Bir aydır edebiyat dersimize giren Belkıs Hanım, bize bir ev ödevi verdi. “Hayatınızı anlatan bir öykü yazıp, getirin” dedi. Ben ödevimi yapmadığım için sıfır aldım. Olsun sıfır almak ötekinden daha iyiydi… Çünkü benim başkalarının bilmesini istediğim bir hayatım yoktu ki…
Aslında on bir yaşına gelinceye kadar her şey çok iyiydi. Babamın kocaman bir tırı vardı. Tır kendisinin değildi, çalıştığı şirketindi. Bunu bilirdik ama olsun, tır hep bizde dururdu. Babam onunla Avrupa’dan İran’a, Oradan Avrupa’ya mal taşırdı. Ne taşıdığını bilmezdik. Onu günlerce, hatta haftalarca görmediğimiz olurdu. Eve genellikle gece yarısı gelirdi. Sabah uyandığımda başucumda duran hediyelerden geldiğini anlardım. Sevinçten uçar gibi babamın odasına dalardım. Annem buna kızardı. Anne-babanın odasına kapı dövülmeden girilmez derdi. O’na cevabım, omuz silkerek yere bakmak olurdu. Babam, yataktan fırladığı gibi bana sarılırdı. “Aslan oğlum” derdi. Bunu duyunca dünyalar benim olurdu.
Babamın getirdiği, Ronaldo formasını ve halı saha ayakkabılarını giyip, arkadaşlarımın yanına gidince, bana hayranlıkla baktıklarını hissederdim. Arkadaşlarımdan biri, boş bulunup, “gene baban mı geldi” diyecek olursa, bir başkası ona bizim tırı göstererek, “kocaman tırı görmüyor musun da babasını soruyorsun” diye karşılık verirdi. Bu cevaba hep birlikte kahkahayla gülerdik.
Babamın, gelişi gibi gidiş günü de belli olmazdı. Bazen mal hazırlanmadığı için evde uzun kalırdı. Ben, bu duruma çok sevinirdim. Çünkü, Onun varlığı bize neşe verirdi. Bazen arkadaşından ödünç aldığı arabayla bizi gezmeye götürürdü. Bir seferinde, Mavi Göl’ün kenarına pikniğe gitmiştik. Babamın ne kadar güzel kebap yaptığını o gün öğrenmiştim. Ben de büyüyünce, eşime ve çocuklarıma böyle kebap yapmayı hayal etmiştim.
Kara yağız delikanlı olan babamı, annem de çok severdi ama işinden hiç memnun değildi. Onun, sürekli yanımızda kalmasını isterdi. Bir seferinde komşu kadından, okul servisi için şoför arandığını duymuştu. Babama tır şoförlüğünü bırakıp, servis şoförlüğü yapmasını teklif etti. Babam oralı bile olmadı. Kısa zamanda Çayyolu’nda lüks bir eve taşınacağımızı söyledi. Babamın yüzüne bakan annemin gözlerinde, endişeyle mutluluk bir anda gidip geldi.
— Nasıl?
Babam güven dolu gözlerle anneme baktı:
— Kocana güvenmiyor musun?
— Güveniyorum da…
Annemin yarım kalan sözünü, babamın yanağına kondurduğu öpücük tamamladı.
Bu konuşmadan birkaç gün sonra malın hazır olduğu haberi geldi. Babam, bir kuşluk vakti, annemi, beni ve kız kardeşimi öperek tıra atladı. Ama nasıl bir atlayıştı, görecektiniz. O ana kadar hep askeri pilot olmayı düşlerdim. Deri ceketli o adamı izlerken, “büyüyünce ben de mi tır şoförü olsam” diye düşündüm. Onu, bu halde son görüşüm olduğunu bilmeden…
Ertesi günün akşamında anneme bir telefon geldi. Babamın tırı Edirne’de durdurulmuş, zulasında 400 kg kokain yakalanmıştı. Zula neydi, kokain neydi bilmiyordum. Ama haberi duyan annemin, babamın vefat haberini almışçasına yere yıkıldığını hatırlıyorum. Evimize bir yıldırım gibi çarpan ve hayatımızdaki bütün renkleri kül eden o haber geldikten bir süre sonra bilgisayarın başına geçtim. İnternetten, o iki kelimenin anlamına baktım. Zula, “kaçak ve yasak şeylerin sağlandığı yer” demekmiş. Kokain de en zararlı uyuşturucu maddelerden biriymiş. Babam, “Çayyolu’nda lüks bir eve taşınacağız” dediğinde annemin yüzünde oluşan endişenin nedenini o an anladım.
