31 Aralık 2013 Salı

Gülersin Ellerinle

Vaad edilmiş zebercet köşke inansan bile
Yeryüzünde bir cennet dilersin ellerinle.

Ol tahtı gökyüzünde görsen aklın karışır,
Havada bulutları silersin ellerinle.

Nerde bir fakir görsen merhametle tutuşur,
Zenginlerin yüzüne gülersin ellerinle.

Güvercin uçurduğun zeytin ağaçlarının
Gölgesinde bıçaklar bilersin ellerinle.

"Yaşlanıyorum" diye kapılırsın telaşa,
Zamanı bir su gibi çilersin ellerinle.

Evrendeki vahdeti düşürmezsin dilinden,
İnsanı kırk parçaya bölersin ellerinle.

Kalbur üstünde bir taş olarak kalmak için
Yıktığını kül edip, elersin ellerinle.

Sırtlanıp da gidecek değilsin ya dünyayı,
Kalbini çalmak için delersin ellerinle.

Mehmet Taştan

21 Aralık 2013 Cumartesi

Yağmurla Islanan Kitap / Fahrettin Alişar

            Müstakil olarak yayınlandıkları her yerde büyük beğeni toplayan ve derin izler bırakan Mehmet Taştan’ın şiirleri “Yağmur Islıyor Beni” adıyla nihayet kitaplaştı ve okuyucularıyla buluştu. 22 yıllık bir aradan sonra gelen bu kitap, Taştan’ın yalnız şiir ve dil konusundaki yetkinliğinin değil, kültürel derinliğinin de açık izlerini taşıyor.

Duyguyla-düşüncenin, gözlemle-hissin, tarihle-güncelin, masalla-mitolojinin, yerelle-evrenselin iç içe girerek muhteşem armoniler oluşturduğu bu şiirleri okumak, tanımadığımız bir şehirde yürümek gibi bir his veriyor insana. Bir sonraki adımda neyle karşılaşacağınızı kestirmiyorsunuz. Sürekli sürprizlerle karşılaşıyorsunuz. Şairin gönlünü ıslatan yağmur her seferinde onu öylesine farklı bir ruh iklimine taşımış ki, her bir şiirde adeta birden fazla zamanın içinden geçip, değişik kültürlerden fragmanlar sunuyor bize.
Örneğin, aşk şiiri olarak okumaya koyulduğumuz “Yağmur Islıyor Beni” adlı şiirin üçüncü kıtasında sevgiliye hitap ederken;
O günahsız kadına, benim ilk taşı atan,
Parmakları doğrayan o şehlâ nigâh benim.
Suçluyum, bukağıya vurulmuş cinler kadar,
İnsanı yeryüzüne döndüren günah benim.
Diyerek her bir mısrada ayrı bir çağa ilişkin olguları resmediyor adeta. Nice ceylan gözlerin izleri var yüzünde / Navarin limanından alev alıyor deniz” mısralarında romantizmle tarihsel gerçekliği bütünleştirdiği Deniz şiirini, “Canına can katıldı, kanına kan damladı. / Senin ruhunda şimdi kimler yaşıyor deniz?” şeklindeki zengin çağrışımlı tespit ve sorularla bitiriyor.

Türk şairinin doğu-batı mukayese ve analizleri yapması yeni bir şey değil tabii. Ama Zecharia Sitchin’in “ilahiyat ile kozmolojiyi karıştırdılar” dediği Greklerin düştüğü hataya düşmeden, mitolojik öyküleri sterilize ederek şiirleştirmek, değişik toplumlara ait otantik unsurları birer fon olarak kullanmak Taştan’a özgü bir şey.
Lila şiirinde bulunan;
Mahmur baktı, helikon dağı devrildi birden,
İlham perileri de altında kaldı Lila.

Mısraları ya da Fizan şiirinde bulunan;
Ölüme yasak konmuş tapınak kapısında,
Can havliyle elime uzanan eldi Fizan.

Beyti, mitolojik öykülere ilişkin dikkat çekici örnekler olarak karşımıza çıkarken, Filistin dramını anlattığı şiirinde taa uzaklara giderek başka bir çaresizliği emsalleştiriyor ve sanki bir şeylerin paralelliğini koyuyor önümüze:
Koyu akıyor zaman;
Ay derdest edilmiş gurbet ellerde
Sanki benzi solmuş grinin bile
Yavrusuna tutkun bir anne gibi
Telaşla kalkıyor Kızılderili
Kurtarmak üzere kötü ruhlardan
Dans ediyor ölümle…

Biçim ve içerik olarak büyük bir zenginlikle ördüğü şiirlerinde, halk söyleyişini tercih ettiği “adını gizli tut” şiirinde; “Saçının telini bez niyetine / Dilek ağacına bağla içimde” mısralarıyla ağaçlara bez bağlama alışkanlığımızı soft bir ironiyle şiirleştiriyor.

Vazoda susuzluktan solmuş ayçiçekleri,
Son akşam yemeğinde dil döküyor havari,

Mısralarında Van Gogh ve La Vinci gibi batılı ressamlara atıfta bulunan şair,
Kokusuyla aklımı, başımdan aldı Lila,
Her suya farklı düşen ebruya çaldı Lila.
Beytiyle de doğu kültüründeki karşılığını veriyor adeta.

Şiirdeki form ve konu ayrımlarına göre yapılmış parselasyonlara itibar etmeden aruzun sesini duyarak heceyi ve serbest vezni kullanan şair, Şadiye isimli bir köy kızını şiirine konu edebildiği gibi okyanusta can veren kayıp adanın kuşlarını, insan tuvalinde şiirleştirebiliyor. Kahramanlarını daha çok sıradan, bilinmeyen ama sosyal ya da tarihsel karşılığı olan isimlerden seçen şair, Başka Bir Elsa, Esved, Tamara, İklima gibi şahsiyetleri anlattığı birbirinden güzel şiirlerle hem onları bilinmezliğin esaretinden kurtarıyor, hem de kültürel zenginliğimizin çok zamandır adım atılamayan karanlık noktalarına ışık tutuyor..

“Dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür” mısraıyla başlayıp “Latife de latif gerek gülesin” diye biten atasözü şiirinde karşımıza bir derviş kılığında çıkan şair, “Hüzzam sular çağlarken nihavent diyarına / Kerbela yollarında Hüseyin ölmüş şimdi” mısralarında daha şümullü bir tarihsel söyleyişe sahiptir. Ya da “Cezayir vücudumda Fransız askerleri, / Her parmağım bir Maraş, yüreğim şahan olur” beytinde ait olduğu milletin cismanileşmiş şeklidir sanki şairin dili.

Şiirimizin yapısal dönüşüm sürecini yine şiir diliyle sorgulayıp, “Tanzimat fermanında kaybettiği veznini, / Arka sokaklardaki sözde arayan şiir” şeklinde tasniflere yer veren şair, Fransız ihtilali ve Boston çay partisi gibi evrensel değer kazanmış örneklerle şiirin işlev zenginliğine işaret etmektedir:
Denizleri demleyen direniş gravürü,
Fransız devriminde harbe katılan şiir.
Taştan’ın şiiri, birden fazla bestesi yapılmış şarkılar gibi değişik okumalara davetiye çıkaran, her bir mısraın yüklendiği derin anlamlar nedeniyle bunu mecbur kılan bir yapıya sahip. O yüzden Garipçiler hareketine “şiirsizleştirmenin şiiri” diyen Cemal Süreya’nın tanımlamasını ayraç olarak kullanıp onun şiirine “büyülü kelimelerin şiiri” demek mümkün. Bu yüzden olsa gerek, asırlar önce yedi askı şairlerinden Muğire için kullanılan “kelimelerin büyücüsü” lakabını okuyucuları şimdi onun için kullanıyor. Ama o büyülü şair, sevgilinin gözleri karşısında aman dileyecek kadar çaresizdir:
Bakma öyle ne olur taht yıkılır, tuğ yanar
Gülme, öyle gülersen gözlerinde çağ yanar!

15 Ekim 2013 Salı

Koyu Akıyor Zaman

Koyu akıyor zaman
Menzili kan denizi,
Filistinli bir anne,
Hiç kimse halini bilmesin diye
Kanıyor bir göze sessizliğinde,
Deprem dolanıyor dudaklarında
Genzinde sızı… 

Koyu akıyor zaman;
Ay derdest edilmiş gurbet ellerde
Sanki benzi solmuş grinin bile
Yavrusuna tutkun bir anne gibi
Telaşla kalkıyor Kızılderili
Kurtarmak üzere kötü ruhlardan
Dans ediyor ölümle…

Koyu akıyor zaman;
Annesine asi çocuklar gibi
Kalbi taş kesilmiş şövalyelerin
Elleri kan sızıyor. 

Koyu akıyor zaman;
Bir yanım kan denizi
Öbür yanım hayatla saklambaç oynamakta;
Perdenin ardına saklanan rüzgâr,
Çık dışarı, gördüm seni.

Mehmet Taştan

29 Eylül 2013 Pazar

Picasso'nun Burnu / Mehmet Taştan

Pablo Picasso, henüz minik bir öğrenciyken tanıştığı "4" rakamına kafayı takmış. Her gördüğü "4" ü öne doğru fırlamış bir burna benzettiği için, insan resmine dönüştürerek tamamlıyormuş. Minik Pablo, bu yüzden matematik problemlerinin çözümüyle hiç ilgilenmiyor, bu huyundan vazgeçirmeye çalışan öğretmenine, "bunu yapmak için dayanılmaz istek duyuyorum ve gözüm o anda burundan başka hiçbir şey görmüyor" diye cevap veriyormuş.

Picasso'yu kübizme götüren o süreç, Türk hukukunu barok düşünmeye taşıyan "3" rakamını çağrıştırıyor bana. Yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesini... Daha doğrusu Strazburg Mahkemesinin 3. madde yorumunu...

"ABD’de hukuk dokuz yargıcın hukukudur" sözünü, bir hukuk romantizmi içinde keyifle telaffuz ettiğim öğrencilik günlerinde başlamıştı Türkiye'nin Strazburg yolculuğu.. Yani 1987'de... Ve günün birinde, o sözün mutasyona uğrayarak, "Türkiye'de hukuk, Strazburg yargıçlarının hukukudur" şeklinde söylenebileceği hiç aklıma gelmezdi.

Öyle ya... Milletlerarası andlaşmaları kanun değerinde gören bir anayasanın mer'i olduğu, “sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” sözüyle "yargıçlık" anlayışını ortaya koyan Başol ve divan arkadaşlarının, otuz yıl boyunca Anayasa Mahkemesinde üyelik veya başkanlık yaptığı ya da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı koltuğunda oturduğu; iktidar partisi yöneticilerine “kandan başka bir şeyle beslenemeyen vampirler… metastaz yapan habis bir ur" şeklinde galiz hakaretler yağdıran iddianamelerin yazılabildiği bir ülkede, doğudan uzakta bir mahkemenin, iç hukuku dönüştürmede ana belirleyici olabileceğini nasıl öngörebilirdim ki?

Globalleşmeyi hülasa etmek için, "Şanghay'da bir kelebek kanat çırpsa, Meksika Körfezinde fırtına kopar" derler. Doğruymuş meğer. Mahkeme, Türkiye'de gözaltında tutulan kişilere yönelik işkencenin yaygınlığına, gözaltı veya tutukluluk sebebiyle devletin kontrolünde bulunan her ferdin ölüm yada yaralanmasının makul izahını yapma yükümlülüğünün devlete ait bulunduğuna, tarafsız ve etkili soruşturmaya vurgu yapan kararlarıyla işkenceyi gündemimizden çıkardı. Türkiye, iç hukukunu bu kararlar doğrultusunda yeniden dizayn etti. Susma ve avukat bulundurma hakkı, mecburi müdafilik, iddianamenin iadesi, gözaltı sürelerinin kısaltılması, gözetim odalarının, cezaevlerinin belli bir standarda kavuşturulması bu dönüşümün yapı taşları oldu.

"Turizmin tarihi eserlerimize, Ermenilerin arşivlerimize önem vermeyi öğrettiği" gibi Strazburg Mahkemesi de hukuk alanında kara kalemden yağlı boyaya geçmemizi sağladı. Bu gelişmeye paralel olarak içeride, sistem elitlerini pozisyon kaybına götüren süreç,12 Eylül Anayasa değişikliğiyle taçlanınca, ideolojilerin bekasına endekslenmiş devletçi yargı, tarihsel konumunu geri dönülmez bir şekilde kaybetti. Kuşkusuz yeni dönem de kendi sorunlarıyla birlikte doğmuştu ama neyse ki, tarih nehrinin vuslata erdiği bütün dereleri aynı debiyle akıtma özelliği var.

Tam bu noktada roller değişti. Strazburg Mahkemesini, içerideki keyfi muamelelerine ayak bağı olarak gören darbe suçunun sanıklarından üçü Strazburg'un kapısını çaldı. Mahkeme, düzmece delillerle gerçekleşen keyfi tutuklamalarla masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına dayanan ve tutuklama sürelerinin uzunluğundan yakınan başvuruların tamamını birden reddetti. Benzer konumdaki diğer sanıklar açısından da bir hayal kırıklığı ihdas eden bu davalar aslında, Strazburg Mahkemesindeki dersimizin yeni adıydı: "Adil yargılanma hakkının kullanılması..." Strazburg ütüsüyle, ütülene ütülene bu noktadaki kırışıklıklarımızı da düzelteceğimiz kesin.. Ancak karakuşi kararlarımızı tarihin ufunetli dehlizine gömdükten sonra da mahkemenin o noktada durmaya hiç niyeti yok.

Zira mahkeme, taraf devletlerde, mevzuatın hiç bir parçasının kendi denetimi dışında tutulamayacağını söylüyor. Yalnız iç hukuk normlarını değil, her bir üyenin başka devletlerle yapacağı antlaşmalardan ve uluslararası topluluklara üyeliklerinden kaynaklanan uygulamaları da dava konusu olay nedeniyle kendi denetiminde görüyor. Sözleşmeye aykırı bulduğu hiçbir uluslararası taahhüdün, yargılama konusu olan olayda, üye devlet bakımından geçerli mazeret sayılamayacağını vaaz ediyor.

Yani Anayasamızdaki “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir” cümlesi, iç tüketime dönük idealist bir söz olmaktan öteye gitmiyor, Strazburg'tan bakıldığında. Çünkü onlar, kendi ürettikleri yargı pratiklerinin, bırakın üye devletlerin kanunlarını, Anayasalarından bile üstün olduğuna inanıyor ve bunu "üye devletlerin yetki alanının hiç bir parçası sözleşmenin denetiminin dışına çıkarılamaz" şeklindeki bir cümleyle kararlarına açıkça işliyorlar. Yine bunun gibi, Türk kamuoyunun ortak meşruiyet telakkisi de mahkeme açısından bir anlam ifade etmiyor. Taraf olduğumuz bir davada, adadaki Türk askerini işgalci diye tanımlıyor, Kıbrıs Rum kesimini adanın tek meşru devleti kabul ediyor. Bu kararlara, "sözleşme kapsamındaki konularda tek müçtehit Strazburg" şeklinde özetlenebilecek başka kararların eklenmesi de kuvvetle muhtemel...

İyi de bu yetki genişlemesi nereye kadar? Anayasamızda "egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir, Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır" hükmü dururken, "Türkiye'de hukuk, Strazburg yargıçlarının hukukudur" anlayışına hangi eşiğe kadar tahammül edilebilir?

Ben demiştimin (!) aferinini kimselere kaptırmamak için aceleyle söyleyeyim ki, ilkesel bazda öğrettikleri bir yana konulursa, spesifik anlamda AİHM'nin kararlarından PKK ve benzeri sol terör örgütleri dışında kimse memnun görünmüyor. TKP davasında devleti mahkum ederken RP davasında aksi yönde karar vermesi hafızalarda taze.. Türk Üniversitelerinde başörtüsünün serbest bırakılmasını, başı açık olanlar açısından baskı unsuru olarak addederken, İtalya ilkokullarına, hem de devlet eliyle haç işaretleri asılmasını, Hristiyan olmayanlar açısından baskı unsuru saymaması mahkemeye duyulan itimadı iyice zayıflattı. Darbe suçu sanıklarınca yapılmış her üç başvuruyu da reddetmesi, öteden beri Strazburg’a soğuk bakan ulusalcı çevrelere “senden bana yar olmaz” şarkısını bir kez daha içli içli söyletmiştir herhalde… Bütün bunlara, ülkücü camiada kadimden beri var olan “ben devletimi elin gavuruna şikayet etmem” anlayışı eklenirse, ülkemizde AİHM’e karşı duyulan güvenin düşük seviyede seyrettiği kolayca görülebilir.

Bu tablo karşısında -Birleşmiş Milletlerin doğacağı San Francisco Konferansına katılabilmek için, alelacele mihver devletlerine savaş ilan edişimizin 68. yılında, Birleşmiş Milletlerin yapısını anakronik bulduğumuz gibi- günün birinde, “bu mahkeme de pek bir sivri burunlu oldu” der miyiz acaba? Ölmemiş olsaydı bu soruyu Picasso'ya sormak isterdim. Çünkü O'nun cevabı evetse, bir kaç fırça darbesiyle mahkemeyi de insana dönüştürebilirdi belki.

Ya da burnu yana kaymış bir kadın çizer, adını Strazburg koyardı.


16 Ağustos 2013 Cuma

Sırma'nın gözüyle haçlı seferleri / Mehmet Taştan

Ramazan aylarında, şehirlerimizde kitap fuarları açmak ne hoş bir gelenektir. Kocatepe Camii avlusunda bu münasebetle açılmış kitap fuarında dolaşırken aldığım kitaplardan biri İhsan Süreyya Sırma'nın "Haçlı seferleri" olmuştu.

İyi ki de almışım. Önceki kitaplarından tanıdığım hocanın ilmi kariyeri ile lisan donanımı bir araya gelince ortaya güçlü bir eser çıkmış. Eser deyince, öyle çok hacimli bir şey zannetmeyin, Mayıs 2013'de beyan yayınlarından çıkmış 176 sayfalık bir kitap.. Hocanın ifadesine göre, "Türkçe'de, haçlı seferlerinin tamamını birden ele alan ilk kitap" (s.10). Duru bir Türkçeyle kaleme alınmış. Hemen her sayfada, bilginin kaynağına ilişkin batılı yazarlardan oluşan dipnotlar var.. Doğu'dan üç tarihçiyi esas almış. En çokta İbnu'l Esîr'i.. Okurken önemli cümlelerin altını çizmek gibi alışkanlığınız varsa yanınızdan kaleminizi eksik etmeyin. Çünkü altını çizeceğiniz epey cümle çıkacaktır.

İslam dünyası ile batı dünyasının genel durumu anlatılmış önce. Her iki coğrafyada azınlıkta kalan din ve mezheplerin, konum ve statüleri mukayeseli olarak işlenmiş... Ardından haçlı seferlerinin sebepleri tek tek sıralanmış.. Bize bakan yüzüyle en dikkat çekici sebep, müslümanların kendi içlerindeki mezhep ve iktidar kavgalarının yol açtığı güçsüzleşme... Ve bu iç çatışmalarla güçsüzleşen şark ülkelerindeki zenginliğin, batının iştahını kabartması.. Ne kadar tanıdık değil mi?

