12 Şubat 2016 Cuma

Buzlardan Rüya Şehir / Mehmet Taştan

        Yıl 1974. Yer, iletişimin yerine muhabbetin, bilginin yerine hikmetin, başarının yerine saadetin hüküm sürdüğü şehir: Erzurum... Yenişehir, Dadaşkent gibi uydu semtlerinin henüz hiçbiri yok... Mahalle arası evlerin, hatırı sayılır bir kısmı ahşap... Yüreğine bir kama gibi saplanan, devasa beton yığınlarının sayısı oldukça az... Bunlardan en dikkat çekeni, Gez mahallesindeki 14 katlı bir bina... Demirevler'de olduğu gibi iki-üç katlı betonarme yapılar var ama onlar da camilerin, medreselerin siluetini bozacak boyda değil... Bir caddenin kenarında oturup, yoldan geçen arabaları şaşırmadan sayabilirdiniz. Çünkü motorlu araç sayısı çok azdı... İstisnalar dışında, kimsenin özel aracı olmadığı gibi, böyle bir derdi de yoktu... Şehir içinde, tek ulaşım aracı her duraktan büyük bir gürültüyle kalkan belediye otobüsleri ve küçük balıklar gibi onlara eşlik eden minibüslerdi. Caddeleri, "emi, emi arkaya kamçı" diyerek arkasından bağrıştığımız faytonlar süslüyordu... Bir de sineklikli kapılarından, mis gibi döner kokusu yayılan lokantaları vardı o eski Erzurum'un...                                                                                                 
         Ve ben yedi yaşındayım. Şimdiki çocukların, yumurtadan başlarını çıkardıklarında iç içe yaşamaya başladıkları, internet ve cep telefonlarının yokluğu bir tarafa, günün birinde böyle şeylerin icat edileceğinden bile bihaberiz. Mekanik iletişim adına sadece sabit telefonlar var. O da iki üç sokakta, bir evde belki... Tek kanallı, siyah-beyaz  bir televizyondan, haftada birkaç gün yayın yapılıyor. Televizyon da evlerden ziyade, daha fazla müşteri çekebilmek için kahvehanelerde yaygınlaşıyor... Bizim evde ikisi de yok mesela...

O yıllarda bizim evimizdeki tek mekanik ses, radyo... O da saat 19.00 ajanslarında babama, onun dışındaki zamanlarda bize tahsisliydi. Tam olarak ne zaman başladı bilmiyorum ama hafta içi her gün saat 10.00'da başlayıp 15-20 dakika süren arkası yarın programları, uzun süre gözdemiz olmuştu bizim...

            Kıbrıs Barış Harekâtının yapıldığı günlerde, radyoda "Yunan ordusu Kütahya ve Eskişehir'i işgal edip Ankara'ya doğru ilerlemeye başladı" şeklinde bir haber duydum. Panikle diğer odadaki ablamın yanına koştum. Bu kötü haberi ona yetiştirdim.  "Nasıl olur savaş Türkiye'de yapılmıyor ki" dedi ama belli ki onun da canı sıkılmıştı. Radyonun bulunduğu odaya geçtik. Haber hâlâ devam ediyordu. Büyük taarruz için hazırlıkların başladığından söz ediyordu. Gülerek bana baktı: "bu savaş şimdi değil, eskiden olmuş, sonunda biz kazanmışız" dedi. Sevindim.
            
            Şairliğime açılan ilk kapı

        Okul başladığında Türkçe'den önce matematiği sökmüştüm. Eğer üçüncü sınıftayken, matematikte okulun en iyilerinin dahil edildiği programa beni almasalardı, ne okumayı severdim, ne de edebiyatı... Olay şöyle oldu: Sabahcıydık, öğlede paydos zili çalınca, herkes evine giderken, biz okulda kalıyorduk. Her gün öğleden sonra, uzman heyetin bize verdiği test kitaplarındaki soruları çözüyorduk. O test, o gün bitiyor, ertesi gün bir başka test veriliyordu. Testlerin hepsi matematik değildi. Hatta belki çoğu değildi. Büyük bir kısmı mantık, şekil, dikkat sorularıydı. Bu iş, Gazi İlkokulunun, merdivenleri elle tutunarak çıkılan, çatı katındaki kütüphanesinde yapılıyordu. Testi erken bitiren öğrenci serbest kalıyordu. İşte o şato gibi kütüphaneye böyle dadandım. Test başlamadan önce veya bittikten sonra bir masal kitabı alıyor, iştahla okuyordum. Bu şekilde başlayan kitap okuma tutkum bir daha da silinmedi. Belki önceleri lüzumsuz, gereksiz şeyler okudum ama onlar bana palet vazifesi gördü. Sanıyorum, okuma alışkanlığı kazanmama ilişkin bu öykü yalnızca benim değil, ait olduğum neslin ortak hikâyesidir.    
        Sahneye de ilk kez o sene çıktım. Aylardan mayıstı. Okulun, sac kemer tavanıyla soba borusunu andıran tiyatro salonunda, yıl sonu müsameresi yapılıyordu. Ben de tek kişilik, kısa bir oyun sunacaktım. Heyecanla o anı bekliyordum. Bir ara sordum: “Öğretmenim, ben ne zaman çıkacağım?”  “Hemen gel” demez mi? O sırada, bir sonraki toplu gösteriye hazırlık yapıldığı için sahnenin perdesi kapalıydı. Öğretmen, mikrofonu elime tutuşturdu. İki kanatlı kadife perdeyi hafifçe aralayıp beni öne geçirdi. Bir anda kendimi, gözleri bana odaklanmış kalabalığın karşısında buldum. Seyirciler arasında annemi görünce epey rahatladım. Elimde kocaman bir baston… Bağırıyorum: “Kayıp baston! Kayıp baston!..” Derken, 3-5 dakika sonra oyun bitti. Sıra sahneden ayrılmaya geldi. Ama perdenin birleşme noktasını  bir türlü bulamıyorum. Gidiyorum, açılmıyor. Kafam, kadife perdenin kıvrımlarına gömülüyor. Tekrar deniyorum, yine olmuyor. Pileler içinde kayboluyorum. Salon gülmekten kırılıyor. Bir utandım, bir utandım sormayın gitsin. Neyse ki içeriden bir el beni çekip aldı. 

      Gazi İlkokulu deyince, öğretmenimiz Ayşe Çağlıyan'ı hayırla yad etmeliyim. Güzel ve zarif bir hanımdı. Sevdirerek öğretir, korkutmadan saydırırdı.

        Ve bir akşam, evde yaramazlık yaparken, annemin söylediği bir çift söz, bana yeni bir ufuk açtı. "Oğlum babana söyle, sana Şah İsmail'i anlatsın, çok güzel anlatır" dedi. Kuşkusuz bu sözü, evi elli altıya veren oğlunun uslu durmasını sağlamak için söylemişti. Annemin o tatlı yüzüne baktım; her zaman ki gibi samimiydi. Babamın dizinin dibine çöktüm. Anlatmasını istedim. Önce nazlandı. Yorgunum dedi. Israr ettim. Ve söze girdi. Giriş o giriş... Şah İsmail ile başlayan öykü dinleme seanslarım haftalarca devam etti. Köroğlu, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber, Ercişli Emrah hikayeleriyle sürüp gitti. Tabii yalnız hikayeleri değil, o muhteşem sesiyle öykülerdeki Türküleri de seslendiriyordu:

               "Kendahar'dan geldim murad almaya,
                Aman Arap aman incitme beni"

            Sanıyorum bu öyküler ve türküler, şairliğime açılan ilk kapı oldu. O öyküleri dinlemeye başladıktan bir süre sonra, Habip Baba Türbesi'nin önündeki seyyar kitapçıya uğramaya başladım. Yaşanmış aşk hikâyelerini alıp okumak için... Yusuf ile Züleyha gibi, Leyla ile Mecnun gibi...

           Çok zaman sonra öğrendim ki, babam o hikâyeleri, İkinci Dünya Savaşı yıllarında dört yıl askerlik yaptığı, Bulgar Hududunda, okuyarak ezberlemişti.

            Bütün çocuklar için zorunlu olan ilkokul beş yıldı. Tek öğretmen tarafından okutulan bu okula, beyaz yakalıklı siyah önlüklerle gidilirdi. Erkek çocukların saçları genellikle üç numarayla traş edilir; uzanan saçlar yapılan ikaza rağmen kesilmemişse, öğretmen tarafından derinden makaslanır; üç numaraya vurdurmak kaçınılmaz hale gelirdi. Sınıflarda haftalık tırnak ve mendil kontrolü yapılır, çocuklara temizlik alışkanlığı kazandırmaya çalışılırdı. Okullarda dayak serbestti. Çok vahim bir durum olmadıkça, çocuğunu dövdüğü için öğretmenden şikayetçi olmayı, veliler aklından bile geçirmezdi.  Öğretmenlerin yalnızca derste değil, ders dışında da öğrenciler üzerinde evebeyvne yakın bir ağırlığı vardı. Okulun dışında bile olsa, bir öğrencinin bir yanlış hareketine rastlanmışsa, bu eylemden dolayı, öğretmen ya da idare hesap sorulabilirdi.

           Sosyal derslerin bazı konuları bakımından iki farklı zihin dünyamız vardı: Okula ait doğrular, eve ait doğrular... Mesela, 27 Mayıs okula göre bayram, eve göre yas günüydü. Okulda öğrendiğimiz bilgileri her yerde paylaşabilirdik ama böylesi konularda büyüklerimizden dinlediğimiz bilgilerin her yerde paylaşılmaması gerektiğini de bilirdik. Zaten onlar da bunları bize "kimseye söylenmemek" kaydıyla öğretirlerdi. Babamızın anlattığı bu sakıncalı bilgileri annemiz duymuşsa, "bunları çocuğa anlatma, başını belaya koyacaksın" diyerek genellikle itiraz ederdi. Bu itirazlar karşısında, babaların cevabı da birbirine benzerdi: "Benim oğlum akıllıdır, kimseye bir şey demez." İlk bakışta çok zormuş gibi görünen bu durum, en azından bu konularda bizi ezbercilikten kurtarır, her iki tarafta öğrendiklerimizi mukayeseli bir şekilde düşünmemizi sağlardı.

            İlginç bir örnektir: Henüz ilkokuldayken babamdan şöyle bir öykü dinlemiştim. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ölüm döşeğinde yatan Mareşal Fevzi Çakmak'ın ziyaretine gider. Mareşal, "O'nu içeri almayın. Ben, O'nu üç şartla Cumhurbaşkanı seçtirdim. Verdiği sözlerin hiçbirinde durmadı" der. İsmet Paşa, Mareşal'ı göremeden hastaneden ayrılır.

        Emekli bir Genel Kurmay Başkanının, kendisini görmek için hastaneye kadar gelen Cumhurbaşkanına böyle bir şey yapamayacağını düşündüğüm için, inanılması güç olan bu bilgiyi kimseyle paylaşmadım. Yıllar sonra, benzer bir bilgiyi, bir kitapta okuyunca çok şaşırdım. Oradaki anlatım şöyleydi: "Mareşal, Nişantaşı Sağlıkevi'nde yatarken, İnönü ve İçişleri eski bakanı Şükrü Sökmensüer, haber vermeden hastaneye ziyarete giderler. Mareşal'in hemşiresi Nebahat Hanım, doktor tavsiyesi ile ziyaretçi kabul edilmiyor deyince hastane kapısından geri dönerler. Mareşal, 10 Nisan 1950'de ölür."  

