25 Aralık 2024 Çarşamba

Sen Anla Beni Günlüğüm / Mehmet Taştan

Bir aydır edebiyat dersimize giren Belkıs Hanım, bize bir ev ödevi verdi. “Hayatınızı anlatan bir öykü yazıp, getirin” dedi. Ben ödevimi yapmadığım için sıfır aldım. Olsun sıfır almak ötekinden daha iyiydi… Çünkü benim başkalarının bilmesini istediğim bir hayatım yoktu ki…

Aslında on bir yaşına gelinceye kadar her şey çok iyiydi. Babamın kocaman bir tırı vardı. Tır kendisinin değildi, çalıştığı şirketindi. Bunu bilirdik ama olsun, tır hep bizde dururdu. Babam onunla Avrupa’dan İran’a, Oradan Avrupa’ya mal taşırdı. Ne taşıdığını bilmezdik. Onu günlerce, hatta haftalarca görmediğimiz olurdu. Eve genellikle gece yarısı gelirdi. Sabah uyandığımda başucumda duran hediyelerden geldiğini anlardım. Sevinçten uçar gibi babamın odasına dalardım.  Annem buna kızardı. Anne-babanın odasına kapı dövülmeden girilmez derdi. O’na cevabım, omuz silkerek yere bakmak olurdu. Babam, yataktan fırladığı gibi bana sarılırdı. “Aslan oğlum” derdi. Bunu duyunca dünyalar benim olurdu.

Babamın getirdiği, Ronaldo formasını ve halı saha ayakkabılarını giyip, arkadaşlarımın yanına gidince, bana hayranlıkla baktıklarını hissederdim. Arkadaşlarımdan biri, boş bulunup, “gene baban mı geldi” diyecek olursa, bir başkası ona bizim tırı göstererek, “kocaman tırı görmüyor musun da babasını soruyorsun” diye karşılık verirdi. Bu cevaba hep birlikte kahkahayla gülerdik.

Babamın, gelişi gibi gidiş günü de belli olmazdı. Bazen mal hazırlanmadığı için evde uzun kalırdı. Ben, bu duruma çok sevinirdim. Çünkü, Onun varlığı bize neşe verirdi. Bazen arkadaşından ödünç aldığı arabayla bizi gezmeye götürürdü. Bir seferinde, Mavi Göl’ün kenarına pikniğe gitmiştik. Babamın ne kadar güzel kebap yaptığını o gün öğrenmiştim. Ben de büyüyünce, eşime ve çocuklarıma böyle kebap yapmayı hayal etmiştim.

Kara yağız delikanlı olan babamı, annem de çok severdi ama işinden hiç memnun değildi. Onun, sürekli yanımızda kalmasını isterdi. Bir seferinde komşu kadından, okul servisi için şoför arandığını duymuştu. Babama tır şoförlüğünü bırakıp, servis şoförlüğü yapmasını teklif etti. Babam oralı bile olmadı. Kısa zamanda Çayyolu’nda lüks bir eve taşınacağımızı söyledi. Babamın yüzüne bakan annemin gözlerinde, endişeyle mutluluk bir anda gidip geldi.

—    Nasıl?

Babam güven dolu gözlerle anneme baktı:

—    Kocana güvenmiyor musun?

—    Güveniyorum da…

Annemin yarım kalan sözünü, babamın yanağına kondurduğu öpücük tamamladı. 

Bu konuşmadan birkaç gün sonra malın hazır olduğu haberi geldi. Babam, bir kuşluk vakti, annemi, beni ve kız kardeşimi öperek tıra atladı. Ama nasıl bir atlayıştı, görecektiniz. O ana kadar hep askeri pilot olmayı düşlerdim. Deri ceketli o adamı izlerken, “büyüyünce ben de mi tır şoförü olsam” diye düşündüm. Onu, bu halde son görüşüm olduğunu bilmeden…           

Ertesi günün akşamında anneme bir telefon geldi. Babamın tırı Edirne’de durdurulmuş, zulasında 400 kg kokain yakalanmıştı. Zula neydi, kokain neydi bilmiyordum. Ama haberi duyan annemin, babamın vefat haberini almışçasına yere yıkıldığını hatırlıyorum. Evimize bir yıldırım gibi çarpan ve hayatımızdaki bütün renkleri kül eden o haber geldikten bir süre sonra bilgisayarın başına geçtim. İnternetten, o iki kelimenin anlamına baktım. Zula, “kaçak ve yasak şeylerin sağlandığı yer” demekmiş. Kokain de en zararlı uyuşturucu maddelerden biriymiş. Babam, “Çayyolu’nda lüks bir eve taşınacağız” dediğinde annemin yüzünde oluşan endişenin nedenini o an anladım. 

O günden sonra kötü haberler duymak hayatımızın rutini haline geldi. Gözaltına alınan babam, tutuklanıp Edirne Cezaevi’ne konulmuştu. Cezaevine ziyarete giden amcamdan, kendisini savunacak iyi bir avukat tutmamızı istemişti. Amcam, istenen avukatı bulmuştu ama avukatlık ücretini ödeyecek parası yoktu. Çünkü, O da bir şirkette güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Annem o parayı, düğünde kendisine takılan bütün takıları bozdurarak karşılamıştı. Tutulan avukat da bir işe yaramamış, ele geçen uyuşturucu miktarı çok olduğu ve suç ortaklarını söylemediği için, babam 15 sene hapis cezası almıştı. İşin tuhafı, babamın onlara gösterdiği sadakati, onlar babamdan esirgemişti. Hiçbir şekilde bizimle temas kurmamış, avukatlık parasını bile ödememişlerdi. Öyleyse babam neden susuyordu? Niçin onları ele vermiyordu? Ele verirse kendisinin ya da bizim öldürülmemizden mi korkuyordu? Bu soruların cevaplarını hiçbir zaman öğrenemedik. 

Geçim derdinin ne demek olduğunu, eve her ay elektrik ve su faturası geldiğini, bunların bedelleri ödenmeyince elektrik ve suyun kesildiğini, babamın cezaevine girmesinden sonra sırasıyla yaşayarak öğrendim. Bereket, oturduğumuz ev dedemden miras kalmıştı. Yoksa hepten hapı yutmuştuk. 

Annem bu yükün altından kalkabilmek için bir tatlıcıda çalışmaya başladı. Nöbetçi olduğu zamanlar eve geç geliyor, onun yokluğunda kardeşim Pınar’la ben, dışarından ufak bir tıkırtı duyunca çok korkuyorduk. Babasız kaldıktan iki yıl sonra, üçüncü kattaki evimize, gece yarısı bir hırsız girmişti. Annemin odasından gelen boğuşma seslerini duymuş; kardeşim ve ben korkudan o odaya girememiştik. Hırsız da az sonra geldiği balkondan atlayarak kaçmıştı. Annem, adı kirlenmesin diye hırsızdan şikayetçi olamamıştı. Annemin ne demek istediğini anlayamamıştım ama bu olay, evdeki korkularımızı iyice artırmıştı. Ondan sonra annemle aynı odada yatmaya başladık ve yatarken, dış kapıyla birlikte balkon ve yatak odası kapılarını da kilitler olduk. 

O yılın eylülünde, okul açılınca, daha önce sıradan olduğunu sandığım şeylerin, ne kadar büyük birer lüks olduğunu fark ettim. Anneme, “bana okul için yeni kıyafet al” diye tutturmadım. Önceki yıldan kalanları giymeye devam ettim. Artık okula servisle değil, yürüyerek gidip geliyordum. Okul kantinine ise pek uğramıyordum. “Bana ne zaman cep telefonu alacaksın” demeyi ise tamamen unutmuştum. 

Ertesi yılın yazında bir işyerinde çırak olarak çalışmayı düşündüm. 15 yaşından küçük çocukların çalışmasının yasak olduğunu öğrendiğimde, hiçbir işe yaramamanın verdiği eziklikle oturup ağladım. 

Babam tutuklandıktan sonra, kendisini yalnız bir kere görebildim. Babam, anneme gönderdiği mektuplarda, “çocukları bir kere getir göreyim, ondan sonra ölsem bile gam yemem” diyordu. Annem yol parası bulamadığı için bu isteği sürekli erteliyordu. Sonunda benim liseye başlayacağım sene, dedemden kalan, Fatsa’daki üç dönümlük fındık bahçesinden, kendisine düşen payı kardeşlerine satarak yol paramızı çıkardı. Üçümüz birden Edirne’ye gittik. Bayram olduğu için açık görüş yapacaktık. Uzunca bir kuyruktan sonra, ayakkabılarımızı çıkarıp, terlik giyerek duyarlı kapıdan geçtik. Ben ve Pınar’da sorun çıkmadı. Ama duyarlı kapı, annemin kıyafetindeki metal düğmeye öttüğü için, onu, kapalı bir perdenin arkasına aldılar. İki kardeş endişeyle onu bekledik. Neyse ki annemin yanımıza gelmesi de uzun sürmedi. 

Babam bizi görünce, ikimizi birden kucakladı. Bizi, göğsüne bastırarak, öpüp kokladı. Eskisi gibi kuvvetliydi. Ama kokusu evdeki gibi değildi. Sanki o gitmiş, yerine başka biri gelmişti. Oldukça yaşlanmıştı. Bizim için tıraş olduğu ve en güzel kıyafetlerini giydiği belliydi. Ama ruhundaki ezilmeyi gizleyecek bir şey bulamamıştı. Bir adım ötedeki annem gözyaşları içinde bizi izliyordu. 

Sohbet sırasında, babam derslerimizi sordu. LGS’ye girdiğimi, yüksek bir puan beklediğimi söyledim. Sevindi, “ne olacaksın” dedi. Ben de askeri pilot olacağımı söyledim. Bu cevaba çok sevineceklerini zannederken, hiçbir şey demeden ikisi birden yere baktı. Buna bir anlam veremedim. Meğer, uyuşturucu suçundan mahkûm olan birinin oğlunu, kolay kolay subay yapmazlarmış. Ben bunu çok sonra öğrenecek ve günlerce üzülecektim. 

Görüşme devam ederken, uzun bir düdük çaldı. Ardından “görüşme saati bitmiştir” şeklindeki anons koridor boyunca yankılandı. Bütün mahkumlar ve ziyaretçiler mahşer düdüğü çalmış gibi hüzne kapıldılar. O ses, beni de etkiledi ve babama duyduğum muhabbeti biraz daha artırdı. Pınar’sa o sesi duyduktan sonra babamın boynuna sımsıkı sarılarak ağlamaya başladı. Onları ayırmak epey güç oldu. 

Ankara’ya döndükten bir süre sonra Ayrancı Anadolu Lisesi’ni kazandığımı öğrendim. Bu, babamın cezaevine düştüğü günden sonraki üç yıl boyunca duyduğumuz en güzel haberdi. Allah var, bu haber yalnız bizi değil akrabalarımızı da çok sevindirmişti. Okul başlarken, hepsi el ele verip, benim düzgün bir kıyafetle okula gitmemi sağlamışlardı. Ne var ki, iş bununla bitmiyordu. Okula gidiş mesafem çok uzamıştı ve benim otobüsle gidip gelecek kadar harçlığım yoktu. O yüzden ya okula giderken ya da eve dönerken yürümek zorundaydım. Bir sabah okula giderken, avizeci Nusret Amca beni görüp seslendi:

— Yusuf, Atakule’ye doğru gidiyorum, gel seni de okula bırakayım, dedi.

Mahalleden tanıdık bir esnaf olduğu için hiç tereddüt etmeden arabasına bindim. Yolda bana oldukça sıcak davrandı. Beni indirirken, evle okul arasındaki mesafenin 4.3 km olduğunu söyledi. O kadar mesafeyi yürüyerek nasıl gidebildiğime şaşırdı. Akşam olunca, yürüdüğüm mesafeyi bilsin diye bunu anneme söyledim. Beni övecek zannettim. Ama öyle olmadı. Renkten renge girdi. “O ırz düşmanının arabasına nasıl binersin” diye fena halde çıkıştı. Meğer, o gece evimize giren Nusret’miş. Ve gelme sebebi hırsızlık değil annemmiş. O gece, sabaha kadar uyuyamadım. Sabahleyin anneme görünmeden okula gittim. Nusret denen o rezilin yüzüne bir daha hiç bakmadım.

Dersler, sabahleyin başlayıp ikindiye kadar sürüyordu. Benim öğle yemeğine verecek param da yoktu. Gerçi annem her sabah, çantama ekmek arası bir şeyler koyuyordu ama nedense onu sınıfta açıp yemekten utanıyordum. Çünkü, benden başka hiç kimse böyle bir şey yapmıyordu. Hepsi yemeklerini, kantin ya da yemekhanede yiyorlardı. Dürümü çıkarmak için sınıfın boşalmasını bekliyordum ama bir türlü bu olmuyordu. Biri gidince bir başkası giriyordu sınıfa… Kantine gitmediğim gibi tenis masalarının yanından da geçmiyordum. Çünkü onlar da paralıydı. 

Okulun ilk haftası da ayrı bir dertti. Her öğretmen ilk dersini tanışmaya ayırırdı. Cevap verilecek sorular arasında, “babanız ne iş yapıyor” sorusu da olurdu… Babalarının mesleği iyi olan çocuklar bunu gururla söylerken, kötü olanlar mahcubiyetle cevap verirlerdi. Ama ben ne diyebilirdim ki… Benim babam uyuşturucu ticareti yapmaktan mahkûm diyemiyordum… Bir seferinde, babam tır şoförü diyecek oldum. İki kızın bana “yalan söylüyorsun” der gibi gülerek baktıklarını gördüm. Yerin dibine battım. 

Bu üzüntünün en derinini lise ikide yaşadım. Öğle arası, okulun bahçesinde sohbet ediyorduk. Bir ara, ne olmak istediğimiz konusu açıldı. Herkes, gönlünde yatan aslanı söylüyordu. Tam bana sıra gelmişti ki biri atıldı:

 — Yusuf, sen yakışıklı ve zeki bir adamsın. Onun için senden çok iyi bir uyuşturucu baronu olur, dedi.

Bunu söyleyenin üzerine yürüdüm ama arkadaşlar bırakmadılar. Hak ettiği cevabı onlar verdiler. Yine de o skar ruhuma yapışıp kaldı. 

O sene, adeta hüzün yılımdı. Alt sınıftan bir kızla tanışıp, yakınlaştık. Adı Aysun’du. O’na âşık olmuştum. Sohbet ederken, ailemi sordu. Ona yalan söyleyemezdim. Her şeyi olduğu gibi anlattım. O günden sonra benden adım adım uzaklaştı. Şimdi bizim sınıftan bir oğlanla çıkıyor. Bunun acısını hiç unutamadım. Her gün tazelenen bir acıydı bu. 

Bir de okuldan gelen yardım talepleri var ya… Onlar da benim için tam bir eziyetti. Her seferinde “biz fakiriz, o yüzden yardım yapamıyoruz” demek, ruhumu fena halde yaralıyordu. 

Bütün bunlara rağmen dersler başlayınca, kendimi iyi hissederdim. Çünkü, çalışarak sınıfın en iyilerinden biri olmayı her zaman başarırdım. O sayede arkadaşlarımın bana yaklaştığını görürdüm. Ama yine de kimse benimle birebir arkadaş olmak istemezdi. Grup içinde var olurdum ben. Grubun olmadığı zamanlarda ya kitaplar ya da kalem eşlik ederdi bana…Yazdıklarımı yalnızca Sadi Hocama gösteriyordum, onun eleğinden geçiriyordum. Sanki beni yalnız anlayan oydu. Bir seferinde bana, “liseler arasında ‘mülteci çocuklar’ konulu bir öykü yarışması düzenleniyor, sen de katıl” demişti. Sözünü tuttum, bir öykü yazdım. Yine O’nun eleğinden geçirerek yarışmaya katıldım.  Ne yazık ki Hocam, kalp krizi geçirip vefat etmiş, yarışmanın sonucunu görememişti. Onun yerine dersimize giren Belkıs Hocanın ise yazdığımdan da yarışmaya katıldığımdan da haberi yoktu. 

Bugün son ders edebiyattı. Belkıs Hocanın dersiydi. Neşe içinde sınıfa girdi. Yazdığım öyküden övgüyle söz etti. Yarışmada üçüncü olduğumu söyledi ve beni kutladı. Bütün sınıf dönmüş, bana bakıyordu. Kısa bir sessizlikten sonra müşfik bir şekilde bana yaklaştı:

—    Yusuf... Bu kadar güzel yazıyorsun da verdiğim öyküyü niye yazmadın? Kendini bana niye anlatmadın? Dedi.

O an gözlerim doldu. Başımı öne eğdim. “Derin acılar dilsizdir” demek geçti içimden. Bunu da söyleyemedim.

Kimseye kendimi anlatamadım. Sen anla beni günlüğüm. 


1 Aralık 2024 Pazar

Satrancın Karanlıkla Yarışı / Mehmet Taştan

15 asır önce, Hint topraklarında hüküm süren genç mihrace Belhet, birbiri ardınca savaşlar kazanıyor, şanına şan katıp, iktidar tacını parlatıyordu. Öylesine hızlı büyüyordu ki, zaferleri yalnız rakiplerinin değil, genç mihracenin de başını döndürüyordu. 

Tecessüsün doruk çağında olmanın verdiği tecrübesizlikle, zaferlerinden söz ederken yalnızca “ben” diyor; savaşlarda hayatlarını kaybeden ya da yaralanan binlerce askere karşı göstermesi gereken vefa borcunu unutuyordu. Bu durum askerde derin bir hoşnutsuzluğa, halkta infiale yol açıyordu.

     Brahman Sissa, “eşref saati” olduğunu sandığı bir vakitte huzura çıktı:

 — Mihracem, siz büyük bir lidersiniz ama hiçbir savaş askersiz  kazanılamaz. Zaferlerinizden söz ederken, onları da hatırlayın. Hatırlayın ki, yalnız ülkelerin değil, gönüllerin de mihracesi olasınız, dedi.

    Belhet’in cevabı müstebitçe oldu:
    — Atın bunu zindana!”

    Ve atıldı. 

Beyin, kafatası hapsinde düşünür. Sissa’da öyle yaptı. Belhet’in karanlığında düşündü. Hayatta mat olmamak için aklını şaha kaldırdı ve satrancı buldu.

Zindanın kalın duvarlarını aşarak ülkeye yayılan satranç, yıllar sonra saraya girdi. Belhet’i de tesirine aldı. Karşılıklı birinci hamleden sonra 400, karşılıklı beşinci hamleden sonra 288 milyar kombinezon oluşturulabilen satranç, Mihrace’de vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. Satrancı icat edenin bulunarak huzuruna getirilmesini istedi.

   Brahman Sissa’yı karşısında gördüğünde şaşkınlığını gizleyemedi: 
    — Seni unutmuştum. Dile benden ne dilersen. 

    Artık iyice yaşlanmış ve dünyadan elini eteğini çekmiş olan Sissa, Mihrace’ye son bir ders vermek istedi:
    — Efendim, satranç tahtamın birinci karesine bir pirinç koyun, sonrakilere sırasıyla 2, 4, 8, 16 şeklinde, bir öncekinin iki katını koyarak satranç tahtamın 64 karesini pirinçle doldurun dedi.

    Belhet isteneni küçümsedi:
    — İstediğin, yaptığını ifsat etti.

    Neyse ki mihracenin imdadına maliyeden sorumlu vezir yetişti: 
    — Aman yapmayın Mihracem, dünyanın bütün pirinç depoları bir araya gelse, bu isteği karşılayamaz.

    Mihrace sayılara göz attığında Sissa’nın zekâsı karşısında dehşetle irkildi: 
    — İstediğin, yaptığından daha acayip” dedi ve Sissa’yı serbest bıraktı. 

    Sissa, bir akıl oyunuyla kurtulsa da ilk örneğine M.Ö. 17. yüzyılda Mısır’da, HzYusuf’un bir iftira yüzünden on iki yıl kaldığı yer olarak rastlanan zindanın karanlığı üç bin yıldan fazla sürdü. 

Güzelliğinin perdesinde tüm sırları saklayan ve dışarıya ışıklar saçan Themis’in, gözleri bağlı biçimde, elinde kılıcı ve terazisi ile insanlara mutlu ve mutsuz yaşama paylarını dağıttığına inanılan Antik Yunan’da da karanlığın tonu piramitler ülkesinden pek farklı değildi.

Ortaçağ Avrupa'sında ise, suçlulara, ölüm, işkence ve sürgün cezaları uygulanıyordu. Kilisenin, kapısından kovulup bacasından giren satranca izin verilmesiyle eş zamanlı olarak, bu yaptırımlara bir de zindan cezası eklendi. Kişinin sosyal statüsüne göre, şato ya da manastır mahzenlerinde çekilen bu ceza, bireyin toplumdan tamamen tecrit edilmesi ve akıbetinin belirsizleşmesi demekti. 

Doğudan yükselen güneşle Reform ve Rönesans yüzyılına uyanan batı, kilisenin etkisinden uzaklaşabildiği ölçüde mahkumların da insan olduğu gerçeğini hatırlayacaktı.

Birey için, golf sahasındaki küçük top gibi, otoritenin elindeki sopadan yediği darbeyle yuvarlandığı ve genellikle çürümeye terk edildiği çukur olan zindanın, süresi ve şartları belirlenmiş bir cezaevine dönüşmesi için,  Kalvinizm mezhebinin doğması gerekecekti. 

Çürüme ya da nihai kararı bekleme yeri olan zindan konusundaki ezber, bu mezhebin etkisiyle, 16.yüzyılda deniz seviyesi altındaki topraklar ülkesi olan Hollanda'da bozuldu. Kadın cezaevi, Amsterdam Spinnhaus’da yazılı “Korkma! Kötülüğe karşılık vermeyeceğim, aksine iyiye zorlayacağım. Ellerim serttir. Hissiyatım sevgi doludur” anlayışı, modern cezaevi sürecinde, taşın suda oluşturduğu ilk halka oldu.

Kuvvet mıknatıstır çeker, akıl da öyle... Hollanda’da zuhur eden bu rasyonel yaklaşım, satrancı “bilgeliğin ölçüsü” diye tanımlayan Goethe’nin ülkesinde hemen yankısını buldu. Almanya’da birbiri ardınca yeni cezaevleri kuruldu.

Bu olumlu hava dalgası yayılma eğilimi göstermişken, kum saati tersine döndü. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar, yaygın fakirlik, harpler sebebiyle başıboş kalan insanların işlediği suçlar, kıtalar arası göçler, ülkelerde meydana gelen sosyal ve siyasal çalkantılar, merkantilistlerin -ucuz iş gücü olarak gördükleri- mahkûmlar karşısında kabaran iştahı, Hollanda dışındaki Avrupa ülkelerinde cezaevi şartlarını 19. asrın başlarına kadar olumsuz şekilde ve ağır biçimde etkiledi. 

Bütün bu yaşananlar, zindan sözündeki o süngersi emicilikle, romancıların kaleminden bengisu içti.

Çok zaman sonra, aynı adla sinemaya da aktarılan, Alexandre Dumas’ın 1845’te yazdığı, Monte Kristo Kontu romanında, aklın sembolü satrançla, çürümenin sembolü If şatosu bir araya geldi. Sadece bilge kişinin adı Sissa yerine, Faria olmuştu bu kez… Tabii golfun ustası, aristokratlar da unutulmamıştı o romanda…

Ekmek hırsızlığı suçundan on dokuz yıl hapis yatan Jan Valjan’ın hayatının anlatıldığı Sefiller romanı yayınlandığında, Sen Nehri bir vaftiz havuzuna dönüşmüştü Fransa'da. 

Zindanla satrancın yüzleştirilmesi ise Stefan Zweig’e kaldı. 1942’de yayınlanan Satranç’ın roman kahramanı, genlerini Sissa’dan almış gibiydi. Gestapo tarafından hücreye kapatılan Dr. B, ele geçirdiği satranç kitabındaki bütün oyunları zihninden oynayarak kendisini çıldırmaktan kurtarıyordu.  

Bu romanları, Michel Foucault’ın, cezalandırmada tasfiyeden terbiyeye geçiş sürecini anlattığı Hapishanenin Doğuşu adlı kitabı takip etti. Eser, idam mahkûmu Damiens'ın, halkın gözü önünde paramparça edilmesiyle başlıyordu. 1757 Paris’inde yaşanan bu vahşet, Fransız devrimiyle gelen giyotinin niçin modern bir infaz yöntemi olarak görüldüğünü ve insan merkezli infaz sistemine varabilmek için ne kadar ağır bedeller ödendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. 

Osmanlı Devleti de batılılaşma hareketlerinin yoğun şekilde yaşandığı 19. yüzyılda makas değiştirdi ve Islahat Fermanıyla birlikte kurumsal anlamda hürriyeti bağlayıcı cezayla tanıştı. Tersane Zindanının yerini “Bekir Ağa Bölüğü” namıyla maruf Beyazıt Tevkifhanesi aldı. Ancak, sistemin, modernleşmesi ve yerleşik hale gelmesi, Cumhuriyet döneminde süreklilik arz eden çalışmalarla sağlanabildi. 

Mahkûmu, ıslah ve iyileştirilmede ilk adım, onun bir nesne değil özne olduğunun idrakiyle atıldı. Cezaevi algısı değişti. Mahkûmun kaderine terk edildiği “kodes” olmaktan çıkarıldı. Onun güvenli ve vasıflı bir şekilde barınacağı, sağlıklı yaşayacağı, hastalandığında tedavi olabileceği, eğitimini sürdürebileceği, meslek edinebileceği ve yeniden sosyal hayata hazırlanacağı ceza infaz kurumlarına dönüştü. Islah ve iyileştirmeyi temin için çeşitli iş kolları yanında, uzman kişilerin istihdam edildiği psiko-sosyal servisler kuruldu. Meslek edindirme kursları, eğlence programları, yarışmalar cezaevlerinin rutini haline geldi.

Kalite hareketi, koğuş sisteminden, oda sistemine geçişle başladı. Terör ve çete batağına saplanmış kenar kültürün çocuklarını, merkezin tahammül edilebilir bir eksenine oturtabilme çabasının ürünü olan, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarıyla ivme kazandı.

Satrancın okullara ders olarak girdiği iki binli yılların başında, cezaevlerinde tekli yönetim anlayışından vazgeçildi. İdari kararları mutat şekilde yargı denetimden geçen, uluslararası gözlem heyetlerinin ve izleme kurullarının ziyaretlerine açık, basının ve sivil toplum örgütlerinin sürekli gündemde tuttuğu kurumlar olarak taşındı günümüze.  

Rafine bir tercihle cezaevi bütün unsurlarıyla yenilenirken, şiirlerin, türkülerin dilinde eski günlerine takılı kaldı. Karanlık, zindan, pranga, kelepçe, zincir, demir parmaklık, gardiyan, bu mekânın beylik sözleri oldu daima.

Kimi içerden, “beni uzaklarda arama anne” diye seslendi; kimi dışarıda, sevgiliyi cezaevine benzeterek “ben sende tutuklu kaldım” dedi.

İşin asıl kötüsü, bilerek bilmeyerek, hapishaneyi insanın kendi içine taşımasıdır” diyen Nazım Hikmet de geçti hapisten; “Elimde kelepçe, boynumda zincir / Zincir sallandıkça her yanım incir” diyen Kerkük Türküsü de…

Yafta, malta, maruzat gibi cezaevi jargonunu kullanarak yazdığı şiirde; “Yeryüzü boşaldı, kalan biz miyiz? / Güneşe göç var da habersiz miyiz?” diye üst üste sorular soran Necip Fazıl, kaldığı koğuşu tarif ederken “Garip pencerecik, küçük, daracık; / Dünyaya kapalı, Allah’a açık” beytiyle farklı bir yorumun da penceresini açtı hapisten... 

Simdi, anıları kekremsi bir tat veren o hüzünlü geçmişin kıyısında gezerken, cezaevi olmayan bir toplum düşüyle bitirmek isterdim bu yazıyı. Ama bu imkânsız...

Bari Sissa’nın gözde öğrencisi Kasparov’u, bilgisayar başında pes ettiren kolektif aklın, suçu ve suçluyu en aza indirmesini dileyelim. 

* Bu yazı, Akademi Kürsü Dergisinin 18. sayısında yayınlanmıştır. 

