Yıl 1988... Aylardan nisan… Fakülte
son sınıftayız. Yaklaşan mezuniyet heyecanıyla İstanbul’dan ayrılacak olmanın
burukluğunu bir arada yaşadığımız günler… Birbirine zıt duyguların hamağında
sallandığımız o günlerde, derslerden başımızı kaldırabildiğimiz nispette ve
harçlığımızın elverdiği ölçüde İstanbul’u geziyor; tanımak istediğimiz
kişilerin ziyaretlerine gidiyorduk.
Bir hafta sonu ikindi sularında, Altunizade Erkek Öğrenci Yurdu önünde bir grup arkadaşla karşılaştım. Canları sıkkındı. Ben sormadan açıldılar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ziyaretine gittiklerini ve azarlanarak döndüklerini söylediler. Dediklerine göre, Dağlarca’nın sorduğu sorulara istediği cevapları verememişler. Onun takdir ettiği şairlerden örnek mısralar sunamamışlar. En fenası da “kimleri okuyorsunuz” sorusuna onun adam yerine koymadığı şairleri saymışlar. Bütün bunların sonunda Dağlarca, “madem şiirden anlamıyorsunuz, ne işiniz var benim yanımda” anlamında bir çıkış yapmış.
Anlattıklarına hiç şaşırmadım. Çünkü o yılların ünlü şair ve yazarları oldukça kibirliydi. Kendilerine ziyarete gelen gençlere, Kaf Dağından bakarlardı. Tabii mütevazı olanları da yok değildi ama azdı. Arkadaşlarımı üzen bu olayda o büyük fotoğrafın bir parçası gibiydi. Bunu bildiğim için, belki üzerinde hiç durmadan geçebilirdim. Ama öyle olmadı. Çünkü Dağlarca, benim de çok okuduğum, birçok şiirini ezber ettiğim şairleri küçümsemişti. O nedenle gerildim. Arkadaşlarımın, “onun dilinden sen anlarsın” şeklinde özetlenebilecek sözleriyle gaza geldim. “Dağlarca’yı gidip görme” duygusuna kapıldım.
Aradan iki-üç hafta geçti. Bir cumartesi günü Kadıköy’de dolaşırken, o olayı hatırladım. Dağlarca’nın oturduğunu öğrendiğim “Vagon” adlı oyun salonuna yöneldim. Adı gibi upuzun bir yerdi Vagon. Garsona, Dağlarca’yı sordum. Pencere kenarında tavla oynayan yaşlı iki adamdan birini gösterdi. O’na bakınca ilk dikkatimi çeken şey, şişe dibi gibi kalın gözlükleri oldu.
Yanına yaklaştım. Selam verdim. Kendisini ziyarete
geldiğimi söyledim. Allah var, sıcak karşıladı. Yanına oturttu. Çay söyledi.
Konuşmak için oyunun bitmesini beklememi istedi. Tabii benim gelişimle,
rakibine karşı da psikolojik bir üstünlük sağlamış oldu. Zarı tutarken, O’na, “Bak
acemi, kiminle aşık attığını anla” der gibiydi. Böyle düşünmekte haklıydı.
Çünkü, genç bir delikanlı, sırf feyz almak için ziyaretine gelmişti.
Oyun bitti. Kısa bir kendimi tanıtma faslından sonra “kimleri
okuyorsun” sualiyle başladı imtihan… Ben kesik kesik, saygılı cevaplar
veriyorum tabii… Arkadaşlarımdan aldığım kopyanın yardımıyla ilk önce Faruk
Nafiz'in adını andım. Bunu duymak hoşuna gitti. Test eder bir edayla sordu:
— Faruk Nafiz’den bir mısra söyle.
Galiba Üstat, benim yaşıma bakıp, toyluk edeceğimi
düşündü. Faruk Nafiz’in çok bilinen mısralarından birini söyleyeceğimi ya da
soruyu cevapsız bırakacağımı sandı. Öyle yapmadım. Faruk Nafiz’in, dünya
görüşünün özeti saydığım bir mısrasını söyledim:
— Ruhum istikametsiz cereyanlar içinde.
— Onun böyle bir mısrası yok
Demez mi şaşırdım. Kendi üstadını tanımıyordu üstat.
— Onun... Bir Ömür Böyle Geçti adlı
kitabında var. “Ruhumda Kış Yaz” şiirinin son mısrası…
Bu kadar ayrıntı verince itiraz etmekten vazgeçti. Tekrar okuttu. Zihninden, mısranın veznini kontrol etti. Kusursuz olduğunu
görünce, ani bir manevrayla soruyu değiştirdi:
— Sen aruzu biliyor musun delikanlı? Aruzu
bilmeden şiir yazılmaz.
— Aruzla şiir yazmıyorum ama aruzu duymaya
çalışıyorum.
— O nasıl oluyor?
— Düzenli şekilde divan şiiri okuyorum. Böylece
aruzun ses ahengini yakalamaya, vezni değil ama o ahengi şiirime hâkim
kılmaya çalışıyorum.
— Aferin ama sana bir şey söyleyeyim, şair olunmaz
şair doğulur. Sen kaç yaşındasın?
