acıları düşünürdüm: Toplu kıyımlara maruz kalıyorlar… Babil’e sürülüyorlar…
Zincire vurularak Roma’ya götürülüyorlar… İspanya’da imha ediliyorlar…
Polonya’da topluca öldürülüyorlar… Almanya’da gaz odalarında zehirleniyorlar… Filistin
topraklarında gördüm ki, bu acılardan ders çıkarmak yerine, zalimleri kendilerine öğretmen seçmişler. Tıpkı onlar gibi gücü, zulüm aracı olarak kullanıyorlar…
Başkalarına hayat hakkı tanımıyorlar… Siyonist olmayan herkes onların gözünde
düşman… Ve müthiş korkuyorlar… Kudüs’ün göbeğinde bile askerleri tam
teçhizatlı… Oysa bilmiyorlar ki, zulüm ile abat olanın sonu berbat
olur…
Demek ki şafak çok uzak değil.
* Bu yazı, Kasım 2022'de Edebiyat Ortamı Dergisinin 89. sayısında yayınlanmıştır.

.jpg)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder