9 Kasım 2025 Pazar

Kırlangıç Tavanı Dumanlı Şehir / Mehmet Taştan

“Kent” lafına oldum olası alışamadım. Özbek Türkçesinden geldiğini bilsem de köksüz ve ruhsuz yığınları hatırlattı daima. Oysa şehir öyle mi? İç içe geçmiş hayatların, nesiller boyu süren ortak hikayesidir. Geçtiği yollarla, aştığı badirelerle olgunlaşır ve kendine özgü bir derinlik kazanır. O yüzden, kentler tek düze olsa da her şehrin farklı bir tılsımı, başka bir tadı vardır. 

Hele de bu yer, feleğin çemberinden geçmiş Erzurum'sa... Adı bile nice ateş görüp, suya değdikten sonra kıvama kavuşmuşsa... Farklı medeniyetlerden beslenen üç bin yıllık macerası, her bir kapısının, her bir mahallesinin, hatta birçok yapısının ayrı bir öyküsü varsa... 

Mesela, Filgeçti Köprüsü'nde, beş kulaçlık mesafeyi geçmez, beş asır öncesine gidip gelirsiniz bir anda... Çaldıran'ın ihtişamlı filleri gelir gözünüzün önüne... Gâvur Boğan'da, Ermeni kılavuzların yardımıyla geceleyin, şehre baskın düzenleyen Rus taburlarını, geri püskürten iki mahalle halkının kahramanlığı gelir aklınıza. Yanık Dere’ye vardığınızda burnunuz, Ermeni çeteleri tarafından diri diri yakılan masum insanların ceset kokularıyla kavrulur... Erzurum Kongre binası önünde yürürken, Atatürk'ün önderliğinde kurtuluşa giden onurlu ve destansı yolu arşınlarsınız... O yerlerin adını her söyleyişte o vaka, o hüsran, o zafer düşer aklımıza. Öyle olmasa, “göç göç oldi, göçler yola düzüldi” türküsünü her söyleyişte, kar ile borana karışmış yayla yollarına düşüp, iç bölgelere doğru göç eden binlerce muhacirin o perişan hali gelir miydi gözümüzün önüne? Ya da söylendiği her yerde, bütün dinleyenler hep bir ağızdan, aynı cereyana çarpılmışlık duygusu içinde, sarı gelin türküsüne öyle eşlik eder miydi? "Eledim eledim höllük eledim" şarkısının o evrensel dili olmasa, Spartacus'un sezon finalinde söylenir miydi? 

Bir zamanlar şehri çevreleyen dış surlardaki İstanbul Kapı, Tebriz Kapı ve Gürcü Kapı, o evrensel dilin sırrını ele verir. Şehrin, ticari ve kültürel olarak nerelerden beslendiğini gösterir. Bu kapıların birinden girip kadim semtlerinde dolaşırsanız, gah Sadrazam Rüstem Paşa’nın yaptırdığı Taşhan’la karşılaşırsınız, gah Kıbrıs fatihinin yadigarı olan Lâla Mustafa Paşa Camii’yle… İlhanlı mimarisinin doruğunda dolaşan Yakutiye Medresesi’nde 14. Yüzyıla ışınlanır gönlünüz. Biraz daha yürüyünce şehrin kalbine varırsınız. Bir açık hava müzesi olan o yerde, şehri bir İslam beldesi kılan Ulu Cami, “oku” emrinde hayat bulan Çifte Minareler Medresesi, bayrağımızın nazlı nazlı dalgalandığı kale, aidiyetinizin iftihar kaynağı olur. 

Sayıları otuzu bulan işkollarından her birinin ayrı bir çarşısı vardır. Kavaflar, abacılar, kevelciler örneklerinde olduğu gibi yapılan işin adıyla anılan bu çarşılar, İpekyolu üzerinde önemli bir merkez olan şehrin geçmişindeki yoğunluğu görmüş tanıklarıdır. Kırkçeşme Hamamı, Hacılar Hanı, Dabakhane Çeşmesi gibi yapılar ise, medenileşmenin erken zamanlarda başladığını gösteren ve günümüzde işlevini sürdüren mekanlardır.

Bir de yalnızca candan bakan gözlere açılan evleri vardır bu şehrin. Çok çile çekerek, canlı kahır abidesine dönüşmüş ihtiyarların göz uçlarına sinen koyu kızarıklık neyse, eski evlerin taş duvarlarından pervazlarına uzanan yorgunluk da işte odur. Sessizce girip, hiçbir şeyi incitmeden izlerseniz, eski bir evde değil, başka bir çağda olduğunuzu hissedersiniz. Ve o evin eski sakinleri, aniden gittikleri yerlerden dönüp yaşadıklarını fısıldarlar size. Tabii, onların ne anlattığı kadar sizin ne anladığınız da önemlidir. Zira Mevlana’nın dediği gibi “söylenen söz, dinleyenin anladığı kadardır.” O yüzden olsa gerek, aynı evin, aynı türkünün birbirine benzemeyen öyküleri dolaşır dillerde. Örneğin “kırmızı gül demet demet” deyince, kiminin aklına, kervancılarla Revan’a gidip orada vefat eden kara yağız delikanlı gelir. Kiminin aklına, seferberlikten dönen eratı taşıyan son trenden de oğlunun inmediğini gören annenin acıklı öyküsü gelir. O üzüntü ve çaresizlik içinde evine dönen anne, gelinin odasından gelen gülüşme seslerini, geliniyle oynaşının zanneder. Tüfeği kaptığı gibi hışımla odaya dalar ve bütün fişekleri yatağa boşaltır. Yorganı kaldırdığında, oğluyla gelininin kanlar içindeki cansız bedenlerini görür. Ve feryat başlar… “Kırmızı gül her dem olmaz / Yaralara merhem olmaz.”

Erzurum, duvara asılmış bir resim değil, anlatıldıkça çoğalan bir hikayedir. Bir maceraperest tarafından, zemherinin en sert zamanında, ince mintanlarla Allahuekber Dağlarına sürülen askerleri, soğuktan korumak için seferber olan, on bin askeri tepeden tırnağa giyindirerek, tekalifi milliye kararlarına ilham kaynağı olan şehirdir. “Ölümün zafere doymadığı o faciada” kara, soğuğa, açlığa ve tifüse teslim olan yüz binlerin hüznünü yüreğine, cenazesini koynuna, anılarını hafızasına gömen diyardır. Elindeki peksimeti kuru kuruya yemeye çalışan erin, “öyle gitmez evladım suya batır da ye” diyen subaya “suya batırırsam hemen biter kumandanım, böyle yaparak midemi avutuyorum” şeklindeki can yakan cevabıdır.

93’harbinden 12 Mart’a giden yolda “ölümün mukadder göründüğü bir kazadan kurtulmuş insana benzeyen” Erzurum, yalnızca 25 yıl arayla kazandığı Gâvur Boğan (1854) ve Aziziye Muharebeleriyle (1877–1878) kendisini düşman işgalinden iki kez kurtaran şehir olma ayrıcalığına sahip değildir. Aynı zamanda, milli mücadelenin somutlaştığı ve cumhuriyet fikrinin maya tuttuğu yerdir. Zira, milli mücadelenin bütün ilkeleri ve bu gayeyi gerçekleştirmek için millet iradesine dayalı geçici bir hükümet kurulacağı Erzurum Kongresi'nde kararlaştırılmıştır. Komuta merkezi Erzurum olan 15. Kolordunun, düşmandan ele geçirdiği ‘istiklal savaşımızı on yıl sürdürmeye yetecek’ silahlar batı cephesine kaydırılmış; o kolordunun, talim ve terbiyesi en yüksek olan 11. Tümeni, Büyük Taarruz için batıya sevk edilmiştir.

Hani şair, “Dadaşlar, ağır ağır bir halka çevirdiler, / Yurda kurban yiğitler, bu halkaya girdiler” diyor ya… Bir de yurda kurban kadınları vardır bu şehrin. Kimdir onlar? Cepheden ağır yaralı olarak dönen kardeşi Hasan’ın vefat ettiği gecenin sabahında, üç aylık bebeğini evde bırakıp düşmanı kovmak için baltayla Aziziye Tabyalarına koşan Nene Hatun’dur. Komutanı olduğu müfrezeyle İzmit’in düşman işgalinden kurtarılmasına katılan, İnönü savaşlarında, Sakarya Meydan Muharebesinde, Dumlupınar’da yunanla çarpışan Kara Fatma’dır. 

Gönül ne gök ne elâ ne lâciverd arıyor / Ah bu gönül bu gönül kendine derd arıyor” diyen Nef’i için çileli bir yol; Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” diyen Ziya Paşa’da bilgelik atlasıdır. 

Avam için, Kafkasya Türkçesinin İstanbul’a giderken dinlendiği havuzdur. O yüzden teyzeye, kelimenin aslına uygun şekilde “eze” denir bu yerde… Havas için, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Cevat Dursunoğlu’nun ya da Fuat Sezgin’in içinden geçtiği Erzurum Lisesi’dir. 

Geçmişi bilenlerin gözünde ise, Türkiye’nin en yüksek rakımlı şehri olmasının nazarına gelmişçesine sürekli irtifa kaybeden yerdir Erzurum. Bir zamanlar, Beş Şehir’den biriyken şimdilerde ilk elliye girememektir. Hayatın merkezinde aktığı zamanları özlemle yad etmektir.

Bu düşüşün bir yükselişi olur mu? Olur elbet.
Yeter ki, kırlangıç tavanında sıkışan dumanın dışarı çıkması için bacasının kapakları açılsın.