“Kent” lafına
oldum olası alışamadım. Özbek Türkçesinden geldiğini bilsem de köksüz ve ruhsuz
yığınları hatırlattı daima. Oysa şehir öyle mi? İç içe geçmiş hayatların, nesiller boyu süren ortak hikayesidir.
Geçtiği yollarla, aştığı badirelerle olgunlaşır ve kendine özgü bir derinlik kazanır. O yüzden, kentler tek düze olsa da her şehrin
farklı bir tılsımı, başka bir tadı vardır.
Hele de bu yer, feleğin çemberinden geçmiş Erzurum'sa... Adı bile nice ateş görüp, suya değdikten sonra kıvama kavuşmuşsa... Farklı medeniyetlerden beslenen üç bin yıllık macerası, her bir kapısının, her bir mahallesinin, hatta birçok yapısının ayrı bir öyküsü varsa...
Bir zamanlar şehri çevreleyen dış surlardaki İstanbul Kapı, Tebriz Kapı ve Gürcü Kapı, o evrensel dilin sırrını ele verir. Şehrin, ticari ve kültürel olarak nerelerden beslendiğini gösterir. Bu kapıların birinden girip kadim semtlerinde dolaşırsanız, gah Sadrazam Rüstem Paşa’nın yaptırdığı Taşhan’la karşılaşırsınız, gah Kıbrıs fatihinin yadigarı olan Lâla Mustafa Paşa Camii’yle… İlhanlı mimarisinin doruğunda dolaşan Yakutiye Medresesi’nde 14. Yüzyıla ışınlanır gönlünüz. Biraz daha yürüyünce şehrin kalbine varırsınız. Bir açık hava müzesi olan o yerde, şehri bir İslam beldesi kılan Ulu Cami, “oku” emrinde hayat bulan Çifte Minareler Medresesi, bayrağımızın nazlı nazlı dalgalandığı kale, aidiyetinizin iftihar kaynağı olur.
Sayıları otuzu bulan işkollarından her
birinin ayrı bir çarşısı vardır. Kavaflar, abacılar, kevelciler örneklerinde olduğu
gibi yapılan işin adıyla anılan bu çarşılar, İpekyolu üzerinde önemli bir
merkez olan şehrin geçmişindeki yoğunluğu görmüş tanıklarıdır. Kırkçeşme
Hamamı, Hacılar Hanı, Dabakhane Çeşmesi gibi yapılar ise, medenileşmenin erken
zamanlarda başladığını gösteren ve günümüzde işlevini sürdüren mekanlardır.
Bir de yalnızca
candan bakan gözlere açılan evleri vardır bu şehrin. Çok çile çekerek, canlı
kahır abidesine dönüşmüş ihtiyarların göz uçlarına sinen koyu kızarıklık neyse,
eski evlerin taş duvarlarından pervazlarına uzanan yorgunluk da işte odur.
Sessizce girip, hiçbir şeyi incitmeden izlerseniz, eski bir evde değil, başka
bir çağda olduğunuzu hissedersiniz. Ve o evin eski sakinleri, aniden gittikleri
yerlerden dönüp yaşadıklarını fısıldarlar size. Tabii, onların ne anlattığı
kadar sizin ne anladığınız da önemlidir. Zira Mevlana’nın dediği gibi “söylenen
söz, dinleyenin anladığı kadardır.” O yüzden olsa gerek, aynı evin,
aynı türkünün birbirine benzemeyen öyküleri dolaşır dillerde. Örneğin “kırmızı
gül demet demet” deyince, kiminin aklına, kervancılarla Revan’a gidip
orada vefat eden kara yağız delikanlı gelir. Kiminin aklına, seferberlikten
dönen eratı taşıyan son trenden de oğlunun inmediğini gören annenin acıklı
öyküsü gelir. O üzüntü ve çaresizlik içinde evine dönen anne, gelinin odasından
gelen gülüşme seslerini, geliniyle oynaşının zanneder. Tüfeği kaptığı gibi hışımla
odaya dalar ve bütün fişekleri yatağa boşaltır. Yorganı kaldırdığında, oğluyla
gelininin kanlar içindeki cansız bedenlerini görür. Ve feryat başlar… “Kırmızı
gül her dem olmaz / Yaralara merhem olmaz.”
Erzurum, duvara
asılmış bir resim değil, anlatıldıkça çoğalan bir hikayedir. Bir maceraperest
tarafından, zemherinin en sert zamanında, ince mintanlarla Allahuekber Dağlarına
sürülen askerleri, soğuktan korumak için seferber olan, on bin askeri tepeden
tırnağa giyindirerek, tekalifi milliye kararlarına ilham
kaynağı olan şehirdir. “Ölümün zafere doymadığı o faciada” kara, soğuğa, açlığa
ve tifüse teslim olan yüz binlerin hüznünü yüreğine, cenazesini koynuna,
anılarını hafızasına gömen diyardır. Elindeki peksimeti kuru kuruya yemeye
çalışan erin, “öyle gitmez evladım suya batır da ye” diyen
subaya “suya batırırsam hemen biter kumandanım, böyle yaparak midemi
avutuyorum” şeklindeki can yakan cevabıdır.
Hani şair, “Dadaşlar, ağır ağır bir halka çevirdiler, / Yurda kurban yiğitler, bu halkaya girdiler” diyor ya… Bir de yurda kurban kadınları vardır bu şehrin. Kimdir onlar? Cepheden ağır yaralı olarak dönen kardeşi Hasan’ın vefat ettiği gecenin sabahında, üç aylık bebeğini evde bırakıp düşmanı kovmak için baltayla Aziziye Tabyalarına koşan Nene Hatun’dur. Komutanı olduğu müfrezeyle İzmit’in düşman işgalinden kurtarılmasına katılan, İnönü savaşlarında, Sakarya Meydan Muharebesinde, Dumlupınar’da yunanla çarpışan Kara Fatma’dır.
“Gönül ne gök ne elâ ne lâciverd arıyor / Ah bu gönül bu gönül kendine derd arıyor” diyen Nef’i için çileli bir yol; “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” diyen Ziya Paşa’da bilgelik atlasıdır.
Avam için, Kafkasya Türkçesinin İstanbul’a giderken dinlendiği havuzdur. O yüzden teyzeye, kelimenin aslına uygun şekilde “eze” denir bu yerde… Havas için, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Cevat Dursunoğlu’nun ya da Fuat Sezgin’in içinden geçtiği Erzurum Lisesi’dir.
Geçmişi bilenlerin gözünde ise, Türkiye’nin en yüksek rakımlı şehri olmasının nazarına gelmişçesine sürekli irtifa kaybeden yerdir Erzurum. Bir zamanlar, Beş Şehir’den biriyken şimdilerde ilk elliye girememektir. Hayatın merkezinde aktığı zamanları özlemle yad etmektir.