— Yirmi bir…
— Benim yirmi yaşındayken yayınlanmış şiir kitabım
vardı.
Lafın bu noktaya gelmesine sevindim. Muzip bir tevazuuyla
karşılık verdim:
— Efendim, benim de şiir kitabım var. Ne tesadüf,
benimki de yirmi yaşındayken yayınlandı.
— Kitabında mı var senin, adı ne?
— İnsan Boşluğu
— İyi o zaman haftaya gel. Gelirken de Faruk
Nafiz’in o kitabını ve kendi kitabını getir, dedi.
Saygılı bir üslupla veda edip ayrıldım. Vagon’dan dışarı çıkarken kuş gibi hafiflemiştim. Öyle ya hem azarlanmadan çıkmayı başarmış hem de beni gaza getiren arkadaşlarımın verdikleri görevi eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmiştim.
O günden sonra Dağlarca’nın ziyaretine bir daha hiç gitmedim. Bu tercihte, sorduğu sorunun cevabı olan mısrayı bilmemesinin etkisi vardı tabii… Ama asıl sebep bu değildi. Benden öncekilerin ziyareti sırasında, şairleri şiir kalitesine göre değil de dünya görüşüne göre tasnif ettiğini öğrenmiştim. Siyaseten kendine yakın bulduklarını yüceltip, ötekileri değersizleştiren birinin, benim şiirimi de sanatsal gözle değil de siyasi bir bakışla okuyacağı endişesine kapıldım. “Türkçem benim ses bayrağım” diyen şairi bir daha görememek esef vericiydi. Ama kendi kabuğumu kırıp, her şairi okuduğum bir dönemde, onun konserve kutusunda hapsolmayı kabullenemezdim.
Artık biliyordum ki, Türk şiiri, birbirinden farklı kollardan beslenerek
akan dünyanın en görkemli beş nehrinden biriydi. O nehrin bir yanından bağlanan
kolları, Yunus Emre, Fuzulî, Necip Fazıl’sa; öbür yanından kavuşan
kolları Nesimi, Pir Sultan Abdal ve Nazım Hikmet’ti. Öyle ki
bunlardan bazıları sanki birbirlerine vokal yapsınlar diye aynı zamanlarda arzı
endam etmişlerdi yeryüzünde… O nedenle birini söyleyince hemen öbürü geliyordu
aklımıza. Edebiyatımızın bu gerçeğine rağmen, önyargılarını aşamayanlar, konservatif kalanlar vardı. Onlar için, bir şaire duyulan sevgi ya da nefretin kaynağı şiir olmaktan çıkıp, siyasi bir renge bürünüyordu.
Bunu bizzat gördüğüm de olmuştu. Fakülte koridorunda, pencere kenarındaki oturakların birinde, Nazım’ın, Memleketimden
İnsan Manzaraları’nı okuyordum. Önümden uzun saçlı bir delikanlı geçti.
“Entel” bir görüntüsü vardı. Omzundaki çantadan, sinema-televizyon
bölümünden olduğu anlaşılıyordu. Geçerken elimdeki kitabın kapağına gözü
ilişti. Şöyle bir bakıp uzaklaştı. Biraz gittikten sonra dayanamadı. Döndü, geri geldi. Elimdeki kitabı tutup büyük bir coşkuyla “bunu okumayan cahildir,
cahil…” dedi. Gülerek cevap verdim: “iyi de bu bir bilim kitabı değil ki,
okumayan niye cahil olsun?” Bu cevap karşısında şaşırdı. Hiçbir şey söylemeden
çekip gitti. Belki bizim cenahta da başka şairler üzerinden böylesi sakil
yaklaşımlar gösterenler çıkıyordur. Ama bunun doğruluğunu savunmak
bir tarafa, o sözlere değer atfetmek bile anlamsızdır.
Hani Montaigne, "şiirin orta hallisi veya kötüsü için
kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. Ama iyisi, yükseği, olağanüstüsü, aklın
kurallarını aşar" diyor ya… Böylesi şiirler arasında, sıralamaya imkân veren bir ölçü bulunmadığına göre, bunların tamamını birden sahiplenip, el üstünde tutmak
gerekir. Olağanüstü şiirler arasında, okur tercihlerinin farklılaşması ise son
derece doğaldır. Çünkü her biri, ayrı bir dünya olan her insanın, tabiat ve iklimi,
başkalarından farklı olduğu için, ruhunu ısıtacak şiirler de ona özgü olacaktır.
Ancak bir şairin, okur sıfatıyla böyle bir göreceliliğe teslim olması beklenemez.
Şairlerimizin, geleneği bir bütün olarak sahiplenmesi, yalnızca şiir
nehrimizin görkemini ortaya koymakla kalmaz; geleceğin şairlerine de delta
ovasındaki alüvyonlardan beslenip, şiirimizin çıtasını daha üst bir noktaya
taşıma fırsatı sunar.
O nedenle her şair, yaşadığı zamanı aşan bu göreve titizlikle sahip çıkmalıdır.
(*) Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin 104. sayısında yayınlanmıştır.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder