9 Kasım 2025 Pazar

Kırlangıç Tavanı Dumanlı Şehir / Mehmet Taştan

“Kent” lafına oldum olası alışamadım. Özbek Türkçesinden geldiğini bilsem de köksüz ve ruhsuz yığınları hatırlattı daima. Oysa şehir öyle mi? İç içe geçmiş hayatların, nesiller boyu süren ortak hikayesidir. Geçtiği yollarla, aştığı badirelerle olgunlaşır ve kendine özgü bir derinlik kazanır. O yüzden, kentler tek düze olsa da her şehrin farklı bir tılsımı, başka bir tadı vardır. 

Hele de bu yer, feleğin çemberinden geçmiş Erzurum'sa... Adı bile nice ateş görüp, suya değdikten sonra kıvama kavuşmuşsa... Farklı medeniyetlerden beslenen üç bin yıllık macerası, her bir kapısının, her bir mahallesinin, hatta birçok yapısının ayrı bir öyküsü varsa... 

Mesela, Filgeçti Köprüsü'nde, beş kulaçlık mesafeyi geçmez, beş asır öncesine gidip gelirsiniz bir anda... Çaldıran'ın ihtişamlı filleri gelir gözünüzün önüne... Gâvur Boğan'da, Ermeni kılavuzların yardımıyla geceleyin, şehre baskın düzenleyen Rus taburlarını, geri püskürten iki mahalle halkının kahramanlığı gelir aklınıza. Yanık Dere’ye vardığınızda burnunuz, Ermeni çeteleri tarafından diri diri yakılan masum insanların ceset kokularıyla kavrulur... Erzurum Kongre binası önünde yürürken, Atatürk'ün önderliğinde kurtuluşa giden onurlu ve destansı yolu arşınlarsınız... O yerlerin adını her söyleyişte o vaka, o hüsran, o zafer düşer aklımıza. Öyle olmasa, “göç göç oldi, göçler yola düzüldi” türküsünü her söyleyişte, kar ile borana karışmış yayla yollarına düşüp, iç bölgelere doğru göç eden binlerce muhacirin o perişan hali gelir miydi gözümüzün önüne? Ya da söylendiği her yerde, bütün dinleyenler hep bir ağızdan, aynı cereyana çarpılmışlık duygusu içinde, sarı gelin türküsüne öyle eşlik eder miydi? "Eledim eledim höllük eledim" şarkısının o evrensel dili olmasa, Spartacus'un sezon finalinde söylenir miydi? 

Bir zamanlar şehri çevreleyen dış surlardaki İstanbul Kapı, Tebriz Kapı ve Gürcü Kapı, o evrensel dilin sırrını ele verir. Şehrin, ticari ve kültürel olarak nerelerden beslendiğini gösterir. Bu kapıların birinden girip kadim semtlerinde dolaşırsanız, gah Sadrazam Rüstem Paşa’nın yaptırdığı Taşhan’la karşılaşırsınız, gah Kıbrıs fatihinin yadigarı olan Lâla Mustafa Paşa Camii’yle… İlhanlı mimarisinin doruğunda dolaşan Yakutiye Medresesi’nde 14. Yüzyıla ışınlanır gönlünüz. Biraz daha yürüyünce şehrin kalbine varırsınız. Bir açık hava müzesi olan o yerde, şehri bir İslam beldesi kılan Ulu Cami, “oku” emrinde hayat bulan Çifte Minareler Medresesi, bayrağımızın nazlı nazlı dalgalandığı kale, aidiyetinizin iftihar kaynağı olur. 

Sayıları otuzu bulan işkollarından her birinin ayrı bir çarşısı vardır. Kavaflar, abacılar, kevelciler örneklerinde olduğu gibi yapılan işin adıyla anılan bu çarşılar, İpekyolu üzerinde önemli bir merkez olan şehrin geçmişindeki yoğunluğu görmüş tanıklarıdır. Kırkçeşme Hamamı, Hacılar Hanı, Dabakhane Çeşmesi gibi yapılar ise, medenileşmenin erken zamanlarda başladığını gösteren ve günümüzde işlevini sürdüren mekanlardır.

Bir de yalnızca candan bakan gözlere açılan evleri vardır bu şehrin. Çok çile çekerek, canlı kahır abidesine dönüşmüş ihtiyarların göz uçlarına sinen koyu kızarıklık neyse, eski evlerin taş duvarlarından pervazlarına uzanan yorgunluk da işte odur. Sessizce girip, hiçbir şeyi incitmeden izlerseniz, eski bir evde değil, başka bir çağda olduğunuzu hissedersiniz. Ve o evin eski sakinleri, aniden gittikleri yerlerden dönüp yaşadıklarını fısıldarlar size. Tabii, onların ne anlattığı kadar sizin ne anladığınız da önemlidir. Zira Mevlana’nın dediği gibi “söylenen söz, dinleyenin anladığı kadardır.” O yüzden olsa gerek, aynı evin, aynı türkünün birbirine benzemeyen öyküleri dolaşır dillerde. Örneğin “kırmızı gül demet demet” deyince, kiminin aklına, kervancılarla Revan’a gidip orada vefat eden kara yağız delikanlı gelir. Kiminin aklına, seferberlikten dönen eratı taşıyan son trenden de oğlunun inmediğini gören annenin acıklı öyküsü gelir. O üzüntü ve çaresizlik içinde evine dönen anne, gelinin odasından gelen gülüşme seslerini, geliniyle oynaşının zanneder. Tüfeği kaptığı gibi hışımla odaya dalar ve bütün fişekleri yatağa boşaltır. Yorganı kaldırdığında, oğluyla gelininin kanlar içindeki cansız bedenlerini görür. Ve feryat başlar… “Kırmızı gül her dem olmaz / Yaralara merhem olmaz.”

Erzurum, duvara asılmış bir resim değil, anlatıldıkça çoğalan bir hikayedir. Bir maceraperest tarafından, zemherinin en sert zamanında, ince mintanlarla Allahuekber Dağlarına sürülen askerleri, soğuktan korumak için seferber olan, on bin askeri tepeden tırnağa giyindirerek, tekalifi milliye kararlarına ilham kaynağı olan şehirdir. “Ölümün zafere doymadığı o faciada” kara, soğuğa, açlığa ve tifüse teslim olan yüz binlerin hüznünü yüreğine, cenazesini koynuna, anılarını hafızasına gömen diyardır. Elindeki peksimeti kuru kuruya yemeye çalışan erin, “öyle gitmez evladım suya batır da ye” diyen subaya “suya batırırsam hemen biter kumandanım, böyle yaparak midemi avutuyorum” şeklindeki can yakan cevabıdır.

93’harbinden 12 Mart’a giden yolda “ölümün mukadder göründüğü bir kazadan kurtulmuş insana benzeyen” Erzurum, yalnızca 25 yıl arayla kazandığı Gâvur Boğan (1854) ve Aziziye Muharebeleriyle (1877–1878) kendisini düşman işgalinden iki kez kurtaran şehir olma ayrıcalığına sahip değildir. Aynı zamanda, milli mücadelenin somutlaştığı ve cumhuriyet fikrinin maya tuttuğu yerdir. Zira, milli mücadelenin bütün ilkeleri ve bu gayeyi gerçekleştirmek için millet iradesine dayalı geçici bir hükümet kurulacağı Erzurum Kongresi'nde kararlaştırılmıştır. Komuta merkezi Erzurum olan 15. Kolordunun, düşmandan ele geçirdiği ‘istiklal savaşımızı on yıl sürdürmeye yetecek’ silahlar batı cephesine kaydırılmış; o kolordunun, talim ve terbiyesi en yüksek olan 11. Tümeni, Büyük Taarruz için batıya sevk edilmiştir.

Hani şair, “Dadaşlar, ağır ağır bir halka çevirdiler, / Yurda kurban yiğitler, bu halkaya girdiler” diyor ya… Bir de yurda kurban kadınları vardır bu şehrin. Kimdir onlar? Cepheden ağır yaralı olarak dönen kardeşi Hasan’ın vefat ettiği gecenin sabahında, üç aylık bebeğini evde bırakıp düşmanı kovmak için baltayla Aziziye Tabyalarına koşan Nene Hatun’dur. Komutanı olduğu müfrezeyle İzmit’in düşman işgalinden kurtarılmasına katılan, İnönü savaşlarında, Sakarya Meydan Muharebesinde, Dumlupınar’da yunanla çarpışan Kara Fatma’dır. 

Gönül ne gök ne elâ ne lâciverd arıyor / Ah bu gönül bu gönül kendine derd arıyor” diyen Nef’i için çileli bir yol; Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” diyen Ziya Paşa’da bilgelik atlasıdır. 

Avam için, Kafkasya Türkçesinin İstanbul’a giderken dinlendiği havuzdur. O yüzden teyzeye, kelimenin aslına uygun şekilde “eze” denir bu yerde… Havas için, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Cevat Dursunoğlu’nun ya da Fuat Sezgin’in içinden geçtiği Erzurum Lisesi’dir. 

Geçmişi bilenlerin gözünde ise, Türkiye’nin en yüksek rakımlı şehri olmasının nazarına gelmişçesine sürekli irtifa kaybeden yerdir Erzurum. Bir zamanlar, Beş Şehir’den biriyken şimdilerde ilk elliye girememektir. Hayatın merkezinde aktığı zamanları özlemle yad etmektir.

Bu düşüşün bir yükselişi olur mu? Olur elbet.
Yeter ki, kırlangıç tavanında sıkışan dumanın dışarı çıkması için bacasının kapakları açılsın.

 

5 Eylül 2025 Cuma

Şiir Bir Ölümsüzlük Arayışıdır / Mehmet Taştan

Aşil’in topuğu neyse, insanın ölümsüzlük arzusu da odur. En zayıf noktası yani… Öyle ki insan, “size yasak edilen şu ağacın meyvesini yerseniz, ölümsüzlüğe ulaşırsınız” sözüne kanıp, yasak meyveye el uzattığı için cennetten kovulur ve yeryüzüne sürgün edilir. Ama binlerce yıldır yaşadığı dünyada da kendini bu duygudan arındıramaz. O yüzden kutsal metinler dine uygun yaşayanlara, “ölümsüz bir cennet hayatı” vaad eder.

Ölümsüzlük arzusu, yalnız kutsal metinlerde değil, kadim destanlarda da çıkar karşımıza… Sümer mitolojisine göre, yakın bir dostunun ölümüyle sarsılan Uruk Kralı Gılgamış, ölümsüzlük iksirini keşfeden bilgeyi bulmak için yollara düşer. Meşakkatli bir yolculuğun sonunda bilgeyi bulur ve iksiri ister. Ama kral, ondan aldığı otu yiyemeden bir yılana kaptırır ve Uruk şehrine eli boş döner.

Bu yolun yolcularından biri de Lokman Hekim’dir. Çukurova’nın bereketli topraklarında, mutlu bir şekilde yaşayan insanlar, tek dertleri olan ölüme çare bulması için Lokman Hekim’in kapısını çalarlar. Bu istek üzerine, Misis’teki evinden çıkıp yollara düşen bilge, o kadar çok gezer ki, yorgunluktan bitap düşer. Bir ağacın altında uyuya kalır. Rüyasında aradığı otu görür. O sırada bir ses duyar. Konuşan ölümsüzlük otudur. “Gel beni al” der. Lokman Hekim sese uyanır. Sesin geldiği yere gider. Konuşan otu koparır. Defterinin arasına koyar. Eve dönerken, Misis yakınındaki muallak bir köprüde ölüm meleğiyle karşılaşır.  Melek, bilgeye birkaç soru sorup, aldığı cevaplardan ölüme çare bulduğunu anlar. Lokman Hekim’in elindeki deftere vurduğu gibi Ceyhan Nehrine düşürür. Defter, arasındaki otla birlikte suların içinde kaybolup gider.  

Mahiyetleri birbirinden farklı olan ve sonu hüsranla biten bu öykülerden geriye, abı hayat ve bengisu gibi boynu bükük sözler kalır.

“Dünyaya geldim, gitmiyorum” deme saadetine eremeyen insanın arayışı öğrenilmiş çaresizlikle boyut değiştirir. Topraktan aldığını toprağa, göklerden aldığını göklere iade ettikten sonra hayata kattıklarıyla bu dünyada var olmanın yolunu bulur. O yol, unutulmaz bir hayat sürmek, başka hayatların ışığı olmak ya da kreatif bir eser bırakmaktır. Üstelik bu seyirde, statülerin bir önemi yoktur ve konu serbesttir. Mühim olan, dünyada geçirilen zamanı aşan ve insanlarda saygı uyandıran kalıcı bir değer üretebilmektir. Örneğin, MÖ 1. Yüzyılda köle olarak yaşamış olan Spartaküs, köleleri örgütleyerek Roma’ya karşı verdiği özgürlük mücadelesiyle iki bin yıllık bir destana dönüşür. Akşemseddin, tarihin gördüğü en büyük liderlerden biri olan Fatih’in hocası olmakla bengisu içer.

Bundan tam 4300 sene önce Mezopotamya’da yaşamış olan şair Enheduanna ise şiirle ölümsüzleşmeyi fısıldar bize…. O fısıltı, yüzyıllar sonra bir başka şairin, “baki kalan kubbede hoş bir seda imiş” mısraında kristalleşir. Yirminci yüzyılda yaşayan üçüncü bir şair, “yanarım benden evvel can veren eserime” mısraı ile şairlik sebebini ifşa eder. 

Cemil Meriç’in ifadesiyle, eser, şairin “içine kafasındaki bütün ışığı doldurup dalgalara fırlattığı şişedir… Denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak… Kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomarı uçurtma mı yapacaklar?”

Şairin ölümünden yüzyıllar sonra yaşayacak çocuklarca şiirlerinin uçurulması… Tam da şairce bir hayal…

Peki ama buna ulaşmanın yolu ne? Neyi, nasıl yazmalıyız ki, hayatı, dünyadaki bedenimizle sınırlı olmaktan kurtarıp, şiir yoluyla geleceğe taşıyabilelim?

Bu yolun ilk adımı, şiir semasının yıldızlarını kana kana içmektir. “Herkes kendi zannınca oldu gönlümün yâri / Aramadı hiç kimse içimdeki esrarı” mısralarıyla 13. yüzyılda bir yanardağ gibi patlayan Mevlana’yı; “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” şeklindeki beyitle, Monteigne’nin ömrünü verdiği Denemeler’i 18. yüzyılda hülasa eden Şeyh Galip’i; “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden” dizlerini 19.yüzyılda bir fikrin sembolü kılan  Namık Kemal'i ve onlarla aynı kafilede uçan diğer usta şairleri döne döne okumaktır.

İçtiğimiz bu şiirler susuzluğumuzu gidermek yerine yangınımızı daha da artıracak ve bizi başka bir soruya götürecektir: O ihtişama nasıl varılır?

Malum, her çiçek kendi tabiatına uygun iklim ve toprakta yetişir. Kalıcı olma iddiasındaki şairin, ihtiyacı olan iklim ve toprağa kavuşabilmek için, düşünsel ve duygusal anlamda taşacak kadar dolması gerekir.  O nedenle şair, okuyarak kendini sürekli yenilemeli; suya atılan taş misali, yerelden evrensele doğru halka halka genişlemelidir. Evrenin özü olan insanı bütün katmanlarıyla tanımalı, hayatı hissederek yaşamalıdır. Baktığını, başka bir nazarla gören titiz bir gözlemci olmalıdır. Asaleti, özgürlüğe bağlılıkta bulmalı; savunduğu değerleri şiirinden önce ruhuna işlemelidir. Böylece olgunlaşan şair yazmak istediği şiirin aradığı kıvama kavuşacak; mısralar, istem dışı bir şekilde coşkuyla döküleceği şelaleye varmış olacaktır.