Öykü, 1095 'de, Papa II.Urbain'in Vatikan'dan Fransa'ya geçip 300 din adamıyla yaptığı Clermont-Ferrand toplantısıyla başlıyor. On bin askerle 1270 de Filistin'e çıkarma yapan İngiliz haçlılarının mağlup edildiği 9. haçlı seferiyle sona eriyor. 175 yıl süren macerada, kendi halindeki köylü hıristiyanların, papazlar tarafından nasıl vahşet aracı kılındıkları, Avrupa-Kudüs güzergahındaki şehirlerin nasıl yağmalandığı, çocukların öldürüldükten sonra şişlerle kızartılıp nasıl yendiği batılı kaynaklar referans gösterilerek sırayla anlatılıyor. 1096 itibariyle hıristiyan dünyasının en büyük şehri olan İstanbul'un yağmalanması, 1097 de Antakya'nın düşürülüp yağmalanması, 1099'da Kudüs'ün düşmesi ve şehirdeki 70 bin sivilin katledilmesi öne çıkan başlıklar... Tapınak Şövalyeleri... Ve Kudüs fatihi Selahattin Eyyübi... Onlarca kişi adı, yer ismi ve geçtikleri her yerde kan içip vahşet kusan haçlılar.. Bizans imparatoru İshak'ın, kardeşi Aleksis tarafından darbe ile tahtan indirilip gözleri oyulduktan sonra zindana atılması (s. 141) olayında eski bir fars hikayesini hatırlıyorsunuz.. Kan dökmeden ve barış içinde Kudüs'e giren haçlı komutan II Frederic'te (s.148) Selahattin Eyyübi'yi ve Fatih'i...

Peki hiç kusuru yok mu bu kitabın? Elbette var.. Beşer ürünü olan her şey gibi bu eser de kusursuz değil. Kitabın sonuna ayrıntılı bir dönem kronolojisi eklenebilirdi mesela. Kitapta harita olmaması bir başka eksiklik.. Haritasız tarih anlatmak pusulasız kaptanlık yapmaya benzer.. Böyle bir çalışmada, her yüzyıla ilişkin birden fazla harita olmalıydı kanaatimce.. Bunlar kolaylıkla ikmal edilebilecek kusurlar tabii...

Amma, 175 yıl süren haçlı seferleri sırasında, 1.Kılıç Arslan'ın haçlılara karşı 1096'da kazandığı Drakon Savaşı (s.45) dışında Selçuklunun verdiği onca mücadeleye karartma uygulanması anlaşılabilir gibi değil. Dahası, 1176 'da Miryokefalon'da haçlı destekli Bizans ordusunu yenerek bu ülkeyi tapulu mülkümüz kılan 2. Kılıç Arslan'dan, hediyeler karşılığı Haçlıların Anadolu üzerinden Kudüs'e geçişine izin veren komutan (s.131) diye söz etmek "Şarkın en sevgili Sultanı Selahattin'i / Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran" mısralarına kan ağlatmaktır. Bu çirkin iftiranın kaynağı da İbnu'l Esîr... Bu bir yana, yazarımız yer yer kasaba savaşlarını (s.53) bile anlattığı eserinde, tarihin en mühim harplerinden biri olan Miryokefalon savaşının adını bile anmamış nedense? Halbuki, 1176'da Miryokefalon'da ikiyüzbin kişilik Bizans ordusu darmağadın edilmeseydi, ondan sadece onbir yıl sonra yani 1187'de, Kudüs fethedilebilir miydi? O Bizans ordusu, Kudüs'teki haçlıların yardımına koşmaz mıydı? Sırf bu illiyet bağı nedeniyle bile olsa anlatmalıydı o savaşı, hem de bütün teferruatıyla..

Hoca, Selahattin Eyyübi'nin kürt olduğunu yazdığı satırın dipnotunda İbnu'l Esîr dedikten sonra iyice coşmuş. Onun kürt olmadığını söyleyenleri "faşist dürtülerle.. heyezan savuran" (s.104) kişiler olarak nitelemiş. Selahattini Eyyübi, Kürttür, Türktür veya Araptır. Bu konuda bir fikrim olsa da muhteviyatı mühim değil. Çünkü biz onu etnik kökeni nedeniyle değil, Kudüs fatihi olduğu için, zülmün kalesini yıktığı için seviyoruz. Adalet ve hoşgörüsüyle düşmanlarını bile hayran bıraktığı için seviyoruz. Kökenine bakmadan Halid Bin Velid'i, Selmanî Farisî'yi, Zenci muhadram Necaşî'yi sevdiğimiz gibi seviyoruz.

Sevmek sahiplenmeyi getirir. Yedi uyurları sevenlerin, dünyanın 33 ayrı yerindeki mağarayı "gerçek ashab-ı kehf burasıdır" diye takdim etmesi, Yunus Emre'nin mezarının dokuz ayrı yerde bulunması nasıl faşist dürtülerle savrulmuş hezeyanlar değilse, Selahattin Eyyübi'yi sahiplenme saikiyle, etnik kökenine ilişkin farklı görüşler serdetmek te öyle tezyif edilecek bir davranış biçimi değildir. Hele de farklı düşünenlerin arasında, sosyoloji ilminin kurucusu olan İbnî Haldun gibi bir deha varsa...

Onu da geçtik. Barış ve kardeşlik vurgusuna en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde ajite edici sözler sarf etmek, "haçlı seferlerinin en önemli sebebi olarak mezhep ve iktidar hırsından kaynaklanan kardeş kavgalarımızı gösteren" bir söylemle bağdaşmamış. Üstelik bu talihsizlikler, kitabın bütünü üzerindeki inandırıcılığa da gölge düşürmüş.

33 telif esere ve çok değerli çevirilere imza atmış olan Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, kitabın sonraki baskılarında bu eleştirileri dikkate alır mı? Bilmiyoruz. Ama böyle de kalsa okunmaya değer... Ne de olsa "içinde biraz yalan, biraz abartı bulunmayan tarih tad vermez" derler.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Alev Almak Üzere

Aşiyan sessizleşmiş, alev durmaz su içer,
Yeryüzü, cemalinden cüda kalmak üzere.

Ağaçlar dona kaldı, gelen çiy faslı mıdır?
Gittikçe mahmurlaşan gurup dalmak üzere.

Cıvıltılar azaldı, sular şimdi batacak,
Ufukta bir hüzün var, hayat solmak üzere.

Acı bir tebessümle süzülürken bakışlar,
Gölgeler, karanlığa teslim olmak üzere.

Kasvetli lahzasında, o kâşane bağında,
Katre katre gözyaşı, kadeh dolmak üzere.

Aşka ömür verenler, ufukta gark olurken,
Bir şair, gonca gülden alev almak üzere.

Mehmet Taştan

2 Ağustos 2013 Cuma

Şiir bumerang gibidir (*)

Yeni kitabınız “Yağmur Islıyor Beni” adıyla çıktı. Bu ad nasıl doğdu?
Aslında epey zamandan beri, bir yandan şiir yazarken, öbür yandan “kitabın adı ne olabilir” diye düşünüyordum. Bu süreçte, kafamda birkaç isim belirdi. Ama bir süre sonra o isimlerin bende, ilk duyuştaki etkiyi bırakmadıklarını fark ettim. “Yağmur ıslıyor beni” adını düşünmeye başladığımda, bu da diğerleri gibi bir süre sonra sıradanlaşacak mı diye bekledim. Öyle olmadığını, geçen zamana rağmen tazeliğini koruduğunu görünce de, bu isimde karar kıldım. Ve böylece kitabın adı: “Yağmur Islıyor Beni” oldu.