O günden sonra kötü haberler duymak hayatımızın rutini haline geldi. Gözaltına alınan babam, tutuklanıp Edirne Cezaevi’ne konulmuştu. Cezaevine ziyarete giden amcamdan, kendisini savunacak iyi bir avukat tutmamızı istemişti. Amcam, istenen avukatı bulmuştu ama avukatlık ücretini ödeyecek parası yoktu. Çünkü, O da bir şirkette güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Annem o parayı, düğünde kendisine takılan bütün takıları bozdurarak karşılamıştı. Tutulan avukat da bir işe yaramamış, ele geçen uyuşturucu miktarı çok olduğu ve suç ortaklarını söylemediği için, babam 15 sene hapis cezası almıştı. İşin tuhafı, babamın onlara gösterdiği sadakati, onlar babamdan esirgemişti. Hiçbir şekilde bizimle temas kurmamış, avukatlık parasını bile ödememişlerdi. Öyleyse babam neden susuyordu? Niçin onları ele vermiyordu? Ele verirse kendisinin ya da bizim öldürülmemizden mi korkuyordu? Bu soruların cevaplarını hiçbir zaman öğrenemedik.
Geçim derdinin ne demek olduğunu, eve her ay elektrik ve su faturası geldiğini, bunların bedelleri ödenmeyince elektrik ve suyun kesildiğini, babamın cezaevine girmesinden sonra sırasıyla yaşayarak öğrendim. Bereket, oturduğumuz ev dedemden miras kalmıştı. Yoksa hepten hapı yutmuştuk.
Annem bu yükün altından kalkabilmek için bir tatlıcıda çalışmaya başladı. Nöbetçi olduğu zamanlar eve geç geliyor, onun yokluğunda kardeşim Pınar’la ben, dışarından ufak bir tıkırtı duyunca çok korkuyorduk. Babasız kaldıktan iki yıl sonra, üçüncü kattaki evimize, gece yarısı bir hırsız girmişti. Annemin odasından gelen boğuşma seslerini duymuş; kardeşim ve ben korkudan o odaya girememiştik. Hırsız da az sonra geldiği balkondan atlayarak kaçmıştı. Annem, adı kirlenmesin diye hırsızdan şikayetçi olamamıştı. Annemin ne demek istediğini anlayamamıştım ama bu olay, evdeki korkularımızı iyice artırmıştı. Ondan sonra annemle aynı odada yatmaya başladık ve yatarken, dış kapıyla birlikte balkon ve yatak odası kapılarını da kilitler olduk.
O yılın eylülünde, okul açılınca, daha önce sıradan olduğunu sandığım şeylerin, ne kadar büyük birer lüks olduğunu fark ettim. Anneme, “bana okul için yeni kıyafet al” diye tutturmadım. Önceki yıldan kalanları giymeye devam ettim. Artık okula servisle değil, yürüyerek gidip geliyordum. Okul kantinine ise pek uğramıyordum. “Bana ne zaman cep telefonu alacaksın” demeyi ise tamamen unutmuştum.
Ertesi yılın yazında bir işyerinde çırak olarak çalışmayı düşündüm. 15 yaşından küçük çocukların çalışmasının yasak olduğunu öğrendiğimde, hiçbir işe yaramamanın verdiği eziklikle oturup ağladım.
Babam tutuklandıktan sonra, kendisini yalnız bir kere görebildim. Babam, anneme gönderdiği mektuplarda, “çocukları bir kere getir göreyim, ondan sonra ölsem bile gam yemem” diyordu. Annem yol parası bulamadığı için bu isteği sürekli erteliyordu. Sonunda benim liseye başlayacağım sene, dedemden kalan, Fatsa’daki üç dönümlük fındık bahçesinden, kendisine düşen payı kardeşlerine satarak yol paramızı çıkardı. Üçümüz birden Edirne’ye gittik. Bayram olduğu için açık görüş yapacaktık. Uzunca bir kuyruktan sonra, ayakkabılarımızı çıkarıp, terlik giyerek duyarlı kapıdan geçtik. Ben ve Pınar’da sorun çıkmadı. Ama duyarlı kapı, annemin kıyafetindeki metal düğmeye öttüğü için, onu, kapalı bir perdenin arkasına aldılar. İki kardeş endişeyle onu bekledik. Neyse ki annemin yanımıza gelmesi de uzun sürmedi.