Şiir kelimelerle yazılır. Onun için şair, kelimelerin tutkulu aşığı olmalı; sözlüğü ana sütü gibi aziz bilmelidir. Mimaride taşın işlevi neyse, şiirde kelimenin işlevi odur. Çürük taşlarla yapılmış bir binanın ömrü ne kadar olursa, ölü ya da özürlü bir dille yazılmış şiirin ömrü de o kadar olur. O yüzden şair, yaşayan Türkçeyi esas almalı, zamana dayanıklı kelimeleri tercih etmeli, dilin mimari ve melodisine sahip çıkmalı, mevsimlik rüzgarlara kapılmamalıdır. Esasen, geçmiş yüzyıllarda yazılmış halk şiirlerinin, çağdaşı oldukları divan şiirlerine göre, bugün daha kolay anlaşılması, bu gerekliliği ortaya koymaktadır. Yunus Emre ve Erzurumlu Emrah gibi  avam ve havas lisanıyla ayrı ayrı eserler veren şairlerin, halkın diliyle yazdıkları şiirlerle geniş kitlelere mal olup nesilden nesile aktarılması ise bu gerçeği çarpıcı hale getirmektedir. 

Şiir bir gelenek işidir. Ancak geleneği sürdürmek, geçmişi tekrar etmek değildir. Aynı ırmaktan sürekli başka suların aktığı gibi gelenekten beslenen her şair, şiir yatağında kendi özgün sesiyle akabilmelidir.

Şiir yolculuğunda genç şairin önündeki engel başkasını taklit etmek, usta şairi bekleyen tehlike ise kendisini tekrar etmektir. Onun için şair, vardığı her menzilde, heybesini açmalı, şiirlerini başkalarından ve kendi geçmişinden ayıklayabilmelidir.

Şiir yalnız diliyle değil, ruhuyla da tazeliğini koruyabilmelidir. Ufka dalan bir adamın dudağında terennüm, aynadaki genç kızın bakışlarında cilve, ateşli bir hatibin dilinde söylev, mazluma güç veren bir direnç olmalıdır. Bir mektup onunla başlamalı, sohbet onunla ısınmalı, ayrılık onunla teselli bulmalı, öfke onunla patlamalıdır. “Hayatım alevler içinde / O beni dağlardaki böğürtlen dikenlerinde mecbur etti yürümeye” mısralarında olduğu gibi aradan binlerce yıl geçse de taşıdığı duygu solmamalıdır.

Bunca meşakkat, bunca çile, faniler dünyasında ölümsüzleşmeyi garanti eder mi? Asla… Yarım asırlık cihan hükümdarı Kanunî bile şair sıfatıyla sadece “Halk içinde muteber nesne yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi” beytiyle hatırlanabildiğine göre, bu yolculuktan Gılgamış gibi eli boş dönmek her zaman mümkün... Ama tarih, aktörlerini vazgeçenlerden değil, ısrar edenlerden seçer.

Tıpkı Mecnun gibi…


* Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin Eylül 2025 tarihli 106.sayısında yayınlanmıştır. 

18 Temmuz 2025 Cuma

Tarihe Hangi Pencereden Bakmalı / Mehmet Taştan

Bundan bir süre önce dinlediğim bir konferansta konuşmacı, insanlık tarihini üç döneme ayırıyordu. Bunları sırasıyla, tanrı merkezli dünya, insan merkezli dünya, şehvet merkezli dünya olarak tanımlıyordu. Descartes’tan ödünç aldığı bir aforizmaya esneklik kazandırarak, bunlardan birincisine “İnanıyorum öyleyse varım,” ikincisine “düşünüyorum öyleyse varım,” üçüncüsüne “görünüyorum, öyleyse varım” anlayışının hâkim olduğunu söylüyordu. Ona göre, insan en çok tanrı merkezli dünyada mutluydu. Bu anlayıştan uzaklaştıkça insanın mutluluğu azaldı. Şehvet merkezli dünyayla birlikte saadet dibe vurdu. Mutluluğun yerini bireyin bütün mahremiyetini yok eden, sosyal medya ya da başka yollarla görünme isteğini tavan yaptıran postmodernizm aldı. İnsana mutsuzluk getiren postmodernist yaşam, bütün kötülüklerin kaynağı oldu. Muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, Suud iktidarı tarafından, İstanbul Başkonsolosluğunda katledilmesi de post modernizmin doğurduğu bir sonuçtu.

Olgular ispatlanabilirdi ama değer yargıları asla... O yüzden, insanın tarihsel süreç içerisinde hangi dönemlerde daha çok mutlu olduğuna dair kanaati tartışmaya açmak mümkün değildi. Ancak bu kanaatin, olgusal temelinin Kaşıkçı Cinayetine dayandırılması, paradigmayı iflasa sürüklüyordu. Zira, tanrı merkezli dünyanın saadet asrında yaşamış olan dört halifeden üçü eceliyle ölmeyip katledilmişlerdi. Emevîler döneminde yaşayan Gaylan da -tıpkı Kaşıkçı gibi- muhalif kaldığı siyasi iktidarın baskısı nedeniyle ülkesini terk etmiş; Ermenistan’da yakalanıp Şam’a getirilmiş; elleri ve ayakları kesilerek vahşice öldürülmüştü.

Cicero der ki, “dava sadakati tekdir, dostluğu yoktur.” O nedenledir ki, güncel ya da tarihsel hadiseleri, gerçeği öğrenmek niyetiyle değil de savunduğumuz görüşü haklı çıkarmak gayretiyle okuduğumuzda, varacağımız sonuçların hakikatle örtüşmesi yerine davaya hizmeti önem kazanır. Öyle ki, amaca hizmet etmeye uygun hale getirilmiş bir gerçeğin, hakikatle bağının koparılmış olmasının hiçbir önemi kalmaz.

Bunun en uç örneğini 3. Mehmet’in yaptığı kardeş katliamının anlatımında görürüz. Şöyle ki, 3. Mehmet, 1595'te tahta çıkınca, aklı eren şehzadeler tebrik etmek için saraya giderler. O görüşme sırasında abilerine “bizi öldürme” derler. Ne yazık ki bu talep, “
halife-i ruyi zemin” sıfatını da taşıyan padişahta olumlu yankı bulmaz. ilk işi, 19 kardeşini boğdurmak olur. Boğulanlar arasında, cellatlara, "kestanelerimi bitireyim de öyle götürün" diyecek kadar küçük olan da vardır, annesinin memesini emerken öldürülen de… Ki katledilenlerin çoğu zaten bebektir. Kadı Bostanzade Yahya, bu kan donduran hadiseyi, vicdanına kezzap döküp şöyle anlatır: “Mübarek Padişahımız öyle merhametliydi ki, 19 kardeşini Cennet Kayığına bindirdi.”

Bu tür vahşetler, belli bir zaman veya mekanla da sınırlı değildir. Tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde karşımıza çıkabilir. 1. Yüzyıl Roma’sında olduğu gibi taraflar arasındaki yakınlık derecesi de sonucu değiştirmez. Muhteris bir kadın olan Agrippina, dul ve bir çocuklu olmasına rağmen saraya girip İmparator Claudius’la evlenmeyi başarır. Bununla da yetinmeyip önceki eşinden olan oğlu Nero’nun veliaht gösterilmesini sağlar. Ardından Claudius'u mantarla zehirleyerek öldürür. Böylesi bir entrikalar zinciri sonunda tahta oturan Nero, annesinin devlet işlerine karışmasını yasaklar. Bu dışlanmayı kabullenemeyen anne, oğlunu tahtan indirip yerine, tahtın gerçek varisi olan Claudius'un oğlu Britannicus'u geçirmek için uğraşır. Nero, genç râkibini zehirleyerek öldürmek suretiyle bu çabaya son verir. Ancak Britannicus'un ölümü bile annenin hırslı kişiliğini törpülemeye yetmez. Tutar bu kez, oğlunun Sabine ile evlenmesine karşı çıkar. Kararından vazgeçmeyen Nero, bu işi engellemeye çalışan annesini intihar süsü vererek idam ettirir. Nero’nun günah galerisinde iki de eş cinayeti vardır.

Doğu Roma’daki tablo da batıdakinden pek farklı değildir. 13. Yüzyılın son çeyreğinde gün yüzüne çıkan 2. İsaakimparator naibini öldürdükten sonra kaçarak Ayasofya Kilisesine sığınır. Orada verdiği söylevle başlattığı isyanın lideri olarak mabetten çıkar. Bizans imparatorunu yakalatır. Kalın zincirlere bağlatır. Sağ elini kestirip sağ gözünü çıkartır. Günlerce linç ettirip acımasızca öldürdükten sonra onun yerine oturur. Başa geçtikten on sene sonra kardeşi Aleksis tarafından darbe ile tahtan indirilir. Gözleri oyulup zindana atılır.

Konstantin’den Moskova’ya geçelim. Tarih 1581’i gösterirken, Rus Çarı Korkunç İvan, gelini Yelena’yı öylesine gaddarca döver ki, hamile kadın bebeğini düşürür. Ondan bir gün sonra da elindeki asayla, oğlu İvan İvanoviç’in kafasına vurup öldürür.

Konuşmacının, din ya da düşüncenin egemen olduğunu söylediği, seküler tarihçilerin ise “orta çağ” ya da “yakın çağ” adını verdiği yüzyıllarda, otoritenin gazabına yalnızca gücün yakınındakiler uğramamıştır. Dönemin yerleşik yargılarına aykırı düşünceler ileri sürenler de o tufandan kendilerine düşen payı almışlardır.

1154’te İran’ın Zencân şehrinde doğup, Halep’te tarih sahnesine çıkan Sühreverdî  Maktûl bunlardan biridir. Selahattin Eyyübi’nin oğlu gibi, Muhyiddin Arabî gibi dönemin parlak simalarıyla dostluk kuran düşünür, eğitim sürecinde sevilip sayılan bir kişidir. Ancak eserleri gün yüzüne çıkıp, ulema meclislerinde görüşlerini açıkladıkça talih rüzgârı tersten esmeye başlar. Filozofların fikirlerini cüretkâr bir şekilde savunup, karşı çıkanları cahillikle suçlaması sonun başlangıcı olur. “Bilgisi çok, aklı kıt biri” diye tanımlanır. Sapıklık ve zındıklıkla suçlanır. Dini ifsat ettiği gerekçesiyle sicimle boğularak öldürülür.

Halep’te Sühreverdi için "ölüm selası" verilmesinden dört yüz yıl sonra Roma’da çanlar Bruno için çalmaya başlar. O bir şair ve filozoftu. İlk gençliğinde Dominikan tarikatına bağlıyken, Kopernik sistemiyle tanıştıktan sonra görüşleri yön değiştirdi. Kapalı evren düşüncesini benimseyen kilisenin kabullerine aykırı düşen sonsuz evren görüşünü benimsediği, evrende dünya dışında başka gezegenlerin de var olunduğunu söylediği için dinsel sapkınlıkla suçlandı. Engizisyonun hışmından kurtulabilmek için sürekli yer değiştirdi. Roma’dan Cenevre’ye, Paris’ten Londra’ya uzanan korku dolu bir sürgün hayatı yaşadı. Sonunda yine Roma’ya geldi. Tanrı ve evren hakkındaki düşünceleri nedeniyle Engizisyon’da yargılandı. Görüşlerinden vaz geçmediği için ölüme mahkûm edildi. Cezanın infaz edileceği yere götürülürken, yol boyunca toplanan kalabalıklara hiçbir şey söylemesin diye yüzüne demir maske geçirildi. Sonradan Çiçekçiler Meydanı olacak yerde diri diri yakılarak öldürüldü. Ama yapılan engellemelere rağmen, O’na ait birçok söz, günümüze kadar geldi. “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar" cümlesi de bunlardan biriydi.

Çağların değişmesi, gücü elinde tutanların, halkanın dışında kalanlara yönelik uygulamalarında, kayda değer bir ilerleme sağlamadı.. Yakın geçmişte de ötekilere düşman hukuku uygulanmaya devam etti.

Ülkeye, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” getirsin diye 1789’da ilan edilen Fransız Devrimi, Jakobenlerin lideri olan Robespierre’in elinde, adeta bir insan kıyma cihazına dönüştü. İlk önce Kral 16. Lui’nin boynuna inen giyotin, yirmi bin kişinin kafasını koparıncaya kadar hiç susmadı. Artık, hukuk siyasetin fahişesi olmuştu. Jakobenler hain bulmakta değil de cellat bulmakta zorlanıyordu. Öyle ki Robespierre, yapılan infazları eleştirdiği için en yakın yoldaşı Danton’a bile “hain” damgasını vurmuştu. Giyotine giderken, “devrim kendi evlatlarının başını yiyor” diyen Danton’un ölümü, Robespierre için de sonun başlangıcı oldu. Kralın başının kesilmesiyle işlemeye başlayan devrim giyotini en son Robespierre’ın boynuna inerek sustu.

Son Rus Çarı 2. Nikolay, 1917 Şubat Devriminden kısa bir süre sonra kardeşi lehine tahtan çekildiğini açıkladı. Yerine geçmesi beklenen kardeşi bu görevi reddedince çarlık dönemi fiilen sona erdi. Ancak Bolşevik devriminin üzerinden bir buçuk yıl geçmesine rağmen, çarı ve ailesini affetmediler. Dönemin Başkenti St Petersburg’un 2500 km doğusundaki Yekaterinburg’ta bir evde saklanan çarı, eşini ve beş çocuğunu, hizmetlerini gören dört kişiyle birlikte kurşuna dizdiler. Öldürüldükten sonra yaktıkları cesetleri ormanlık alana gömdüler.

Evrende milyonlarca galaksinin varlığını keşfeden insanlık, aynı ülkede bile barış içinde yaşamayı öğrenemedi. Mısırda, selefilik çizgisinin yeni öncülerinden olan Seyit Kutup, eserleri nedeniyle 1966’da idam edilirken; İranlı genç kız Mahsa Amini, başörtüsüz bir yaşamı tercih ettiği için, 2022’de ahlâk polisi tarafından gözaltına alınıp işkenceyle öldürüldü.

Mekâna tutulan mercek yaklaştırılıp kıtalar dolaştıkça, yürek burkan acıların sayısı da artıyor. Ülkelerin gelişmişlik seviyesi de bu acıyı azaltmıyor; ABD’nin Filistin’de, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı gibi mahiyetini değiştirip daha katmerli hale getiriyor.

Belki acıdan arındırılmış bir dünyayı hiç kimse göremeyecek. Ama devralıp yaşadığımızdan daha güzel bir dünya kurabiliriz. Bunun yolu da geçmişi biçimlendirmekten vaz geçip, onu olduğu gibi kabul etmekle başlar. İzafiyetin ahlakta değil de fizikte geçerli olduğunu bilip, kim olduğuna bakmadan her insanın acısını duymaktan geçer. Vicdanındaki ilahi sese kulak veren her insanla el ele vermekle olgunlaşır. Tarih boyunca yaşanan acıların verdiği derslerle şekillenmiş olan insan haklarını korumakla menzile varır.

Hülasa, dünyaya düz bir pencereden değil, bir cihannümadan bakmaktan geçer. 

(*) Bu yazı, Edebiyat Ortamı Dergisinin 105. sayısında yayınlanmıştır. 

26 Haziran 2025 Perşembe

Onun virüsü, sizin kâbusunuz olsun mu? / Mehmet Taştan

20. yüzyılın, üzerinde en çok konuşulan eserlerinden biri kuşkusuz George Orwell’ın “1984” adlı romanıdır. ‘Kendi’ kalmaya çalıştığı için hayatı kâbusa dönen roman kahramanı Winston Smith evinde bile özgür değildir. Çünkü odasına yerleştirilen tele-ekran tarafından sürekli izlenmektedir. Ancak eserin yayınlandığı 1949 tarihi itibariyle tele-ekran kurgusu fazlaca fantastik bulunmalı ki kitaba “1984” adı verilmiş… 

O gün kurgu olan şey, yüzyıl geçmeden gerçek oldu. Evlerimizde yaptıklarımız bile başkaları tarafından izlenir ve kayda alınır hale geldi. Kişisel verilerimiz, not defterimizin meselesi olmaktan çıktı. Bize hizmet sunan kurum ya da şirketlerin ana belleklerinde yer tutmaya başladı. Artık, hayatımızı kolaylaştıran her hizmetin görünmez bedeli olarak, kişisel verilerimiz hizmeti sunanların eline geçmekte... Yararlandığımız hizmetler arttıkça başkalarınca depolanan kişisel verilerimiz de o nispette çoğalmakta, özel hayatımız başkalarının kontrolündeki dijital materyallerin kusursuz hafızasında saklanmaktadır.

Kullandığımız cep telefonları, kimlerle hangi sıklıkta görüştüğümüzü, hangi gün ve saatte nerede olduğumuzu unutmaz. Girdiğimiz internet siteleri, dinlediğimiz müzikler, izlediğimiz filmler nasıl biri olduğumuzun anlaşılmasına imkân sağlayacak izler bırakır bir yerlerde… Kredi kartını kullandığımız banka, on yıl önce yediğimiz yemeğin faturasını belleğinde saklar.  Kaldığımız oteller, seyahat biletlerimiz, pasaportumuza basılan damgalar geçmişimizin hafıza kartlarıdır. Oturduğumuz evin girişinden, kamusal alanlara kadar güvenliğimizi sağlasın diye kurulan kameralar sektirmeden bizi takip ederler. Hatta üzerine vazife olmadığı halde kullandığımız güzergâhları kayıt altına alan otomobilimizin elektronik beyni, eve olan uzaklığımızı ve ne kadar zamanda evde olabileceğimizi söyleyerek, kuşatılmışlık duygumuza tavan yaptırabilir.

Soy kütüğümüz, malvarlığımız, mahkeme kayıtlarımız, hastanelerdeki tetkik ve tedavi bilgilerimiz hep kayıt altındadır. Üstelik eskiden sadece tozlu raflara girmeyi göze alabilen az sayıdaki meraklının ulaşabileceği bu bilgiler, şimdi ilgili kişinin bir tuşa dokunma mesafesi kadar yakınındadır.

Söylemek gerekir ki, bu veri depolamalarının mühim bir kısmı ticari kaygılardan ziyade, kamusal gerekliliklerden kaynaklanmaktadır.  Zira kamu güvenliğinin sağlanması, kamu sağlığının korunması, suç işlenmesinin önlenmesi ya da işlenen bir suçun faillerine ulaşılabilmesi bakımından bu kayıtların tutulması hayati öneme sahiptir. Ancak özel hayatın gizliliği, anayasal bir hak olduğundan, meşru bir sebep olmaksızın bireyin kişisel verilerine girilmesi, kullanılması, ifşa edilmesi suç sayılmıştır.

Düzenleme ilk bakışta gayet basit görünmektedir. Haklı bir sebep varsa bireyin kişisel verilerine girebiliriz, yoksa giremeyiz. Ne var ki, yasa metinlerini beyaz kâğıda yazmak, hayata uygulamaktan her zaman daha kolaydır. Çünkü hayat, yasa koyucunun öngördüğü ihtimallerin daima ötesine geçmektedir.

Yine öyle oldu. Aradığımız cevabın, elimizle koyduğumuz yerde durmadığını gösteren soru da aile hekimi bir dostumdan geldi. “Biliyorsun” dedi. “Kadın ve erkeğin evlenmeden önce sağlık taramasından geçmesi ve sağlık raporu alması gerekiyor. Önüme gelen taraflardan birisi aidsli çıkarsa, bunu mahrem bilgi deyip saklamalı mıyım yoksa evleneceği kişiye söylemeli miyim” diye sordu.

“Söylemelisin. Çünkü orta yerde birbiriyle yarışan iki hak var” dedim. “Aidsli hastanın kişisel verisi, evleneceği kişinin sağlığı, hatta belki hayatı… Yarışan haklar arasında adil bir denge kurmak gerekir. Bir şahsın, kişisel verisini koruyacağız diye diğer tarafı ona feda edemeyiz.”

“Ben de öyle düşünüyorum ama İstanbul’da gerçekleşen bir olayda, sağlık müdürlüğü, hekime, ‘yönetmelik ve genelgeler hastanın mahremiyetini üçüncü kişiyle paylaşmayı yasaklıyor, onun için bu bilgiyi müstakbel eşine söyleyemezsin’ demiş.”

Vakanın devamında ne olmuştur bilmiyorum ama Sağlık Müdürlüğünün görüşünü kabul etmek mümkün değildir.

Çünkü kurallar arasında bir astlık üstlük ilişkisi vardır. Kelsen Piramidi adı verilen o hiyerarşiye göre, yönetmelik ve tüzük gibi idari düzenlemeler yasaya, yasa da anayasaya uygun olmak zorundadır. Bu zorunluluğa rağmen, temel metinlere aykırı bir idari düzenleme yapılmışsa, o düzenleme ya yorumla temel metne uygun hale getirilir ya da yok sayılarak olaya doğrudan temel metin uygulanır.

Bu nedenle normlar hiyerarşisine göre, üstün ve bağlayıcı olan anayasa ve yasa hükümlerini yok sayarak, yönetmelik ve genelge gibi idari düzenlemelere dayanan tatbikat, günü kurtarmaya yetse de hukuka uygun olmaz.

Kuralların koruduğu haklar da tekdüze değildir. Kimyadaki elementler gibi hakların özgül ağırlıkları da birbirinden farklıdır. Toplumun gelişmişlik seviyesine göre sürekli genişleyen haklar arasında “yaşama hakkı” en üstün haktır. Trafikte ambülansın, birinci geçiş önceliğine sahip olmasının nedeni de yaşama hakkının en üstün hak olmasından kaynaklanmaktadır.  O yüzdendir ki, dağda donma tehlikesi geçiren bir kişinin başkasına ait kır evine girip, geceyi orada geçirmesi konut dokunulmazlığını ihlal ve mala zarar verme suçlarını oluşturmaz. Zira hayatta kalabilmek yani yaşama hakkını koruyabilmek için zorunluluk halinde işlenen bu fiiller hukuka uygun hale gelmekte, suç olmaktan çıkmaktadır.

Yaşama hakkının en üstün hak olmasının doğal bir sonucu olarak, diğer bir hakla çatışması halinde, “yarışan haklar arasında adil denge kurulur[1]” kuralı gereğince, ibre hep yaşama hakkının korunmasından yana olur. Terazinin diğer tarafında, özel hayatın gizliliği kapsamında kalan kişisel verilerin olması sonucu değiştirmez. Yaşama hakkına ilişkin koruma, sadece ayaklanma ve isyan gibi çok istisnai hallerde zayıflamaktadır. Bunun dışındaki durumlarda yaşama hakkı mutlaktır. Özel hayatın gizliliği ise nispi bir haktır. Başkasının haklarının korunması amacıyla özel hayata müdahale edilebilir.

Anayasamız, insan haklarını koruma konusunda devlete negatif ve pozitif sorumluluklar yüklemiştir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için eski bir hikâyeyi hatırlamakta yarar var.

Malum Büyük İskender, fıçı içinde yaşayan Diyojen Sinop’u ziyaret edip sorar: “Benden bir isteğin var mı?” Bilge, cevap verir: “Gölge etme, başka ihsan istemem.” İşte bu cevap, devlete negatif sorumluluğunu hatırlatmaktır. Tıpkı bunun gibi bireyin devlete hitaben söyleyeceği, “Beni öldürme… Konutuma girme… Telefonumu dinleme…” şeklindeki sözlerden her biri devletin negatif sorumluluğunu hatırlatmaktır. Bu örnekler üzerinden gidersek, devletin negatif sorumluğu, kişiye gölge etmemek, kişiyi öldürmemek, konutuna girmemek, telefonunu dinlememektir.

Devletin pozitif sorumluluğu ise, bireyin yaşama hakkına, konut dokunulmazlığına, haberleşme gizliliğine yönelik olarak başkaları tarafından yapılacak saldırıları önlemektir. Üçüncü kişilerin aleyhimize işlediği bu suçlar sebebiyle derhal polisi aramamız devletin pozitif yükümlüğüne olan inancımızı göstermektedir.

Buna göre, evlilik için yapılan sağlık taramasında taraflardan birinde tespit edilen tehlikeli bir bulaşıcı hastalığın, müstakbel eşten gizlenmesi, devletin müstakbel eşe karşı olan pozitif yükümlüğünü yerine getirmemesidir. Devletin, bu bilgiyi ondan gizlemesiyle, o tehlikeli virüsü bizzat enjekte etmesi arasında hiçbir fark yoktur. Zira devletin, bir kişiye bulaşıcı virüs enjekte etmemek negatif sorumluluğu iken, aynı eylemi bir başkasının yapmasına engel olmak da pozitif sorumluluğudur. 

Anayasa, kişi dokunulmazlığını şu şekilde güvence altına almıştır: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz[2]

Bu düzenlemeyle devlet, bireyin beden ve ruh sağlığını korumayı garanti etmektir. Bir adım daha öteye geçerek, “Tabipler her nevi ameliye için hastanın evvelemirde muvafakatini alırlar[3]” şeklindeki yasa hükmüyle “aydınlatılmış onam” olmadan tıbbî müdahale dahi yapılamayacağını belirtmektedir. Bireyi korumak için kendisine bu kadar sınır koyan yani negatif yükümlülüğünü yerine getiren devletin, aynı kişiye evlilik yoluyla ölümcül bir mikrop bulaşmasına yol açacak eylem karşısında sessiz kalması "pozitif yükümlülüğün" ağır bir ihlali olacaktır. Zira devletin, maddi ve manevi varlığını korumayı ve geliştirmeyi garanti ettiği bireye karşı olan bu sorumluluğunu yerine getirmiş sayılabilmesi için, hem kendisinin o kişiye haksız müdahalede bulunmaması, hem de başkalarının yapacağı haksız müdahaleye engel olması gerekmektedir.

Hal böyle olunca, yasanın zorunlu kıldığı evlilik öncesi sağlık taramasında ortaya çıkan bulaşıcı hastalık verilerinin, müstakbel eşten gizlenmesi devletin pozitif yükümlüğüne aykırı düşer. Zira devlet adına hareket eden kamu kurumu, bulaşıcı mikrobu taşıyan tarafla el ele verip, ölümcül bir mikrobu diğer taraftan gizleyerek, onun yaşama hakkını tehdit etmiş olur. Bu sakil durumun bütün sıkıntısı da yönetmeliğe dayanılarak tıp etiğine aykırı davranmaya zorlanan hekimlere kalır.

Bu uygulama yasaya da aykırıdır.  Zira kanun koyucu şu hükümleri vazetmiştir: Kişiler, evlenmeden önce doktor raporu almak zorundadır.[4] Frengi, belsoğukluğu, yumuşak şankr ve cüzzama olanlar bulaşma tehlikesi geçinceye ya da şifa buluncaya kadar evlenemezler.[5] İlerlemiş bulaşıcı verem hastalığı olanların nikâhı altı ay ertelenir. Bu süre zarfında iyileşme eseri görülmezse altı ay daha beklenir. Bu sürenin sonunda ilgili doktorlar her iki tarafa bu hastalığın tehlikesini ve evlenmenin zararlarını bildirmeğe mecburdur.[6]

Yüz yıllık bir kanunda yer alan bu düzenlemelerden bugün ne anlamalıyız? Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmek için iki temel ilkeyi hatırlamak gerekir: 1. Yasa metinleri yorumlanırken kanun koyucunun iradesi göz önüne bulundurulur. Yani o hükmün hangi amacı gerçekleştirmek için konulduğu tespit edilir. 2. Kıyas yapmak suretiyle kural koymak medeni kanun tarafından korunan ve öngörülen bir yöntemdir. 

Bu ilkeler ışığında okuduğumuzda varacağımız sonuçlar şunlardır: 1. Kanun koyucu, eşleri, çocukları ve toplumu hastalıklardan korumak için evlilik öncesi rapor alınmasını zorunlu tutmuştur. 2. Yakın temasla bulaşan sınırlı sayıdaki bulaşıcı hastalık, bulaşma tehlikesi geçinceye kadar evlenme engeli sayılmıştır. 3. Verem hastalığı, evlilik erteleme nedeni sayılmakta ve ancak bir yıl geçtikten sonra her iki tarafın aydınlatılmış onamıyla evlenmelerine izin verilebilmektedir. Bu hükme kıyasla, günümüzde veremden çok daha tehlikeli olan Aids, Hebatit B, Hebatit C gibi bulaşıcı hastalıklarda müstakbel eşe bilgi verilmesi, yaşama hakkını, ruh ve beden sağlığını doğrudan etkileyecek bir kararı vermeden önce aydınlatılmış onamının alınması gerekir. Bu yapılmadığı takdirde bulaşıcı hastanın kişisel verilerini koruyalım derken, sağlıklı kişiye tuzak kurmuş, sağlığına ve belki de hayatına kastetmiş oluruz. 

Hele hele, evlilik için yapılan sağlık taraması sonuçlarının “üçüncü kişi” olduğu gerekçesiyle diğer taraftan gizlenmesi yapılan işin mahiyetinden bihaber olmaktır. Kadim bir hukuk kuralında belirtildiği gibi, “bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.” Evlilik amacı olmadan yapılan tıbbî tetkik sonuçlarının hastanın partnerinden gizlenmesi anlaşılabilir bir durumdur ve gereklidir. Çünkü bu olayda partner üçüncü kişidir. Ancak evlilik amacıyla yapılan sağlık taraması, bireyin kendisini değil, evleneceği kişiyi, aileyi ve gelecek nesilleri korumak için yapılır. Hal böyleyken, sağlık taramasının yapılma nedeni olan şahsın, üçüncü kişi sayılarak, hayatını kâbusa dönüştürme ihtimali içeren bilgilerin ondan gizlenmesi "evlilik öncesi rapor" kurumunun varlık nedenine aykırı olacak, rapordan beklenen fayda gerçekleşmeyecektir.

Yargıtay, Aids hastalığına askerliği sürecinde yakalandığını bilen ve bu durumu açıklamayarak mağdur ile evlenip cinsel ilişkileri sonucu onun hastalığa yakalanmasına neden olan sanığın eyleminin; neticesi sebebiyle ağırlaşmış kasten yaralama suçunu oluşturabileceği sonucuna varmıştır.[7]

Bu suçun, evlilik için alınan raporun mağdur eşten gizlenmesi suretiyle işlenmesi halinde, gizlenen bilginin sonuçlarını öngörebilecek durumda olan hekim ve ilgili kamu personeli, aidsli hastanın suçuna iştirak etmiş sayılabilecektir. “Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz[8]” prensibi gereğince, temel kurallara aykırı nitelikteki idari düzenlemeler, bu kişilerin ceza ve tazmin mesuliyetini ortadan kaldırmayacaktır. 

Temel normlar ile yüksek mahkeme kararları yok sayılıp, yalnızca idari düzenlemelere bakıldığında da uygulama sağlam bir zemine oturmamaktadır. Zira Sağlık Bakanlığı 2004 yılında yayınladığı bir tebliğle[9] dört gruptan oluşan 51 bulaşıcı “hastalığın toplum içinde yayılımını engellemek, sosyal sorunlara neden olmamak” için[10] zorunlu ihbar mekanizması getirmiştir. Aids ve frenginin de içinde olduğu en tehlikeli bulaşıcı hastalıklar A Grubunda[11] sıralanmış ve en yaygın ihbar ağına kavuşturulmuştur. İhbar mekanizmasını işletmeyen kişi ve kurumların uyarılacağı ve gerektiği taktirde cezai müeyyide uygulanacağı[12] belirtilmiştir. Bulaşıcı hastalıklarla mücadele için ihbarı bu kadar önemseyen bir kurumun, bir başka idari düzenlemeyle, evlilik için yapılan sağlık taramasında tespit edilen aids, frengi gibi bulaşıcı hastalıkların diğer eş adayından saklanmasını isteğini düşünmek, izahı imkânsız bir çelişkiye yol açar.

Bütün bunları bir tarafa koyduğumuzda akla gelen soru şudur: Bilgilendirilmediği için aidsli biriyle evlenip hayatı kâbusa dönen kişi, sizin yakınınız olsaydı ne hissederdiniz? Yönetmeliğin kestiği parmak acımaz der miydiniz acaba? 



[1] AİHM 19 Ekim 2005 Tarih ve 32555/96 BN “Case Of Roche V. The Unıted  Kıngdom” Büyük Daire Kararı

[2] 2709 Sayılı Anayasanın 17.Maddesinin birinci fıkrası

[3] 1219 Sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 70. Maddesinin birinci fıkrası

[4] 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 136. Maddesinin birinci fıkrası 
  1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 122. Maddesinin birinci fıkrası

[5] 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 123. Maddesinin birinci fıkrası 

[6] 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 124. Maddesinin birinci fıkrası

[7] Yargıtay 1.CD.  15.10.2002 tarih ve 2002/3171 Esas 2002/3584 Sayılı Kararı

[8] 2709 Sayılı Anayasanın 137.Maddesinin ikinci fıkrası

[9] Sağlık Bakanlığının 6/11/2004 tarih ve 25635 sayılı RG’de yayınlanan Bulaşıcı Hastalıkların İhbarı ve Bildirim Sistemi Hakkında Tebliği

[10]  Tebliğ m.9

[11] Tebliğ m.3

[12] Tebliğ m.9

(*) Bu yazı, Akademi Kürsü Dergisinin 19. sayısında yayınlanmıştır. 

24 Haziran 2025 Salı

Sesin Dargınlığı / Kemalettin Çalık

Bazı şiirler vardır, bir dağın göğsünden süzülen su gibi yavaşça gelir insana. Gürültüsüzdür, ama içten içe gürler. Tıpkı Mehmet Taştan’ın “Sesin Hâlâ Dargın” şiiri gibi… Erzurum’un serin yüzlü, rüzgârlı topraklarından süzülüp gelen Serçeme Deresi’ne yaslanmış bu dizeler, suskunlukla konuşmanın, kırgınlıkla kabullenişin, uzaklıkla yakınlığın aynı potada eridiği bir sessizlik ağıtıdır. 

Şiirin bir yerinde, “Penceresiz rüyadan derin uykuya düştüm” ifadesi var ki, orada insan durup düşünmeden edemiyor. Yani doğrudan, dimdik, yüz yüze... Ama bu karşılaşma, çığlıkla değil; suskunlukla... Sanki ses, kırgın bir dost gibi şiire küsmüş, sadece gölgesiyle yürümüş dizelerin yanına. Bu yüzden ağıt sessiz. Bu yüzden söz, dargın. Bu yüzden her dize, kendi içinde eğilmiş, mahzun bir çocuğun alnına benziyor. 

Serçeme Deresi, Erzurum’un kadim hafızasında bir hatıra gibi akar. Bu şiirde ise sadece bir dere değil; hatıraların, susuşların ve bekleyişlerin taşıyıcısı olmuş. Taştan, doğayı bir fon olarak değil, duygunun kendisi olarak ele alıyor. Dere, artık su değil; bir gözyaşı. Rüzgâr, artık hava değil; bir iç çekiş. Taşlar artık kaya değil; susulmuş cümlelerin mezar taşı... 

Şiirin dili yalın, ama bu yalınlık içinde gizli bir derinlik var. Her sözcük, başka bir yük taşıyor sırtında. Yükü yalnızlık olan kelimelerle örülmüş bir yol gibi ilerliyor şiir. Okur, o yolu yürürken sadece kelimelerle değil, kendi iç sesiyle de karşılaşıyor. Çünkü bu şiir, sadece Taştan’ın değil; her dargın sesin, her konuşamamış yüreğin şiiri. 

Mehmet Dostum, kalemine değil; yüreğine sağlık. Bu şiiri yazan el değil, susmayı bilen bir yürek olmuş. Ve o yürek, sadece Erzurum’un taşına değil, insanın içine de dokunmuş. “Sesin Dargınlığı” yalnız bir şiir değil; içe akan bir yol, suya düşen bir iz, zamana yazılmış bir sessizliktir.

30 Mayıs 2025 Cuma

Vagon’da Bir Şairle / Mehmet Taştan

Yıl 1988... Aylardan nisan… Fakülte son sınıftayız. Yaklaşan mezuniyet heyecanıyla İstanbul’dan ayrılacak olmanın burukluğunu bir arada yaşadığımız günler… Birbirine zıt duyguların hamağında sallandığımız o günlerde, derslerden başımızı kaldırabildiğimiz nispette ve harçlığımızın elverdiği ölçüde İstanbul’u geziyor; tanımak istediğimiz kişilerin ziyaretlerine gidiyorduk. 

Bir hafta sonu ikindi sularında, Altunizade Erkek Öğrenci Yurdu önünde bir grup arkadaşla karşılaştım. Canları sıkkındı. Ben sormadan açıldılar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ziyaretine gittiklerini ve azarlanarak döndüklerini söylediler. Dediklerine göre, Dağlarca’nın sorduğu sorulara istediği cevapları verememişler. Onun takdir ettiği şairlerden örnek mısralar sunamamışlar.  En fenası da “kimleri okuyorsunuz” sorusuna onun adam yerine koymadığı şairleri saymışlar. Bütün bunların sonunda Dağlarca, “madem şiirden anlamıyorsunuz, ne işiniz var benim yanımda” anlamında bir çıkış yapmış.

Anlattıklarına hiç şaşırmadım. Çünkü o yılların ünlü şair ve yazarları oldukça kibirliydi. Kendilerine ziyarete gelen gençlere, Kaf Dağından bakarlardı. Tabii mütevazı olanları da yok değildi ama azdı. Arkadaşlarımı üzen bu olayda o büyük fotoğrafın bir parçası gibiydi. Bunu bildiğim için, belki üzerinde hiç durmadan geçebilirdim. Ama öyle olmadı. Çünkü Dağlarca, benim de çok okuduğum, birçok şiirini ezber ettiğim şairleri küçümsemişti.  O nedenle gerildim. Arkadaşlarımın, “onun dilinden sen anlarsın” şeklinde özetlenebilecek sözleriyle gaza geldim. “Dağlarca’yı gidip görme” duygusuna kapıldım. 