Kitabınızı henüz okumamış olanlar için nasıl tanımlarsınız?
Berikan Yayınevi'nden çıkan kitap 120 sayfa. İçinde 74 şiir var. Ağırlık hece şiiri. Sadece yedisi serbest. Şiirlerimde insanın içindeki dünyayı, dünyanın içindeki insanı anlatmaya çalıştım. Ve kaşıktaki iki damla yağı dökmeden mutluluk gizinin izini sürdüm.

Fizan, Babil, Bedesten gibi birçok şiirinizde lirik bir üslup, zengin bir içerik var. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? O tür şiirleri yazmak için ön hazırlık yapıyor musunuz?
Kendimi geliştirmek ve kaliteli ürünler verebilmek adına devamlı okurum ama belli bir konuda şiir yazmaya karar verip, hazırlandığım hiç olmadı. Tabii belli bir dönem yoğunlaştığım konularda şiirsel duyuşlar hissetmeye başlayınca oturup o konuda şiir yazarım. O olur. Ama önce karar, sonra şiir olmaz. Zaten içselleştirilmemiş bir bilginin şiire dönüşebileceğine de pek ihtimal vermem. Ama şiir şekillendikten sonra, içinde tereddüde düştüğüm bir bilgi varsa, emin olmak için mutlaka test ederim.

Kitabınızın ağırlıklı konularından biri aşk. Sizce aşk nedir?
Bütün mesafelere anlam kazandıran Greenwech’in yerine sevgiliyi koyup, O’na doğru yürümektir. Her şeyde O’nu görmek, hayatı onun bakışlarında yaşamaktır. Belki buna, kendinden uzaklaşıp, onda kaybolmakta diyebilirsiniz. Ama ben tersini söylüyorum. Çünkü kayboluş denilen şey, aslında rafine bir var oluştur. İnsanın, sevgilide kendisini gerçekleştirmesidir. Aşkın çeşidi ilahi olmuş, beşeri olmuş fark etmiyor. Goethe’nin dediği gibi aşk terbiye ediyor insanı.

Şiirlerinizde zaman kavramı önemli bir yer tutuyor? Zamanla niçin bu kadar ilgilisiniz?
Safiye Sultan’a atfedilen bir söz vardır. Der ki, “tek sana sözüm geçmez cellâdımsın ey zaman.” Gerçekten öyle… Hep o bize hükmeder. Sevinçli anlarımızda durdurmak istediğimiz zaman, bir yakınımızı kaybettiğimizde, şok acılar yaşadığımızda içinden çıkmak için çırpındığımız bir kâbus olur. Öylesi zamanlarda peygamberlere özgü şeyler gelir aklımıza. Mucize yani… Bir mancınığa konup yaşadığımız zamanın dışına fırlatılmak isteriz... Olmaz tabii… Geriye tek şey kalır, zamanın geçmesini, acıların mayışmasını beklemek. İşte, zamanın bu gücü çekiyor beni. O yüzden giriyor şiirlerime…

Türkçeyi çok iyi kullandığınız, sizi okuyan herkesin kabul ettiği bir gerçek. Peki, bunun sırrı nedir? Nasıl bir dille yazıyorsunuz, bir kelimeyi şiirinizde kullanıp kullanmama ölçünüz nedir? Yeni sözcüklere bakışınız nasıldır?
Şiir yazarken şu dili kullanayım, bu dili kullanayım diye bir ayrıma gitmiyorum. Bir şiirin rüyasını hangi dille görmüşsem o dille yazıyorum. Sadece terkiplerden ve telaffuzu zor olan ya da şiirsel olmayan kelimelerden kaçınıyorum. Dilin tabii akışı içinde değişip yenilenen kelimelere de bir itirazım yok. Hatta bu değişim zoraki bile olsa, üretilen yeni kelime arızasız ve ahenkliyse, ona da evet. Ama kökeni ne olursa olsun, milletin diliyle ıslanıp yeniden şekillenmiş, böylece bizim olmuş, insanımızın çağlar üstü hafızasıyla kalitesi test edilmiş kelimelere, sırt dönmeye de gönlüm razı değil. Üstelik şair olarak Türkçeye karşı bir sorumluluğum da var benim. Hem şarkılarımıza, deyimlerimize yerleşmiş kelimeleri nasıl atarız? Şarkıdaki “bir ihtimal daha var” mısraını “bir olasılık daha var” diye değiştirmek mümkün mü? “Endamının hayalini gözlerimden silemem” mısraını imha etmeye gönlünüz razı olabilir mi? Selimiye’yi, Aspendos’u, Sümela Manastırını çağımıza ait değil diye yıkmak gibi bir şey bu…

Şarkı ve türkülerin de birer güftesi olduğunu düşünerek sorarsak, bir duyguyu ya da bir sevgiyi ifade etmenin en iyi yolu şiir midir?
Bu soruyu, şair kimliğimle, kolayca evetlerim ama bu cevap objektif olmaz. Çünkü hissettiklerimizi estetik kılarak dışa vurmaktan söz ediyorsak, o zaman şunu söylemeliyiz ki, önemli olan o duyguyu ifade etmek için aracı kıldığımız sanatın türü değil, sanatçının ufkudur. Zira sanatın başka dallarında da, sevgiliye adanmış muhteşem eserler verildiğini görebiliyoruz pekâlâ.

Örnek vermenizi istesek?
Örnek... Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Üstat Kalesi” dâhiyane bir şeydir… Mimar Sinan’ın, Mihrimah Sultan için yaptığı camiler hakeza… Ki bunu biraz açmak istiyorum: Sinan, Sultan’a âşık olur. Kehlesi yok diye mi bilmiyorum ama alamaz O’nu. Unutamaz da. Tutar, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan camiini inşa eder. Bu camii, etek giymiş kadın gibidir. Gel zaman, git zaman Sultan yaşlanır ama Mimar’ın gönlünde hep genç kalır. Üstelik aşk gözünü öylesine kör etmiştir ki, bu defa padişahtan izin bile almaz; bu kez Edirnekapı’da, Mihrimah Sultanın adına ikinci camiyi yapar. Camilerin tek özelliği sevgilinin adını taşıması değildir elbet… Konumlarını öyle bir ayarlar ki, Mihrimah Sultan’ın her doğum gününde, Edirnekapı’daki camiin minaresinde güneş batarken, Üsküdar’daki çift minarenin ortasından ay doğuyor. Bilirsiniz, Mihrimah, güneş ve ay demektir. Kıyamete kadar sürecek bir tablo bu. Zannımca bu tablonun bize söylediği başka şeyler de var. Ama şimdi onlara girmeyeyim. Sadece şunu söyleyeyim. Kendisi için ihtişamlı bir türbe yapmaya muktedir olan O koca Sinan ölünce de, vasiyeti üzerine sevgilisinin yattığı Süleymaniye haziresinde mütevazı bir yere gömülür. Bu ne aşk! Bu ne ihtişam!

Gerçekten öyle… Sizin poetikası olan bir şair olduğunuzu biliyoruz. Şiiri his ve ahenk olarak mı görüyorsunuz yoksa bir kısım şairlerin yaptığı gibi ona belli bir misyon yada fonksiyon yüklüyor musunuz?
Tamam, “melali anlamayan nesle aşina değiliz” mısraına hiçbir itirazım yok. Her gerçek şairin, bu kıvamda şiirleri olmalıdır elbette. Nedim’in, “Dâim arayan bulsa civanım seni bende / Bir gonca gül olsan da senin gülşenin olsam” ya da Yahya Kemal’in “Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene / Biz sen de olmasak bile sen bizdesin yine,” mısralarına kim ne diyebilir ki… Valery’nin “asıl sanat eserinin, kendi varlığından başka bir gayesi yoktur” sözü de kulağa çok hoş geliyor. Ama denir ki “vizyon abartılırsa illüzyon olur.”
Akif’in, Çanakkale şehitleri için yazdığı o muhteşem eseri çekerseniz, o destanın aşk boyutu anlaşılmaz. Ya da Muhibbi’nin, Ziya Paşa’nın mısraları ezberimizin bir parçası olmuşsa, hüküm ve hikemiliği şiirden çıkarıp atamayız. Atmamalıyız da. Yani şiir, insanın içindeki dünyaya hitap ettiği gibi, dışındaki dünyaya da hitap edebilmeli, sosyal meseleler karşısında da bir duruşu olmalıdır. İstiklal marşının kurtuluş harbinde yaptığı gibi belli bir sosyal fonksiyon üstlenebilmelidir. Şiirin böyle bir görevi ve işlevi vardır. Ancak belli bir ideolojinin emrine girmemeli, slogana dönüşmemelidir. Yani şiir fişek gibi olmalı yakmalı okuyanı ama kurşun asker olamamalıdır.

O zaman şöyle soralım, konu ve şekil bakımında şiire bakışınız nasıldır?
Dante’nin dediği gibi “insanım, insanla ilgili hiçbir şey bana yabancı değildir.” Dünyanın merkezi insandır ve “her insan bir dünyadır.” Şair, nazarını her iki dünyaya çevirebilmeli, duygusal ve sosyal varlık olarak insanı, onu kuşatan süje ve objeleri duyarlı bir bakışla şiire dönüştürebilmelidir. Bunu yaparken bazen gördüğü ihtişam onu esir alacaktır; bazen onun bakışları, maruz kalanı muhteşem kılacaktır. Yani çirkin ve absürt olmayan her şey şiirin konusu olabilir. Şiirin hangi tarz ve formda yazılacağı meselesine gelince, geçmişin hafızası geleceğin sırrıdır. Şair kendi geleceğini ancak şiir kültürünün ortak hafızasından beslenerek kurabilir. Şiir akımlarının ortaya koyduğu birikimlerden, vezinlerden, edebi sanatlardan yararlanabilir. Yeter ki, o konu ve tarz çeşitliliğinde dolaşan şairin özgün üslubu fark edilebilsin. Ancak geçmişi anlamakla, geçmişe takılıp kalmak arasındaki farkı da doğru okumak gerekir. Bu manada şiirimi, klasik tasnifler içinde bir yere oturtmayı, belli bir biçim ya da konuya hapsetmeyi kabul edilebilir bulmuyorum. Bu kalıpları aşıp, yakınla uzağı, hal ile hayali, geçmişle geleceği, fert ile toplumu tutarlı bir bütünlük içinde şiire dönüştürmeye çalışıyorum.

Şairi için, kendi şiiri ne anlam ifade eder?
Bumerang gibidir. Önce şairini vurur.

(*) Mehmet Taştan'la, Gökhan Pirinççi tarafından yapılan röportaj Olur Dergisinin Nisan 2010 sayısında yayınlanmıştır.

5 Temmuz 2013 Cuma

Kelimelerin Büyücüsü (*)

Edebiyata nasıl başladınız, ilk ilgi sizde ne zaman ve nasıl uyandı?
İlkokul beşinci sınıf öğrenciydim. Aile çevresinden birinin yazmış olduğu bir şiir benim de bulunduğum bir ortamda okunmuş; dinleyicilerin genel beğenisini toplamıştı. Bu durum bende şiir yazma arzusunu doğurdu.O şiirden yola çıkarak ölüm üzerine yazdım ilk şiirimi… Bir zaman sonra imha ettiğim o şiir denemesi hayal meyal hatırladığım kadarıyla etkilendiğim metnin açık izlerini taşıyordu.
Daha sonra nadiren şiir denemesi yapsam da genel olarak öyküye yöneldim. Birbiri ardınca öykü denemeleri yazmaya ve mahalli basında yayınlamaya başladım.

Peki, şiirde ne zaman karar kıldınız?
16–17 yaşında… Ben lise sondayken Erzurum ili genelinde açılan liseler arası “Çanakkale Zaferi” konulu şiir yarışmasında birinci seçilmem, bundan üç yıl sonra da Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde düzenlenen “tabiat” konulu şiir yarışmasında birinci gelmem beni bir daha kopmayacak şekilde şiire bağladı. 20 yaşındayken yayımlanan İnsan Boşluğu adlı ilk şiir kitabım, şiire ilgimi zamana karşı dayanıklı kıldı.

Yayınlanan ilk yazınız ve bu yayınlanıştan duyduğunuz haz?
Lise birinci sınıf öğrencisiyken, psikolojik roman yazarı Peyami Safa’yı seri halde okumanın verdiği tesirle, bir üniversite öğrencisinin bunalımlarını konu alan “bir gece” adlı öyküyü yazmış ve yayınlanmak üzere Erzurum’da mahalli bir gazeteye vermiştim.

Ertesi sabah gazetenin matbaasına erkenden gidip o günkü nüshada, öyküyü ve ismimi gördüğümde bir hoş olmuştum. Gazeteyi kaptığım gibi çıktım. Büyük bir gurur ve heyecanla okula doğru giderken birilerinin beni durdurup “öykünü okudum çok güzeldi” demesini kurdum. Asla gerçekleşmeyen bu hayal okula girinceye kadar sürdü.

Üç veya dördüncü derse kadar bekledim ama sınıftan da hiç kimsenin -o güne kadar benimde okumadığım- gazeteyle ilgilenmediğini esefle fark ettim. Sıra arkadaşım görsün diye o sayfayı açarak -birçok yazım hatalarıyla dolu- öyküyü okuyormuş gibi yaptım. Ama nafile, ya görmedi ya da görmezlikten geldi.

O gün beni dışarıdan kimse kutlamamıştı ama şimdilerde gülerek hatırladığım yayınlanan ilkyazımın anısı oluvermişti.

Bizim eskilerden (divan edebiyatı) okuyup sevdikleriniz?
Toptancı ve idolleştirici yaklaşımları sağlıklı bulmuyorum. Bu itibarla divan edebiyatından şu kişiyi çok seviyorum tarzında bir şey söyleyemem. Ancak, Eliot’un dediği ve şiir otoritelerinin paylaştığı bir tez vardır: “şair geçmişin ruhunu mutlaka bilmeli ve geliştirmelidir.” Yani, farklı ve özgün bir şey üretebilmek için eskinin ne olduğunu bilmek gerekir. Ben de bu anlayışla köklü şiir geleneğimizden istifade etmeye çalıştım. Sembolleriyle, tasvirleriyle, aruz vezniyle, kafiye yapısıyla aliterasyonlarıyla muhteşem bir armoni oluşturan divan örneklerini hala okurum.

Elbette, divan şiirinin duayenlerini ve Tanzimat sonrasında ismi öne çıkmış şairleri daha çok tekrar ettiğimi söyleyebilirim.

Genç kuşağın en kuvvetli şair ve yazarları kimlerdir? 
Kaliteyi yakalayabilme adına şiir okurken kimin yazdığına değil, ne yazdığına bakarım. Bazen ünlü bir şairin beğenmediğim şiirleriyle karşılaşabildiğim gibi, sıradan bir şairin beni çok etkileyen bir şiiriyle karşılaştığım da olmuştur.

Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Nazım Hikmet, Necip Fazıl bu seriden şu an aklıma gelen güçlü isimler olsa gerek.

Geçen asırda doğup milenyuma uzanan Sezai Karakoç, Atilla İlhan gibi şairleri, Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, İlber Ortaylı gibi yerli yazarları daha bir takdir ettiğimi söyleyebilirim.

Bende özel bir yeri var dediğiniz bir şiir ya da şair var mı?
Şairi tarafından yasaklanmasına rağmen, çeşitli usullerle çoğaltılıp 40 yıldır elden ele dolaşan Sezai Karakoç’un “Mona Roza” adlı aşk şiiri birçok şiir sever gibi benim için de özeldir. Beğendiğim şairler vardır ama “idolleştirdiğim” şair yoktur.

Şimdiki dil akımını nasıl buluyorsunuz?
Şair, Kaf dağında oturan bir masal kahramanı değil mensubu olduğu toplumun kültürüne, diline, deyimlerine, atasözlerine, türkülerine, şarkılarına, halk edebiyatına muttali bir aydındır. Bu sıfatla ve “ideolog” kimliğine bürünmeden milletinin dilini en doğru şekilde ve onu geliştirecek biçimde kullanmalıdır. Okuyucunun yüreğinde makes bulacak kelimeleri tercih etmelidir.

Mesela aşkın yerini tutacak bir başka kelime yoktur. Şair bu kelimenin yerine başka bir şey koymaya kalkarsa doğacak sonuç okunmamaktır, ezberlenmemektir. Yahya Kemal der ki “hafızada kalmayan mısraın kulağından tutup atıver gitsin.” Hafızada kalacak mısralar Türkçenin en duru şekilde kullanıldığı mısralardır.

Açıkçası şiir dilinde standardı bozacak aşırı örneklerle karşılaştığımı söyleyemem. Hangi kesimden olursa olsun şairlerimiz genellikle Anadolu insanın anlayıp kabul edeceği bir dili kullanmaktadır. Tabii bir şiirde her okuyucunun anlamayacağı türden birkaç kelime veya sembolün kullanılmasını da normal, hatta öğreticilik adına gerekli görüyorum.

Şiirlerinizi nasıl yazarsınız?
Önce günlük faaliyetlerimi ifa ederken yani konuşurken, yürürken, düşünürken şiirsel duyuşlar hissederim. O duyuşlar insicam halinde hafızamda şekillenir. Bir veya birkaç mısra olur. Unutma pahasına da olsa gün içinde yazmam onları. Gece el ayak çekilince bilgisayarımın başına geçer ve yazmaya başlarım. O sırada “Büyük Türkçe Sözlüğüm” mutlaka yanımdadır. Şiir bittikten sonra ihtiyaç duyuyorsam sözlükle dil testi yaparım. Ardından acaba o şiiri yalnızca o an ki ruh haliyle mi beğendim, yoksa duygu değişimine uğradığımda da hoşuma gidecek mi diye, tıpkı içine maya çalınan süt gibi dinlenmeye koyarım. Birkaç gün geçtikten sonra bu ürün hala hoşuma gidiyorsa birikimine güvendiğim bir iki kişinin değerlendirmesine sunarım. Bu badireler de aşıldıysa, artık o şiir benim içim vardır.

Konu arar mısınız ve sırf yazmak isteğiyle masa başına hazırlıksız oturduğunuz olur mu?
Şiir yazmak için çarşıda ürün arar gibi konu aramam ama kapımdan içeri giren konuyu iyi ağırlamaya çalışırım.
Özelikle şiir yazmak isteğiyle, o ruh atmosferini yakalamadan masa başına oturmuşsam şiir yerine işporta malı üretip masadan başarısızlıkla kalkmışımdır. Kısa bir süre sonra da o ürünü imha etmişimdir.

En çok hangi yazarları okudunuz? Hangisinin etkisinde kaldınız?
Yaklaşık 25 yıldır okurum. Hal böyle olunca hangi yazarları daha çok okuduğum konusunda net bir cevap vermem sağlıklı olamayabilir. Diğer alanları bir tarafa bırakıp sorunuzu şiir ve roman ekseninde ele alırsak, okuduğum yerli şiir sayısı tercüme şiir sayısından, yabancı roman sayısı da yerli roman sayısından çok çok fazladır.
İlk şiirlerimde Necip Fazıl, Faruk Nafiz, Cemil Meriç, Peyami Safa ve Sezai Karakoç’un tesirinde kaldığımı düşünüyorum.

İlk şiirlerinizle şimdikiler arasında ne gibi bir ayrılık görüyorsunuz; edebiyat anlayışınız zamanla ne gibi değişikliklere uğradı?
1987’de “İnsan Boşluğu” adlı kitabın yayımlanması şiirim için bir dönüm noktası oldu. Sıçrama yapabilmek için şiiri daha kapsamlı şekilde ele almaya başladım. Şiirimin arka bahçesini oluşturan kültürel zenginlik adına şiir dışı alanlarda da bolca okudum. Dil, tarih, coğrafya, din, sosyoloji hatta mitoloji konularında kendimi geliştirdim. Batı resim sanatı ve onun izdüşümü olan doğu sanatları üzerine yoğunlaştım. Atasözleri, deyimler, türküler ve şarkılar üzerinde itinalı bir şekilde durdum.
Bu süreçle oluşan ufuk genişlemesi, kelime zenginliği, konu çeşitliliği tabii olarak daha donanımlı ve kaliteli ürünler doğmasına yol açtı.
Yani emek verdim şiire. Fuzuli’de diyor ya “şiirin % 99’u emek, % 1’i ilhamdır” diye. Eski şiirim ile yeni arasındaki fark budur.

