Dinin sosyal hayatta görünür hale gelmesinden
rahatsızlık duyanların, yıllardan beri söyledikleri bir söz vardır:
"Türkiye İranlaşıyor."
Gerçekten Türkiye İranlaşabilir mi? Bu önermenin ister
karşısında olun ister yanında, sonuç değişmez. Türkiye'nin İranlaşması da
yönünü doğuya dönmesi de mümkün değil. Çünkü, milletlerin, tenasül yoluyla
nesilden nesle aktardıkları genetik kodlarında yalnız biyolojik şifreler yok,
bilgi ve ezber de var. Türklerin genetik kodlarından gelen o ezber de yüzünü
doğuya dönmek yok. Tıpkı, denize girmek, yüzmeyi bilmek, balık yemek olmadığı
gibi… Su da çırpınmayı yüzme saymazsak tabii…
Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum. İki bin yıllık
tarihi boyunca Türklerin kurduğu devletler hep bir öncekinin batısında hayat
bulmuştur. Göçler ve akınlar da hep doğudan batıya doğru olmuştur. Doğu
nostaljidir, batı gelecek… Tarih sırasına göre birbirini takip eden Hunlar,
Göktürkler, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları
ve Osmanlılar doğudan batıya doğru uzanan bir silsile halinde dizilmişlerdir
eski kıtaya. Selçuklunun eserleriyle ihya ettiği Anadolu'yu, Osmanlının ihmal
ettiği iddiasının cevabı da işte tam burada yatar. Çünkü o devletler yolculuk
seyirleri gibi, eserlerin çoğunu da hâkim oldukları coğrafyanın batısına inşa
etmişlerdir. Selçuklu, eserleriyle kendi egemenlik sahasının batısı olan
Anadolu'ya imza atarken, aynı ufukla beslenen Osmanlı da imar ve inşa konusunda
Balkanlara ağırlık vermiştir. Eğer o seyir devam edebilseydi geç dönem Türk
eserlerini de Balkanlarda değil, bu günkü Almanya topraklarında görmemiz mümkün
olurdu kanaatimce. Nitekim senelerdir ileri sürülen, ülkemizin doğusunun ihmal
edilip, batıya daha çok önem verildiği iddiası, bu tahmini doğrular niteliktedir.
Batıya akma, sadece bir coğrafya değiştirme meselesi
de değildir elbet... Siyasî anlayıştan düşünce yapısına, sanat zevkinden duygu
dünyasına kadar çok yaygın bir nüfuz alanına sahiptir. Örneğin, 19. yüzyılda köleliğin
kaldırılması (1847), bir kısım kanunların batıdan tercüme edilerek uygulanmaya
başlanması (1850), yasa önünde eşitlik (1856), nizamiye (laik) mahkemelerinin
kurulması (1864), meclisin açılması (1876) şeklindeki adımlar, batıya seyrin
yoğunluğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Aynı dönemdeki düşünce
adamlarının büyük bir kısmı da Fransız Devriminden etkilenmiştir. Batının, edebiyat,
resim ve mimariye etkisini o döneme ait eserlerin büyük bir kısmında görmek
mümkündür. Hatta bir imam işi abartıp şöyle yazmıştır: “Paris'e git hey efendi aklın fikrin var ise /Âleme
gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris'e.”
Duygu dünyasındaki etkileşim ise çok daha kadimdir. Öyle
ki, 452'de Roma kapılarına dayanan Atilla'nın gönlünü süsleyen kız Roma
Prensesi Honario'dan başkası değildir. Ondan 1001 yıl sonra İstanbul'u fetheden Fatih de "gamzesiyle öldürüp, dudağıyla can veren sevgilinin bir
Hristiyan kızı" olduğundan söz eder mısralarında... Her iki sevgili de
batılı… Arap ya da Fars kızı değil…
Başkentler, hep batıya yakın şehirler içinden seçilmiştir. Ülkenin doğusunda kaldığı
için, yüzyıllar boyunca hadimi olduğumuz Mekke, Medine ya da
Kudüs'ün başkent yapılması hiç düşünülmemiştir. Bu tercihin, o beldelerin kutsallığına
gösterilen özenden kaynaklandığı söylenebilir. Ancak Emevîlerin merkezi Şam’ın veya Abbasîlerin merkezi Bağdat’ın da başkent yapılmadığı gözetildiğinde, sebebin bu
olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu şehirler, batının çok uzağındadır ve gayrimüslimlerden alınmamıştır.
Bu nedenle batının sembolik değeri yüksek şehirleri
daima cezbedici gelmiştir bize. Anadolu Selçuklu Devletinin tarih sahnesine
çıkar çıkmaz başkent ilan ettiği İznik, kilise önderlerinin toplanarak (MS.325)
geçerli İncil sayısını dörde indirdikleri ve Hristiyanlığın temel kaynaklarını
belirledikleri yerdir. Bu kadim şehir, bir süre de Osmanlı’ya başkentlik
yapmıştır. Osmanlının fethettiği gün başkent yaptığı İstanbul
ise Ortodoksların merkezidir. Öyle görünüyor ki fetihler aynı hızla devam edilebilseydi
İstanbul'dan sonraki başşehirlerimiz sırasıyla Viyana ve Roma olurdu. Doğumuzda
kalan şehirler değil.
Üstelik batıya yönelme sadece devlet aklıyla icra
edilen bir faaliyet de değildir. Fertler de aynı istikamet üzere yol
almışlardır. Mevlâna’nın hayatında idrak edebildiği ilk şey göçtür. Maveraünnehir’den
Konya'ya kadar süren dokuz yıllık yolculuk yani... Onu aşkla yoğurup
değiştirecek olan Şems de yine doğudan batıya doğru seyreden bir göçle
varmıştır Konya'ya... Ve bir daha geldikleri coğrafyaya dönmeyip, hicret
beldesinde çekim merkezi olmuşlardır. Onlardan sekiz asır sonra Avrupa'ya işçi olarak
gidenlerin ikinci nesilde bulundukları yerde yerleşik hale gelmesi de aynı
ezberin bir devamı...
Ülke içinde bile, doğu illerinden göç edip İzmir'e,
Bursa'ya, İstanbul'a yerleşip kalmış on binlerce aile bulabilirsiniz de o
şehirlerden ülkenin doğusuna kendi isteğiyle göç etmiş kimseler göremezsiniz. Şehirlerimiz
bile hep batıya kayar. Kentlerimizin batısındaki evleri, doğu mahallelerindeki
evlerinden kat be kat pahalıdır. İlginç bir örnektir: Adana'da, baraja batıdan
bakan evler, doğudan bakan evlerden sekiz on kat daha pahalıdır.
Bakî'ye, “Zinhar
eline âyine vermen o kâfirin / Zira görünce suretini putperest olur” mısralarını yazdıran sevgili gibidir
batı... Zalim ama çekici... Narsist ama etkileyici...
Tabii ki, "Türklerin bin yıldır yaşadığı
Anadolu'da İslam’dan başka tarihi yoktur." Müslümanlığı din olarak seçtiği
günden beri, doğan çocuğunun kulağına ezan okuyarak isim veren, ölüsünü, sağ omzu
üzerine ve yüzü kıbleye gelecek şekilde defneden bu milleti, bu topraklardan
söküp atmadıkça bu gerçeği değiştirmek de mümkün değildir. Bin yıl süreceği
iddia olunan 28 Şubat’ın on yılda tasfiye olması bunun en canlı şahidi… Bazı
zamanlar dinle arasına engel konsa da bu ülke insanı, fırsatını bulduğunda onu
yaşama konusunda daima istekli ve kararlı davranmıştır ama bu hakikat, genetik
kodlarında var olan batıya dönük olma ezberini de hiçbir zaman bozmamıştır.
İki bin yıllık bu seyir, Atatürk’ün en büyük eseri
olan cumhuriyetle birlikte hayatın her alanına nüfuz eden kurumsal bir kimlik
kazanmıştır. Yüzyıllık süreç içinde yaşanan bütün tarihsel olaylar karşısında, nasıl
büyük bir vizyonun eseri olduğunu ispatlayan cumhuriyetimiz, yalnız
sevdalılarını değil, muhaliflerinin zihin dünyasını da biçimlendirme
başarısıyla bayrağı dördüncü nesle devretmenin eşiğine gelmiştir. O neslin
zihin dünyası, dünyanın bütün aydınlık ufuklarından beslenme ve herkesin
inancına saygılı olma düsturuyla şekillenmektedir.
Bu tabloyu görmeden dillendirilen "Türkiye
İranlaşıyor" sözü, dini vicdanlara hapsetmek için üretilmiş bir öcü
değilse eğer gereksiz bir endişedir.
Dinin sosyal hayatta görünür hale gelmesinden rahatsızlık duyanların, yıllardan beri söyledikleri bir söz vardır: "Türkiye İranlaşıyor."
Gerçekten Türkiye İranlaşabilir mi? Bu önermenin ister
karşısında olun ister yanında, sonuç değişmez. Türkiye'nin İranlaşması da
yönünü doğuya dönmesi de mümkün değil. Çünkü, milletlerin, tenasül yoluyla
nesilden nesle aktardıkları genetik kodlarında yalnız biyolojik şifreler yok,
bilgi ve ezber de var. Türklerin genetik kodlarından gelen o ezber de yüzünü
doğuya dönmek yok. Tıpkı, denize girmek, yüzmeyi bilmek, balık yemek olmadığı
gibi… Su da çırpınmayı yüzme saymazsak tabii…
Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum. İki bin yıllık
tarihi boyunca Türklerin kurduğu devletler hep bir öncekinin batısında hayat
bulmuştur. Göçler ve akınlar da hep doğudan batıya doğru olmuştur. Doğu
nostaljidir, batı gelecek… Tarih sırasına göre birbirini takip eden Hunlar,
Göktürkler, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları
ve Osmanlılar doğudan batıya doğru uzanan bir silsile halinde dizilmişlerdir
eski kıtaya. Selçuklunun eserleriyle ihya ettiği Anadolu'yu, Osmanlının ihmal
ettiği iddiasının cevabı da işte tam burada yatar. Çünkü o devletler yolculuk
seyirleri gibi, eserlerin çoğunu da hâkim oldukları coğrafyanın batısına inşa
etmişlerdir. Selçuklu, eserleriyle kendi egemenlik sahasının batısı olan
Anadolu'ya imza atarken, aynı ufukla beslenen Osmanlı da imar ve inşa konusunda
Balkanlara ağırlık vermiştir. Eğer o seyir devam edebilseydi geç dönem Türk
eserlerini de Balkanlarda değil, bu günkü Almanya topraklarında görmemiz mümkün
olurdu kanaatimce. Nitekim senelerdir ileri sürülen, ülkemizin doğusunun ihmal
edilip, batıya daha çok önem verildiği iddiası, bu tahmini doğrular niteliktedir.
Batıya akma, sadece bir coğrafya değiştirme meselesi
de değildir elbet... Siyasî anlayıştan düşünce yapısına, sanat zevkinden duygu
dünyasına kadar çok yaygın bir nüfuz alanına sahiptir. Örneğin, 19. yüzyılda köleliğin
kaldırılması (1847), bir kısım kanunların batıdan tercüme edilerek uygulanmaya
başlanması (1850), yasa önünde eşitlik (1856), nizamiye (laik) mahkemelerinin
kurulması (1864), meclisin açılması (1876) şeklindeki adımlar, batıya seyrin
yoğunluğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Aynı dönemdeki düşünce
adamlarının büyük bir kısmı da Fransız Devriminden etkilenmiştir. Batının, edebiyat,
resim ve mimariye etkisini o döneme ait eserlerin büyük bir kısmında görmek
mümkündür. Hatta bir imam işi abartıp şöyle yazmıştır: “Paris'e git hey efendi aklın fikrin var ise /Âleme
gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris'e.”
Duygu dünyasındaki etkileşim ise çok daha kadimdir. Öyle
ki, 452'de Roma kapılarına dayanan Atilla'nın gönlünü süsleyen kız Roma
Prensesi Honario'dan başkası değildir. Ondan 1001 yıl sonra İstanbul'u fetheden Fatih de "gamzesiyle öldürüp, dudağıyla can veren sevgilinin bir
Hristiyan kızı" olduğundan söz eder mısralarında... Her iki sevgili de
batılı… Arap ya da Fars kızı değil…
Başkentler, hep batıya yakın şehirler içinden seçilmiştir. Ülkenin doğusunda kaldığı
için, yüzyıllar boyunca hadimi olduğumuz Mekke, Medine ya da
Kudüs'ün başkent yapılması hiç düşünülmemiştir. Bu tercihin, o beldelerin kutsallığına
gösterilen özenden kaynaklandığı söylenebilir. Ancak Emevîlerin merkezi Şam’ın veya Abbasîlerin merkezi Bağdat’ın da başkent yapılmadığı gözetildiğinde, sebebin bu
olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu şehirler, batının çok uzağındadır ve gayrimüslimlerden alınmamıştır.
Bu nedenle batının sembolik değeri yüksek şehirleri
daima cezbedici gelmiştir bize. Anadolu Selçuklu Devletinin tarih sahnesine
çıkar çıkmaz başkent ilan ettiği İznik, kilise önderlerinin toplanarak (MS.325)
geçerli İncil sayısını dörde indirdikleri ve Hristiyanlığın temel kaynaklarını
belirledikleri yerdir. Bu kadim şehir, bir süre de Osmanlı’ya başkentlik
yapmıştır. Osmanlının fethettiği gün başkent yaptığı İstanbul
ise Ortodoksların merkezidir. Öyle görünüyor ki fetihler aynı hızla devam edilebilseydi
İstanbul'dan sonraki başşehirlerimiz sırasıyla Viyana ve Roma olurdu. Doğumuzda
kalan şehirler değil.
Üstelik batıya yönelme sadece devlet aklıyla icra
edilen bir faaliyet de değildir. Fertler de aynı istikamet üzere yol
almışlardır. Mevlâna’nın hayatında idrak edebildiği ilk şey göçtür. Maveraünnehir’den
Konya'ya kadar süren dokuz yıllık yolculuk yani... Onu aşkla yoğurup
değiştirecek olan Şems de yine doğudan batıya doğru seyreden bir göçle
varmıştır Konya'ya... Ve bir daha geldikleri coğrafyaya dönmeyip, hicret
beldesinde çekim merkezi olmuşlardır. Onlardan sekiz asır sonra Avrupa'ya işçi olarak
gidenlerin ikinci nesilde bulundukları yerde yerleşik hale gelmesi de aynı
ezberin bir devamı...
Ülke içinde bile, doğu illerinden göç edip İzmir'e,
Bursa'ya, İstanbul'a yerleşip kalmış on binlerce aile bulabilirsiniz de o
şehirlerden ülkenin doğusuna kendi isteğiyle göç etmiş kimseler göremezsiniz. Şehirlerimiz
bile hep batıya kayar. Kentlerimizin batısındaki evleri, doğu mahallelerindeki
evlerinden kat be kat pahalıdır. İlginç bir örnektir: Adana'da, baraja batıdan
bakan evler, doğudan bakan evlerden sekiz on kat daha pahalıdır.
Bakî'ye, “Zinhar
eline âyine vermen o kâfirin / Zira görünce suretini putperest olur” mısralarını yazdıran sevgili gibidir
batı... Zalim ama çekici... Narsist ama etkileyici...
Tabii ki, "Türklerin bin yıldır yaşadığı
Anadolu'da İslam’dan başka tarihi yoktur." Müslümanlığı din olarak seçtiği
günden beri, doğan çocuğunun kulağına ezan okuyarak isim veren, ölüsünü, sağ omzu
üzerine ve yüzü kıbleye gelecek şekilde defneden bu milleti, bu topraklardan
söküp atmadıkça bu gerçeği değiştirmek de mümkün değildir. Bin yıl süreceği
iddia olunan 28 Şubat’ın on yılda tasfiye olması bunun en canlı şahidi… Bazı
zamanlar dinle arasına engel konsa da bu ülke insanı, fırsatını bulduğunda onu
yaşama konusunda daima istekli ve kararlı davranmıştır ama bu hakikat, genetik
kodlarında var olan batıya dönük olma ezberini de hiçbir zaman bozmamıştır.
İki bin yıllık bu seyir, Atatürk’ün en büyük eseri
olan cumhuriyetle birlikte hayatın her alanına nüfuz eden kurumsal bir kimlik
kazanmıştır. Yüzyıllık süreç içinde yaşanan bütün tarihsel olaylar karşısında, nasıl
büyük bir vizyonun eseri olduğunu ispatlayan cumhuriyetimiz, yalnız
sevdalılarını değil, muhaliflerinin zihin dünyasını da biçimlendirme
başarısıyla bayrağı dördüncü nesle devretmenin eşiğine gelmiştir. O neslin
zihin dünyası, dünyanın bütün aydınlık ufuklarından beslenme ve herkesin
inancına saygılı olma düsturuyla şekillenmektedir.
Bu tabloyu görmeden dillendirilen "Türkiye İranlaşıyor" sözü, dini vicdanlara hapsetmek için üretilmiş bir öcü değilse eğer gereksiz bir endişedir.