14 Kasım 2024 Perşembe

Kriton’a söyleyecek neyimiz var? / Mehmet Taştan

Yıllar önce çalıştığım adliyede tanıdığım bir savcı, oldukça değişik bir tipti. Mesaiye uymaz, işini de yapmazdı. Odasında olduğu zamanlarda da bolca misafir kabul ettiği için çalışmaya fırsat bulamaz; onun baktığı dosyalardan adalet bekleyen insanlar ciddi şekilde zarar görürdü. Ne gariptir ki onun bu hali çok kişi tarafından bilinmesine rağmen hakkında herhangi bir işlem de yapılmazdı. O da bunun verdiği rahatlıkla bildiğini okumaya devam ederdi.  

Bütün bunların üstüne o savcının şöyle de bir huyu vardı. Ne zaman bir araya gelsek, “vatan, millet, sakarya” edebiyatı yapar; mangalda kül bırakmazdı. Tablo tam da Ziya Paşa’nın Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât / Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde” beytini hatırlatırdı. Günümüz Türkçesiyle söylemek gerekirse, söz ile bütün dünyaya düzen verirdi ama kendi yapması gereken işlerde her tarafından kayıtsızlık ve tembellik akardı. 

“Belki bir gün düzelir” şeklindeki cılız ümidimiz, bir meslektaşımızın verdiği bilgiyle yer ilâ yeksan oldu. “Onu ilk görev yerinden tanırım, asla çalışmaz” dedi. Ve umudun fitili söndü.

Bu bilgiyi aldıktan bir süre sonra, o savcı odama geldi. Her zamanki gibi nazik ve güler yüzlüydü. Oturduktan kısa bir süre sonra bizimkinin vatan sevgisi yine depreşti. Aklına gelen güncel siyasi sorunları ve çözüm önerilerini sayıp döktü. Bu fırsatı kaçırmak istemedim. Kendisini sabırla dinledim. Es verince sordum:

    Vatan bizden ne bekler?

Cevap vermedi. Durdu. Ne diyeceğimi bekleyen bir ifadeyle yüzüme baktı. Bu beklentiyi karşılıksız bırakmadım ve başka bir soruyla devam ettim:

   Evimizde bozulan musluğu tamir için çağırdığımız su tesisatçısından ne bekleriz?

    Bozulan musluğu tamir etmesini…

    Evet bence de öyle… İşini en iyi şekilde yapıp gitmesini… Ama o gittikten sonra, işini düzgün yapmadığını, musluktaki arızanın hâlâ devam ettiğini fark edersek, o kişiyle birlikte savunduğu değerler de gözümüzden düşer. Beş paralık olur. O nedenle bana göre vatan sevgisinin birinci şartı, her ferdin kendi görevini kusursuz bir şekilde yerine getirmesidir. Bunu başardığımız zaman ülkede şikâyetçi olduğumuz sorunların büyük bir kısmını çözmüş oluruz. Kendi sorumluğumu yerine getirmiyorsam, tarım ya da hayvanlık konusundaki parlak fikirlerimin ülkeye ne faydası olabilir ki…

Dinlerken rahat görünüyordu. Söylediklerimden kendisine pay çıkaran bir hali yoktu. Ama konuşmaya başladığında sesinin çatallaştığını, kelimelerin boğazında düğümlendiğini fark ettim.

    Eee tabii… Bireysel sorumluluklar önemli… Buna kimsenin bir diyeceği olamaz… Herkesin kendi işini en iyi şekilde yapması gerekir, dedi.

Sonrasında ne mi oldu? Hiçbir şey… Söylediklerimin şahıs üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Önceden nasılsa öylece devam etti. Bir zaman sonra bürosu değişti ama kendisinin değiştiğini hiç sanmıyorum. Çünkü huylu huyundan vazgeçmiyor. Çalışkanlık gibi tembellik de erken yaşlarda insanın ruhuna işliyor ve bir daha da çıkmıyor. Zaten meselede o kişi değil, temsil ettiği anlayış… Kazandığı paranın hakkını vermeyen, insanları mağdur eden, evine helal lokma götürmeyen insan tipi… Ne yazık ki bu tipler hayatımızda o kadar çok ki…

Sahi, tedavi olmak için gittiğimiz doktordan, arabamızı götürdüğümüz servisten, evimize çağırdığımız elektrik ustasından ne bekleriz? İşini düzgün yapmasını ve yalnızca hak ettiği bedeli alıp gitmesini değil mi? İnanç ve düşüncelerini merak bile etmeyiz. Biz istemeden kendi açıklamışsa, o yönüne de yaptığı işin kalitesine göre kıymet biçeriz. İşini iyi yapıyorsa, savunduğu fikir ya da inanca katılmasak bile saygı duyarız. Ama tersiyse, işiyle birlikte çoğu zaman savunduğu değerleri de mahkûm ederiz. Hatta onun iş kalitesi kendi duruşumuzu gözden geçirmemize yol açabilir.

Bir devrimci de yaşadığı böyle bir mağduriyetle yol ayrımına gelir. Ağrıyan dişini tedavi ettirmek için, kendisi gibi devrimci olan bir diş hekimine gider. Ama ideolojine gösterdiği sadakati mesleğinden esirgeyen diş hekimi, işini düzgün yapmadığı için hastayı o koltuğa oturduğuna oturacağına bin pişman eder. Çenesini tuta tuta arkadaşlarının yanına dönen hasta, “mahvetti dişimi, bundan sonra bizden olana değil, işini iyi yapan diş hekimine gideceğim” der.

O hastanın, bedelini dişiyle ödeyerek vardığı kanaate başka bedeller ödeyerek ulaşan kişi sayısı hiç de az değildir. Dahası, insanımızı işine gösterdiği özen bağlamında tasnif ettiğimizde, yüzümüzde gülücükler açmadığı aşikardır. Onun içindir ki, dürüstlük, yalan söylememek, sözünde durmak, ehliyet ve liyakat gibi ahlak ilkelerinden oluşan İslâm endeksine uygun yaşayan ülkeler sıralamasındaki yerimiz esef vericidir. 151 ülkenin bulunduğu ve Yeni Zelenda, İsveç, Hollanda gibi Hristiyan ülkelerin başı çektiği listelerde Türkiye 100. sıralarda seyretmektedir.

Yıllar boyunca istikrarlı şekilde devam eden bu olumsuz tabloyu gördükçe insanın aklına şu soru düşüyor: Puanlamaya esas alınan tüm değerlere toplumun bütün kesimleri olarak taraftar göründüğümüz halde niye karnemiz bu kadar kötü? Çünkü o değerleri yaşatmak, kâğıt üzerinde okumak kadar kolay değil... Her biri ayrı bir emek ve bedel istiyor. Yalanın, hilenin, tembelliğin, itaat ve mensubiyetin derhal verdiği hazzı diğerinde bulmak mümkün değil. Öyle olduğu içindir ki Roma İmparatoru Galigula kendi atını konsül, yani en üst düzey yönetici olarak atamak suretiyle hazzın dibine vurmuştur. Böyle bir örneğin yaşandığı dünyada, ehliyet ve liyakati yok sayan hiçbir eylem ismen anılmaya değer olmayabilir. Ancak insan kayırmacılığının doğurduğu toplumsal zararlar karşısında, bir imparatorun tekil çılgınlığının esamisi bile okunmaz. Zira at kayırmacılığını, yanlışı gösterip, doğruyu işaret etmeye dönük bir ironi olarak okumak mümkündür de topluma karşı olan ödevini yerine getirmeyen eyyamcıları mazur gösterebilecek bir edebi sanat türü yoktur.

Üstelik bunların tembellik ve yetersizliklerini, bireysel birer maraz olmanın ötesine taşıyan yatay ve dikey sebepler vardır. Yatay düzlemden bakıldığında bunlar, çevrelerindeki başarılı insanların çalışma azmini kırar. Böylelikle sağlam hücreleri tahrip eder ve kurum ya da sektörlerin bağışıklık sitemini zayıflatan bir etkiye yol açarlar. İşinde iyi olmakla yükselmek ya da büyümek arasındaki bağın koptuğunu gören dürüst ve ehil insanların, yaptıkları işe, ülkeye ve ortak manevi değerlere olan inancı azalır, yalnızlık ve dışlanmışlık duygusu ağır basmaya başlar.  

Dikey düzlemden bakıldığında ise, tarih boyunca bu vatan için şehit düşen, kolunu bacağını, gözlerini kaybeden yüz binlerce insana karşı gösterilmesi gereken vefa borcunu ödemekten kaçınmaktır. Herkes gibi onların da yalnızca bir kere geldikleri bu dünyayı, sırf bizler güven ve huzur içinde yaşayalım diye hayatlarının baharında terk ettiklerini unutmaktır.

Onun için, işinde tembellik ve yetersizlik göstermek de böylelerine göz yummak ya da destek olmak da bütün toplumun mağduriyetine yol açan büyük birer vebaldir. Ve her vebalin hesabının sorulacağı bir zemin mutlaka vardır. 

İdama götürülürken hizmetçisine dönüp, “Kriton, komşuma bir horoz borcum var onu unutma” diyen Sokrates bu zeminin varlığına işaret eder.

Biz de onu örnek alıp, bugün son günmüş gibi kendimize şunu sorabiliriz:
Kriton’a söyleyecek neyimiz var? 
Yalnızca bir horoz mu yoksa bütün bir hayat mı? 


(*) Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin 101. sayısında yayınlanmıştır.

23 Eylül 2024 Pazartesi

Mehmet Taştan ile şiire dair söyleşi

 


Röportaj: Yener Ekinci

Bir gün agresif, birkaç saat sonra anlayışlı, diğer gün huysuz, akşamında sevecen ya da bir mevsim aşık, bir sonbahar kırılgan olabilir miyiz? Oluruz elbette… Hislerimizin ve ruh halimizin değişken özelliği doğamızda var ne de olsa… Hepimiz İnsanız çünkü… Sizi bilmem; ama ben hangi hislere bürünsem kendimi daha iyi anlamak amacıyla bir tercümana başvururum. O tercüman da kalemi güçlü bir şairden başkası olamaz. Takım tutar gibi şair tutmak, cumhuriyet dönemi edebiyat akımlarının vazgeçilmezlerindendi. Şimdilerde bu pek kalmadı; ancak geleneğin naçizane temsilcisi olarak şahsım, günümüz şairlerinden Mehmet Taştan’ı tutuyorum. Kendisini okuyucularımıza daha yakından tanıtmak ve edebiyat üzerine neler düşündüğünü öğrenmek üzere bir röportaj yaptık. Şiirsever herkesin ilgiyle okuyacağı bir sohbet çıktı ortaya… 

Edebiyat dünyasında, günümüzün en popüler şairleri arasında kalıcı bir yer edindiniz. Kendi pencerenizden sizi tanımakla sohbetimize başlayabilir miyiz? Nasıl biridir Mehmet Taştan?

1967’de Erzurum’da doğdum. Erzurum Lisesini bitirdim. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldum. 30 yılı aşkın bir süredir Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapmaktayım. Evliyim, üç çocuk babasıyım. Yayınlanmış üç şiir kitabım bulunmaktadır.

Mehmet Taştan nasıl biridir? Yaşadığı zamanı, yazdığı şiirlerle yeniden hayata dönüştürmeye çalışan biridir.

Kelimelerle yakın bir ilişkiniz olduğunu hayatınızın hangi döneminde keşfettiniz?

Yaşarken sıradan olduğunu sandığımız birçok şeyin, hayatımızda çok özel yeri olduğunu yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda anlıyoruz. Benim için de öyle oldu. Kelimelere olan tutkumun çok erken yaşlarda başladığını, seneler sonra geriye doğru bakarak fark edebildim. Mesela, 5-6 yaşındayken, 23 Nisan törenlerinde tiyatral bir sunumunu izlediğim “Bu Vatan Kimin” adlı şiiri kısa bir süre içinde ezberlemiştim. O yıllardan itibaren, dinlediğim kısa şiirler kolayca aklımda kalırdı. Büyüklerimden ya da öğretmenlerimden duyduğum deyimlere, kelimelere dikkat kesilirdim; konuşurken onları kullanmaya çalışırdım. Yıllar geçse de bu huyum hiç değişmedi. Öğrendiğim yeni kelimeler söyleyeniyle birlikte aklımda kaldı. Okuduğum kitapların, tuttuğum defterlerin kenarlarına kelime yazma alışkanlığını öğrencilik yıllarında edindim.

Size göre, dileyen herkes şiir yazabilir mi yoksa bu sanat doğuştan gelen bir yetenek işi mi?

Deniz çocuğu olmak, çöl çocuğu olmak nasıl bir kaderse, şair olmak da kendine özgü coğrafya ve iklimle gelen bir kaderdir… Baudelaire’in fotoğraflarında, gözlerinden dışarı fışkıran tedirginlik, bohem şiirin nasıl bir kaderle yazıldığını gösterir. O kaderi yaşamadan da bir şeyler yazılabilir ama bunların ömrü yazanın ömrünü aşar mı ondan emin değilim. 

Sevda, doğa, yaşam vs… İlk şiirinizi hangi tema üzerinde kurgulamıştınız? Ve hangisiydi o şiir?

İlk şiir denememi 11-12 yaşında yapmıştım. Ama siz, şiir yazma çabasından değil de “ilk şiirden” söz ediyorsunuz. Bu manada ilk eserim “Alev Almak Üzere” adlı şiirdir. 18 yaşındayken yazmıştım. Gurup vaktini konu alan, ayrılık ve hüzün temalı bir şiirdir. Şiir, ‘yeni bir şair olarak sahneye ben çıkıyorum’ mesajını taşıyan şu beyitle bitiyordu:

“Aşka ömür verenler ufukta gark olurken
Bir şair, gonca gülden alev almak üzere” 

Şairlikte tema serüveninizi özetlemenizi istesek, ne dersiniz?

Gençlik yıllarında insan daha bir ideolojik oluyor. O yüzden yumruğunu sıkarak konuşuyor. Ağırlıklı olarak siyasi şiirler yazıyor. Zamanla şiirin bir ikna aracı olmadığını anlıyorsunuz ve yazdıklarınızın yetersiz kaldığını görüyorsunuz... Bu merhaleyi aşınca, evrenin merkezi olan insan çıkıyor karşınıza... Ve ait olduğunuz köklerden kanatlanarak insan merkezli şiirler yazıyorsunuz. Dünyanın neresinde olursa olsun, insanın ortak duygu ve heyecanları şiirin tematik merkezini oluşturuyor. En azından benim için böyle oldu.