Edebiyatımızın gelişimi için neleri gerekli görüyorsunuz?
Edebiyatçının hammaddesi kelimedir. Sözlüklerimizdeki kelime sayısı ne kadarsa hammaddemiz o kadar demektir. Gelişmiş batı dillerinde 300 bin kelimelik sözlüklerden söz edilirken, bizde bu sayı 60–70 binde kalmaktadır. Bu nedenle öncelikle değişik lehçeler taranarak ortak ve şümullü bir Türkçe sözlük yapılabilir.
Atasözlerimizin, deyimlerimizin kullanımına özel önem verilebilir. Kendi klasiklerimizin öğrenilmesi sağlanabilir. Yani, dikey ve yatay anlamda bize ait ne varsa bütün bunlar topluma öğretilmelidir. Bu yapılırsa sanatçı bu toplumsal standardın üzerine çıkmaya gayret edecek ve daha iyiye, evrensele yönelecektir.
Bu bağlamda denebilir ki, tarihsel derinliği olmayan milletlerin edebiyatı da yoktur. Bu anlamda Rus, Alman, Fransız Edebiyatı vardır ama Amerikan Edebiyatı yoktur. Amerika'nın teknolojisi ve sineması vardır.
Sanat bir gelenek işidir. Köklü bir geleneğimiz olduğu için şiirde, nevzuhur olan romana ve tiyatroya göre Dünya Edebiyat Tarihi bakımından çok daha iyi bir yerdeyiz.
Bu nedenle, kendi toplumsal değerlerine vakıf olmalıdır edebiyatçı.
Yetmez! Dünyayı en azından alaca karanlıkta fark edebilecek kadar tanımalıdır.
Yani edebiyatçı bir ayağını yaşadığı coğrafyanın üzerine koyup diğer ayağıyla bütün dünyayı dolaşabilmelidir. İşte o zaman edebiyatımız daha süratli adımlarla gelişir diye düşünüyorum.

Kendi kuşağınızın şiir kavramı ve kuramı nedir diye sorsak cevaplayabilir misiniz? Ya da söyle söyleyelim; sizin kuşağın şiir kuramı oluştu mu? Yoksa oluşma aşamasında mı? Eğer bu kavram ve kuram oluştuysa hangi öğeleri içeriyor?
Dil akımı ve edebiyatın gelişimi üzerine sorduğunuz sorulara verdiğim cevaplar sanırım bu sorunun cevabında da önemli yer tutacak. Şiir adına bir bildiri sunabilmek için onun kuvvetli bir arka bahçesine sahip olmak gerekir. Teorilerimiz genelde eylemlerimizden yana tavır koyar. Bu itibarla ben diyorum ki şiir, eskiyi bilerek ama ona takılıp kalmadan yeniyi arzulayarak, konuyu orijinal bir formla ve güçlü enstrümanlarla çalma sanatıdır. Bir arı ne kadar çok çiçekten beslenirse balı o kadar güzel olur. Şair de ne kadar zengin bir kültürel donanıma sahip olursa, şiirinin o oranda kaliteli olma şansı vardır. Şiirde konu ve şekil meseleleri daha detay sorunlardır.
Tabii, Poetika’nın, bir şairin bütün yazdıklarının savunması olduğuna; bu nedenle çok mühim bulunduğuna işaret edip daha geniş bir zamana erteleyelim isterseniz bu konuyu.

Peki, sizce bir sevdayı en iyi anlatan şiir yazıldı mı?
Bir şair der ki “Aşkın bir yolu vardır / Her yaşta başka türlü geçilen.” Eğer bir kişi bile her yaşta aşkın yolundan başka türlü geçiyorsa, farklı insanların sevdalarını birbiriyle kıyaslayıp hangisini anlatan şiir daha güzel diye bir soruya cevap vermek imkânsız… Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin’in aşklarını da birbiriyle mukayese etmek veya bunlar üzerine yazılan şiirleri kıyaslamak beyhude iş diye düşünüyorum.
Profesör İskender Pala’ya göre, Leyla ile Mecnun aşkını en iyi anlatan şiir Fuzuli’nin o ünlü kasidesidir. Bu sözün üstüne söz söylemek bana düşmez herhalde.

Şair kime denir, kimdir şair?
Şair içinde yaşadığı toplumun kültürel değerleriyle beslenen ve beslendiğini hisseden, ondan aldığını farklı ve estetik kılarak ona iade edebilen bir aydındır.

Şiirin toplumsal işlevi üzerine ne düşünürsünüz?
Şiir diraje sözdür. Sözün şifresidir. Bu itibarla duyguların en konsantre şekilde ifade edilmesini sağlar. Dilin gelişimini temin eder. Toplumsal anlamda ve duygusal bağlamda iletişim aracıdır. Daha iyiye ve daha güzele uzatılmış bir zeytin dalıdır.

Şair aynı zamanda hayat adamıdır? Hayatı yakından tanır, insanların nabzını en doğru şekilde ölçer ve kimi şairler birikimini romanlara döker. Hiç roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Lisede öykü yazarken ileride roman yazmayı düşünüyordum. Ancak her işi yarım yamalak yapmaktansa, bir işi en iyi şekilde yapmanın daha doğru olacağına inandığım için, diğer alanları bırakıp şiire yöneldim. Bu nedenle roman yazmayı düşünmüyorum.
Şiirde de, yalnız benim okuduğum 100 şiirin şairi olmaktansa, 100 kişinin beğendiği bir şiirin şairi olmayı tercih ediyorum. O nedenle az yazıyorum.

Genç şair adaylarına neler önerirsiniz?
Öneride bulunmak mevkiinde görmüyorum kendimi. Ama bu işin heyecanını duyan biri olarak diyebilirim ki, ne yazarsak yazalım yanı başımızda mutlaka iyi bir Türkçe sözlük bulunmalı. Bolca okumalı ve iyi bir gözlemci olmalıyız. Yazdığımız anın heyecanı dindikten sonra onu gözden geçirmeliyiz. Şiirimizi yayınlamadan önce birikimine itibar ettiğimiz kişilerin eleştirisine sunmalıyız.

Sizce nasıl bir şiirdir yaşamak?
Müsveddesi olmayan bir şiirdir yaşamak.

(*) Mehmet Taştan'la, Yener Ekinci tarafından yapılan röportaj 27.06.2006 günü Adana-Zirve Gazetesinde yayınlanmıştır.