Aradan iki-üç hafta geçti. Bir cumartesi günü Kadıköy’de dolaşırken, o olayı hatırladım. Dağlarca’nın oturduğunu öğrendiğim “Vagon” adlı oyun salonuna yöneldim. Adı gibi upuzun bir yerdi Vagon. Garsona, Dağlarca’yı sordum. Pencere kenarında tavla oynayan yaşlı iki adamdan birini gösterdi. O’na bakınca ilk dikkatimi çeken şey, şişe dibi gibi kalın gözlükleri oldu.

Yanına yaklaştım. Selam verdim. Kendisini ziyarete geldiğimi söyledim. Allah var, sıcak karşıladı. Yanına oturttu. Çay söyledi. Konuşmak için oyunun bitmesini beklememi istedi. Tabii benim gelişimle, rakibine karşı da psikolojik bir üstünlük sağlamış oldu. Zarı tutarken, O’na, “Bak acemi, kiminle aşık attığını anla” der gibiydi. Böyle düşünmekte haklıydı. Çünkü, genç bir delikanlı, sırf feyz almak için ziyaretine gelmişti. 

Oyun bitti. Kısa bir kendimi tanıtma faslından sonra “kimleri okuyorsun” sualiyle başladı imtihan… Ben kesik kesik, saygılı cevaplar veriyorum tabii… Arkadaşlarımdan aldığım kopyanın yardımıyla ilk önce Faruk Nafiz'in adını andım. Bunu duymak hoşuna gitti. Test eder bir edayla sordu:

— Faruk Nafiz’den bir mısra söyle.

Galiba Üstat, benim yaşıma bakıp, toyluk edeceğimi düşündü. Faruk Nafiz’in çok bilinen mısralarından birini söyleyeceğimi ya da soruyu cevapsız bırakacağımı sandı. Öyle yapmadım. Faruk Nafiz’in, dünya görüşünün özeti saydığım bir mısrasını söyledim:

— Ruhum istikametsiz cereyanlar içinde.

— Onun böyle bir mısrası yok

Demez mi şaşırdım. Kendi üstadını tanımıyordu üstat.

— Onun... Bir Ömür Böyle Geçti adlı kitabında var. “Ruhumda Kış Yaz” şiirinin son mısrası…

Bu kadar ayrıntı verince itiraz etmekten vazgeçti. Tekrar okuttu. Zihninden, mısranın veznini kontrol etti. Kusursuz olduğunu görünce, ani bir manevrayla soruyu değiştirdi:

— Sen aruzu biliyor musun delikanlı? Aruzu bilmeden şiir yazılmaz. 

— Aruzla şiir yazmıyorum ama aruzu duymaya çalışıyorum. 

— O nasıl oluyor?

— Düzenli şekilde divan şiiri okuyorum. Böylece aruzun ses ahengini yakalamaya, vezni değil ama o ahengi şiirime hâkim kılmaya çalışıyorum.

— Aferin ama sana bir şey söyleyeyim, şair olunmaz şair doğulur. Sen kaç yaşındasın?

— Yirmi bir…

— Benim yirmi yaşındayken yayınlanmış şiir kitabım vardı.

Lafın bu noktaya gelmesine sevindim. Muzip bir tevazuuyla karşılık verdim: 

— Efendim, benim de şiir kitabım var. Ne tesadüf, benimki de yirmi yaşındayken yayınlandı. 

— Kitabında mı var senin, adı ne?

— İnsan Boşluğu

— İyi o zaman haftaya gel. Gelirken de Faruk Nafiz’in o kitabını ve kendi kitabını getir, dedi.

Saygılı bir üslupla veda edip ayrıldım. Vagon’dan dışarı çıkarken kuş gibi hafiflemiştim. Öyle ya hem azarlanmadan çıkmayı başarmış hem de beni gaza getiren arkadaşlarımın verdikleri görevi eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmiştim.

O günden sonra Dağlarca’nın ziyaretine bir daha hiç gitmedim. Bu tercihte, sorduğu sorunun cevabı olan mısrayı bilmemesinin etkisi vardı tabii… Ama asıl sebep bu değildi. Benden öncekilerin ziyareti sırasında, şairleri şiir kalitesine göre değil de dünya görüşüne göre tasnif ettiğini öğrenmiştim. Siyaseten kendine yakın bulduklarını yüceltip, ötekileri değersizleştiren birinin, benim şiirimi de sanatsal gözle değil de siyasi bir bakışla okuyacağı endişesine kapıldım. “Türkçem benim ses bayrağım” diyen şairi bir daha görememek esef vericiydi. Ama kendi kabuğumu kırıp, her şairi okuduğum bir dönemde, onun konserve kutusunda hapsolmayı kabullenemezdim. 

Artık biliyordum ki, Türk şiiri, birbirinden farklı kollardan beslenerek akan dünyanın en görkemli beş nehrinden biriydi. O nehrin bir yanından bağlanan kolları, Yunus Emre, Fuzulî, Necip Fazıl’sa; öbür yanından kavuşan kolları Nesimi, Pir Sultan Abdal ve Nazım Hikmet’ti. Öyle ki bunlardan bazıları sanki birbirlerine vokal yapsınlar diye aynı zamanlarda arzı endam etmişlerdi yeryüzünde… O nedenle birini söyleyince hemen öbürü geliyordu aklımıza. Edebiyatımızın bu gerçeğine rağmen, önyargılarını aşamayanlar, konservatif kalanlar vardı. Onlar için, bir şaire duyulan sevgi ya da nefretin kaynağı şiir olmaktan çıkıp, siyasi bir renge bürünüyordu.

Bunu bizzat gördüğüm de olmuştu. Fakülte koridorunda, pencere kenarındaki oturakların birinde, Nazım’ın, Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okuyordum. Önümden uzun saçlı bir delikanlı geçti. “Entel” bir görüntüsü vardı.  Omzundaki çantadan, sinema-televizyon bölümünden olduğu anlaşılıyordu. Geçerken elimdeki kitabın kapağına gözü ilişti. Şöyle bir bakıp uzaklaştı. Biraz gittikten sonra dayanamadı. Döndü, geri geldi. Elimdeki kitabı tutup büyük bir coşkuyla “bunu okumayan cahildir, cahil…” dedi. Gülerek cevap verdim: “iyi de bu bir bilim kitabı değil ki, okumayan niye cahil olsun?” Bu cevap karşısında şaşırdı. Hiçbir şey söylemeden çekip gitti. Belki bizim cenahta da başka şairler üzerinden böylesi sakil yaklaşımlar gösterenler çıkıyordur.  Ama bunun doğruluğunu savunmak bir tarafa, o sözlere değer atfetmek bile anlamsızdır.

Hani Montaigne, "şiirin orta hallisi veya kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. Ama iyisi, yükseği, olağanüstüsü, aklın kurallarını aşar" diyor ya… Böylesi şiirler arasında, sıralamaya imkân veren bir ölçü bulunmadığına göre, bunların tamamını birden sahiplenip, el üstünde tutmak gerekir. Olağanüstü şiirler arasında, okur tercihlerinin farklılaşması ise son derece doğaldır. Çünkü her biri, ayrı bir dünya olan her insanın, tabiat ve iklimi, başkalarından farklı olduğu için, ruhunu ısıtacak şiirler de ona özgü olacaktır. Ancak bir şairin, okur sıfatıyla böyle bir göreceliliğe teslim olması beklenemez.

Şairlerimizin, geleneği bir bütün olarak sahiplenmesi, yalnızca şiir nehrimizin görkemini ortaya koymakla kalmaz; geleceğin şairlerine de delta ovasındaki alüvyonlardan beslenip, şiirimizin çıtasını daha üst bir noktaya taşıma fırsatı sunar.

O nedenle her şair, yaşadığı zamanı aşan bu göreve titizlikle sahip çıkmalıdır.

                   

(*) Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin 104. sayısında yayınlanmıştır.