Babam bizi görünce, ikimizi birden kucakladı. Bizi, göğsüne bastırarak, öpüp kokladı. Eskisi gibi kuvvetliydi. Ama kokusu evdeki gibi değildi. Sanki o gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Oldukça yaşlanmıştı. Bizim için tıraş olduğu ve en güzel kıyafetlerini giydiği belliydi. Ama ruhundaki ezilmeyi gizleyecek bir şey bulamamıştı. Bir adım ötedeki annem gözyaşları içinde bizi izliyordu.
Sohbet sırasında, babam derslerimizi sordu. LGS’ye girdiğimi, yüksek bir puan beklediğimi söyledim. Sevindi, “ne olacaksın” dedi. Ben de askeri pilot olacağımı söyledim. Bu cevaba çok sevineceklerini zannederken, hiçbir şey demeden ikisi birden yere baktı. Buna bir anlam veremedim. Meğer, uyuşturucu suçundan mahkûm olan birinin oğlunu, kolay kolay subay yapmazlarmış. Ben bunu çok sonra öğrenecek ve günlerce üzülecektim.
Görüşme devam ederken, uzun bir düdük çaldı. Ardından “görüşme saati bitmiştir” şeklindeki anons koridor boyunca yankılandı. Bütün mahkumlar ve ziyaretçiler mahşer düdüğü çalmış gibi hüzne kapıldılar. O ses, beni de etkiledi ve babama duyduğum muhabbeti biraz daha artırdı. Pınar’sa o sesi duyduktan sonra babamın boynuna sımsıkı sarılarak ağlamaya başladı. Onları ayırmak epey güç oldu.
Ankara’ya döndükten bir süre sonra Ayrancı Anadolu Lisesi’ni kazandığımı öğrendim. Bu, babamın cezaevine düştüğü günden sonraki üç yıl boyunca duyduğumuz en güzel haberdi. Allah var, bu haber yalnız bizi değil akrabalarımızı da çok sevindirmişti. Okul başlarken, hepsi el ele verip, benim düzgün bir kıyafetle okula gitmemi sağlamışlardı. Ne var ki, iş bununla bitmiyordu. Okula gidiş mesafem çok uzamıştı ve benim otobüsle gidip gelecek kadar harçlığım yoktu. O yüzden ya okula giderken ya da eve dönerken yürümek zorundaydım. Bir sabah okula giderken, avizeci Nusret Amca beni görüp seslendi:
— Yusuf, Atakule’ye doğru gidiyorum, gel seni de okula bırakayım, dedi.
Mahalleden tanıdık bir esnaf olduğu için hiç tereddüt etmeden arabasına bindim. Yolda bana oldukça sıcak davrandı. Beni indirirken, evle okul arasındaki mesafenin 4.3 km olduğunu söyledi. O kadar mesafeyi yürüyerek nasıl gidebildiğime şaşırdı. Akşam olunca, yürüdüğüm mesafeyi bilsin diye bunu anneme söyledim. Beni övecek zannettim. Ama öyle olmadı. Renkten renge girdi. “O ırz düşmanının arabasına nasıl binersin” diye fena halde çıkıştı. Meğer, o gece evimize giren Nusret’miş. Ve gelme sebebi hırsızlık değil annemmiş. O gece, sabaha kadar uyuyamadım. Sabahleyin anneme görünmeden okula gittim. Nusret denen o rezilin yüzüne bir daha hiç bakmadım.
Dersler, sabahleyin başlayıp ikindiye kadar sürüyordu. Benim öğle yemeğine verecek param da yoktu. Gerçi annem her sabah, çantama ekmek arası bir şeyler koyuyordu ama nedense onu sınıfta açıp yemekten utanıyordum. Çünkü, benden başka hiç kimse böyle bir şey yapmıyordu. Hepsi yemeklerini, kantin ya da yemekhanede yiyorlardı. Dürümü çıkarmak için sınıfın boşalmasını bekliyordum ama bir türlü bu olmuyordu. Biri gidince bir başkası giriyordu sınıfa… Kantine gitmediğim gibi tenis masalarının yanından da geçmiyordum. Çünkü onlar da paralıydı.
Okulun ilk haftası da ayrı bir dertti. Her öğretmen ilk dersini tanışmaya ayırırdı. Cevap verilecek sorular arasında, “babanız ne iş yapıyor” sorusu da olurdu… Babalarının mesleği iyi olan çocuklar bunu gururla söylerken, kötü olanlar mahcubiyetle cevap verirlerdi. Ama ben ne diyebilirdim ki… Benim babam uyuşturucu ticareti yapmaktan mahkûm diyemiyordum… Bir seferinde, babam tır şoförü diyecek oldum. İki kızın bana “yalan söylüyorsun” der gibi gülerek baktıklarını gördüm. Yerin dibine battım.
Bu üzüntünün en derinini lise ikide yaşadım. Öğle arası, okulun bahçesinde sohbet ediyorduk. Bir ara, ne olmak istediğimiz konusu açıldı. Herkes, gönlünde yatan aslanı söylüyordu. Tam bana sıra gelmişti ki biri atıldı:
— Yusuf, sen yakışıklı ve zeki bir adamsın. Onun için senden çok iyi bir uyuşturucu baronu olur, dedi.
Bunu söyleyenin üzerine yürüdüm ama arkadaşlar bırakmadılar. Hak ettiği cevabı onlar verdiler. Yine de o skar ruhuma yapışıp kaldı.
O sene, adeta hüzün yılımdı. Alt sınıftan bir kızla tanışıp, yakınlaştık. Adı Aysun’du. O’na âşık olmuştum. Sohbet ederken, ailemi sordu. Ona yalan söyleyemezdim. Her şeyi olduğu gibi anlattım. O günden sonra benden adım adım uzaklaştı. Şimdi bizim sınıftan bir oğlanla çıkıyor. Bunun acısını hiç unutamadım. Her gün tazelenen bir acıydı bu.
Bir de okuldan gelen yardım talepleri var ya… Onlar da benim için tam bir eziyetti. Her seferinde “biz fakiriz, o yüzden yardım yapamıyoruz” demek, ruhumu fena halde yaralıyordu.
Bütün bunlara rağmen dersler başlayınca, kendimi iyi hissederdim. Çünkü, çalışarak sınıfın en iyilerinden biri olmayı her zaman başarırdım. O sayede arkadaşlarımın bana yaklaştığını görürdüm. Ama yine de kimse benimle birebir arkadaş olmak istemezdi. Grup içinde var olurdum ben. Grubun olmadığı zamanlarda ya kitaplar ya da kalem eşlik ederdi bana…Yazdıklarımı yalnızca Sadi Hocama gösteriyordum, onun eleğinden geçiriyordum. Sanki beni yalnız anlayan oydu. Bir seferinde bana, “liseler arasında ‘mülteci çocuklar’ konulu bir öykü yarışması düzenleniyor, sen de katıl” demişti. Sözünü tuttum, bir öykü yazdım. Yine O’nun eleğinden geçirerek yarışmaya katıldım. Ne yazık ki Hocam, kalp krizi geçirip vefat etmiş, yarışmanın sonucunu görememişti. Onun yerine dersimize giren Belkıs Hocanın ise yazdığımdan da yarışmaya katıldığımdan da haberi yoktu.
Bugün son ders edebiyattı. Belkıs Hocanın dersiydi. Neşe içinde sınıfa girdi. Yazdığım öyküden övgüyle söz etti. Yarışmada üçüncü olduğumu söyledi ve beni kutladı. Bütün sınıf dönmüş, bana bakıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra müşfik bir şekilde bana yaklaştı:
— Yusuf... Bu kadar güzel yazıyorsun da verdiğim öyküyü niye yazmadın? Kendini bana niye anlatmadın? Dedi.
O an gözlerim doldu. Başımı öne eğdim. “Derin acılar dilsizdir” demek geçti içimden. Bunu da söyleyemedim.
Kimseye kendimi anlatamadım. Sen anla beni günlüğüm.