Sosyal medya platformları ve web sitelerde, bu zamana kadar olan paylaşımları incelediğimizde, onlarca şiirinizin toplamda bir milyonu aşkın okunduğu istatistiğine ulaşıyoruz. Şiirlerinizin geniş bir kitle tarafından okunması ve hatta okuyucunun içinde bulunduğu duygulara tercüman olması size neler hissettiriyor?

Evet, yaratılıştan gelen bir yetenek olmadan şiir yazmak mümkün değildir. Ancak, yetenek binanın yapılacağı arsa gibidir, tek başına bir anlam ifade etmez. Onun, yoğun bir bilgi ve emekle biçimlendirilmesi, eser verecek kıvama kavuşturulması gerekir. O süreçlerden geçerek ortaya koyduğunuz eserin, sanatın en büyük jürisi olan toplumda yankı bulması, bütün yorgunluğunuzu alıyor. Şiire harcadığınız zamanın boşa gitmediğini hissediyorsunuz. Hazırlanarak girdiğiniz zorlu bir sınavdan, yüksek bir puan aldığınızı öğrenmekten öte bir şey bu…

Şiirde geleneğin yeri nedir?

Tanpınar der ki, “bir edebiyat ve sanat ancak kendi ananesi içinde yenileşebilir.” Benim de kabul ettiğim bu görüş geleneğe yaslanmayı zorunlu kılar. Ama gelenekten beslenmekle, gelenekte kaybolmayı birbirinden ayırmak lazım. Çünkü şiir geçmişe değil, geleceğe yazılır. Hiç kimsenin yazdığı şiirleri, mezarında yatan dedesine okuma şansı yoktur. Onun için şiirimizin doğal muhatabı olan gelecek kuşakları etkileyecek metinler ortaya koyma düşünü görmeliyiz. Yazdıklarımızın bizimle birlikte mezara girmesini istemiyorsak bu bir zorunluluktur. 

Günümüz şairlerinin yaşadığı en büyük zorluklar nelerdir sizce?

Bütün güzel şiirlerin eski şairler tarafından yazılmış olması ve yenilere yok denecek kadar az bir alan kalmasıdır. Günümüz insanın şiire vakit ayırmasını engelleyen alanların çoğalması günümüz şairlerinin işini zorlaştıran bir başka olgudur.

Dıştan gelen bu olumsuzluklara bir de yenilerin, dilden ve hayattan kopuk olması eklenebilir. Hani Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta “tip arama insan çiz” diyor ya… Ne kadar isabetli bir telkin bu… Şeyh Galib’in ifadesiyle “alemin özü” olan insanı anlattığımızda çok güçlü bir bağ kuracağımız okura, Türkçenin inceliklerinden mahrum bir dille hayattan kopuk mektuplar gönderiyoruz. Bu da şiirin alıcısını azaltıyor.

İnternetin şiir üzerindeki etkisini nasıl buluyorsunuz?

Şiir üzerindeki yayıncı tekelini kırması bakımından müthiş bir imkân… İnternet sayesinde şiir yazan herkes, hiç kimsenin hamiliğine ihtiyaç duymadan ürünlerini meraklısına ulaştırabiliyor. Bu sayede insanlar, alıcı bulamadığı için zulada beklettiği ürünlerini gün yüzüne çıkarma fırsatı buldu.

Şiiri olabildiğince özgürleştiren ve çok sesliliğe imkân sağlayan bu gelişme çok iyi bir şey tabii… Ama bunun da şöyle bir mahsurlu tarafı var: Ürünler, kalite kontrolü yapılmadan, en azından kendi çevrelerindeki bir edebiyat öğretmenine ya da şiir konusunda yetkin birine test ettirilmeden yayınlanınca, internet dünyası büyük şiir çöplüğüne dönüştü. O çöplükte nitelikli çalışmaları arayıp bulmak da zorlaştı. Tesadüfen karışımıza çıkarsa ne âlâ… Yoksa kaybolup gidiyor. 

Bir eleştirmen gözüyle okuduğunuz şiirlerde nelere dikkat edersiniz?

Şiirin ana malzemesi kelimelerdir. Mimaride, taşların ustaca yontularak, çağları aşan bir yapıya dönüştürülmesi neyse şiirde de kelimelerin işlevi odur. Onun için sağlam bir Türkçeyle yazılmış mı, dilin mimarisine ve melodisine sadık kalınmış mı önce ona bakarım.

Lirik ve özgün bir söyleyiş var mı? Biçimle içerik birbiriyle uyumlu mu? Biri diğerine feda edilmiş mi? Bunlar üzerinde dururum.

Şiire yeni başlayanların önündeki en büyük tehlike başkasını taklittir; kıdemlilerin önündeki engelse kendini tekrar etmektir. Bu iki tuzaktan birine düşülmüş mü? Buna dikkat ederim.

Değişen şiir zevki karşısında silinip gitmek istemiyorsak, bütün yumurtaları tek sepete doldurmamalıyız. Biri değilse diğerinin beğenilip okunmasını sağlamak için biçim ve öz bakımından kendimizi sürekli yenilemeliyiz. Yunus’un, “Her dem taze doğarız bizden kim usanası” mısraındaki manayı önümüze hedef olarak koymalıyız. Şiirin böyle bir hülyası var mı, beni alıp götürüyor mu ona bakarım. 

Sanatdaşlarınız içerisinde geçmiş veya günümüzden hangi şairler ilginizi çekiyor? ‘’Bu konuyu çok güzel kelimelere dökmüş, kıskandım doğrusu’’ dediğiniz bir şiir veya şair oldu mu hiç?

Erken yaşlarda şair olmaya karar verdiğim için kendimi geliştirebilmek adına elime geçen her şiiri okudum. Özellikle, liseden sonra dünya görüşü ve içerik ayrımı yapmadan her şairi tanımaya çalıştım. Şiirimizi evrensel ölçekte zirveye taşımış, öncü isimlere ve avangart eserlere daha fazla zaman ayırmaya gayret ettim. Bu okumalar sırasında ilgimi daha çok çeken ve üzerinde yoğunlaştığım şairler oldu. Ama bu ilgi sabit kalmadı, zaman içinde şairi değil de şiiri esas alan bir değişkenlik gösterdi. Tabii o süreçte, “keşke bunu ben yazsaydım” dediğim şiirler ya da mısralar oldu. Örnek vermem gerekirse Mevlana’nın Etme şiiri, Fuzuli’nin, “Beni candan usandırdı” gazeli, Necip Fazıl’ın Kaldırımlar, Sezai Karakoç’un Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine, Cahit Sıtkı’nın Dalgın Ölü gıpta ile okuduğum şiirlerdir. 

Şiir yazmak, masaya oturup kâğıdı ve kalemi alarak birkaç saat çalışmayla üretilen bir şey mi? Eserlerinizi nasıl üretiyorsunuz? Ritüelleriniz var mı?

Onlarca yılın tecrübesiyle söylüyorum ki, şiir yazmak için kâğıdı kalemi alıp masa başına oturmak, işporta malı bir şey üretmek için sağlam bir yöntemdir. Ama böylesi ürünlerin ömrü birkaç günü geçmiyor. Çünkü birkaç gün sonraki okumalarımda, bunları okurun huzuruna çıkarmaya değer bulmadığım için yok ediyorum.

Şiir yazarken odamda hep yalnızımdır. Yanımda kimseler olmaz. Gündüz de şiir yazdığım olmuştur ama ağırlıklı olarak gececiyimdir ve bir fon müziği bana genellikle eşlik eder.

Bir şiir ne zaman var olur? Sanat dünyasına ne zaman girer?

Biyolojik anlamda, şairinin son noktayı koyup, ‘yeni bir şiir yazdım’ dediği andan itibaren o ürün vardır. Ama yaşanan her şeyi öğütmek gibi kötü bir huyu olan zamanın elinden kurtulmuş bir şiirden söz ediyorsak, yazılan şeyin şairinin dışındaki kişiler bakımından da bir değer ifade etmesi, onların gönüllerinde karşılık bulması gerekir.

Bu açından baktığımızda, bir şiir, yazanın dışındaki insanların duygu ve düşüncelerine tercüman olabildiği ölçüde vardır. Bir genç kızın günlüğünde, sevgiliye gönderilen bir mektupta, gece karanlığında sahilde tek başına yürüyen bir adamın terennümünde, bir hatibin ya da bir imamın söylevinde can bulur. 

Çoğu şair, işledikleri konular üzerinden unvan aldılar. ‘Vatan şairi’, ‘Kaldırım şairi’, ‘Aşk şiirlerinin unutulmaz şairi’ gibi… Bir şiir sever olarak, bir şairin yeteneğini sınırlayan yakıştırmalar olarak kabul ediyorum bunları. Bir fincan kahveye de şiir yazılabilir ve bu şiiri yazan ‘kahve şairi’ olarak lanse edilmemeli. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İsmimizi anne-babamız, unvanımızı ise toplum koyar… İster yüceltme ister aşağılama amacıyla yapılsın fark etmez, toplum tarafından kabul görmeyen unvanlar, bir kişiye yapışmaz. Kısa bir süre içinde silinir gider. Ama bir şair ya da yazarın baskın özelliği veya öne çıkmış eseriyle anılması, toplumsal hafızadaki yerini billurlaştırır. Örneğin vatan şairi deyince Namık Kemal’i, kaldırımlar şairi deyince Necip Fazıl’ı, Tutunamayanlar’ın yazarı deyince Oğuz Atay’ı hatırlarız. Böylece o unvanlar, eserden sahibine, sahibinden esere doğru giden çift yönlü bir hatırlatma işlevi görür. Onun için sınırlayıcı bir görüntü verseler bile bundan çekinmemek gerekir.  

Şairlerle filozoflar arasında yakınlık olduğunu söyleyenler vardır. Siz bu konuda ne düşünürsünüz?

Kadim zamanlarda, içinden çıktıkları toplumları etkileme ve temsil güçleri itibariyle ikisi arasında yakınlık ve benzerlikten söz etmek mümkün... Ancak onlar iki farklı kutup gibidir. Hakikat şairin kalbine, filozofun aklına doğarmış. O yüzden biri sezgiseldir, öbürü rasyonel… Şiir telkin eder, felsefe ikna… Belagatin kaynağında şiir vardır, bilimin kaynağında felsefe… Şiir kendisinden doğan birçok söz sanatına analık yapmıştır, felsefe birçok bilim dalına… Bütün bunların üstüne şunu da söylemeliyim ki, birbirine paralel akan bu iki nehir arasında şöyle de bir su kavuşumu vardır. Bilgiden beslenmeyen sezgi, idare lambası gibi fersiz olur; sezgiden beslenmeyen bilgi ise soğuk ve ürkütücü… O yüzden, devletinden şairleri kovmaya çalışan Platon, mağara metaforunda şiir vadisine dalmıştır. Nietzsche ve Freud’un şairlere gösterdikleri yüksek saygı da bu yakınlığa işaret eder. 

Son olarak, Z kuşağı tabir edilen gençlerin şiirlerle pek arası olmadığını görüyoruz. Genelde rap şarkılarda yer alan argo ve küfür içerikli sözlerle kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Bu gençlerin, şiirlerdeki asaleti fark etmeleri için sizce neler yapılması gerekir?

Toplumsal hayatı ilgilendiren her yenilik, beraberinde büyük değişimleri getiriyor. Ancak o değişimler birdenbire olmadığı için sancılı geçiş dönemleri yaşanıyor.  Gelenekselle yeni olan arasındaki anlaşmazlık ve belirsizlik bir süre devam ediyor. İnternet çağının çocukları olan Z kuşağı da bu geçiş döneminde var oldu. Sahneye çıktıkları dönem itibariyle geleneksel olan birçok şey onların gözüne yabancı göründü. Kalın kalın kitaplar okumak, satın alacağı ürünü çarşıda aramak, geleneksel değerleri sorgulamadan kabul etmek onlara göre değildi. Yaşama biçiminden eğlence alışkanlıklarına kadar yeni olan bu kuşağın, hayatı anne ve babaları gibi yaşamayacakları açık. Ancak bu değişimin, şiiri ve sanatı hepten rafa kaldıracağını düşünmüyorum. Tamam, o neslin mesneviler ve kasideler okuyacak kadar şiire uzun vakit ayırmalarını beklemiyorum. Ama zihin ve gönül dünyalarına ışık tutacak draje şiirler hep var olacaktır. Burada biz şairlere düşen görev de onlara hitap edecek özgün ve insan merkezli kısa eserler sunabilmektir. Bunu başardığımız takdirde bizden sonra da birilerinin kapağımızı açacağını sanıyorum.

https://bolgegazetesi.com.tr/mehmet-tastan-ile-siire-dair-soylesi/  

27 Temmuz 2024 Cumartesi

Altı Levha



Çocuk gördüm,

Ne de çok seviyordu şu serçe parmağını,
Durmadan nazlanıyor, küsüyordu durmadan

Oysa küsecek kadar uzun değildi hayat…

 

Bir genç gördüm,
Hiç bitmeyen ayrılık şöleniydi,
Doğdu, annesinden ayrıldı ilkin,
Okul yollarında kaybetti çocukluğunu…

 

Bir kız gördüm,

Uzaklardan gelecek yolcuyu bekler gibi
Yüzünün güleceği günleri bekliyordu.

Ummaktan yorgun düşmüş bir hayattı onunki…

Adam gördüm,

Yıllarca peşinden koştuğu nehir

Mevsimi geçince çağırıyordu,
Ama onda ne heyecan ne de istek kalmıştı.
 


Kadın gördüm,

Elde ettiklerinin hazzını sürmek yerine,
Ele geçmeyenlerin yasını tutuyordu,
Pişmanlık denizine vurgun bir leyla gibi…
 

Şair gördüm,

Söğütler hiç durmadan nasıl emerse suyu,
Öylece emiyordu yaşanan her duyguyu,  
İstiridye karnında bir inci olmak için…

 

Mehmet Taştan