 
               Ü
zerine tuz dökülmüş domates

      Bizim çocukluğumuzda, bilgisayar olmadığı gibi elektronik oyuncaklarımız da yoktu. Elektronik oyuncak ne kelime, elektrik bile konfordu. Köylerin yüzde doksanında elektrik bulunmazdı. Benim doğduğum ve 5-6 yaşına kadar içinde yaşadığım Rizekent Köyü de öyleydi. Cereyan yoktu. Elektrik değil cereyan... Çünkü o zamanlar öyle denirdi. Evlerde gaz lambası yakılır; akşamleyin avluya filan çıkılacaksa idare lambası kullanılırdı. Bir de lüks lamba vardı ama o her zaman yakılmaz, sadece eve hatırlı bir misafir gelmişse o zaman yakılırdı. Bizim hatırlı misafirlerimiz şehirden gelen anneannem ve dayımgil olurdu. Halalarım ve teyzelerim pek gelmezdi nedense. Ya da ben hatırlamıyorum.  

        O köy hayatından, öğle saatlerinde çobanların köye getirdiği koyun sürüleri;  yün ehramlarını atkı biçiminde başına örtüp, süt sağan yaşmaklı kadınlar; ot yüklü kağnı arabaları, dibek döven delikanlılar, çeşme başında su dolduran kızlar geliyor aklıma... Bir de nadiren köye gelen jandarma jeepini hatırlıyorum. O jeep, muhtar-hafiz eminin evinin önünde durur; içinden, pek tekin bulmadığım üniformalı adamlar inerdi. Onlar, muhtarın evine girdikten sonra jeepe yaklaşmak,   fırsat bulabilmişsek, kapısına tutunup jeepin içini izlemek, yan aynalardan kendimize bakmak, eğlenceli gelirdi bize. Evden birisi çıkıp kovuncaya kadar uzaklaşmazdık jeepin yanından... Rizekent deyipte, Havva Bibiden, eşi Faruk Hafiz emiden söz etmeden geçmek olur mu? Onlar kapı komşumuzdu. Sabah uyanınca, onların evinde bulurdum kendimi... Uzun karanlık avluları, pasin örtülü odaları, ahır sekileri masal gibi gelirdi bana... Komşu demek yavan kalır. Onlar, bizden; biz onlardan birer parçaydık. Öylesine iç içeydik.. O insanlar, yıllar sonra tahta atlara binip, dönülmeyen bir attaya gittiler. O güzel insanlara Allah rahmet eylesin.

        Evlerden su da akmazdı. Çeşmelerden taşınırdı. Üstelik suyu olmayan evlerde oturmak bizim köye özgü bir durum da değildi. O dönemde, köylerin tamamına yakını böyleydi. 

        Şehirdeki evlerin genelinde elektrik ve su vardı ama cereyan çok sık giderdi. Öyle ki, Kavak Mahallesi'ndeki evimizde, haftanın üç-dört akşamı cereyansız kaldığımız olurdu. Bu yüzden ev ödevini yapmayan öğrenciler için, "öğretmenim elektrik yoktu, o yüzden yapamadım" demek matbu bir mazeret haline gelmişti. Tabii, öğretmenlerimiz de bunu yutmaz, "gündüzden yapsaydın" diye çıkışırlardı.

        Futbol dışında, yakan top, birdir bir, uzun eşek, simmenek, papel, aşık atmak, gındıllik sürmek gibi her yaşa göre  değişen oyunlarımız vardı. Birbirimizle güreş tutar, boks yapar; bazen de kavga ederdik elbette. Daha küçükken, küsmek için serçe, barışmak için şahadet parmağımızı kullandığımız olurdu. Hayatımıza yeni yeni giren filmler, televizyon dizileri ve daha çok sinema önlerinde satılan foto romanlar, yavaş yavaş oyun alışkanlıklarımızı da değiştirdi. Lâla Paşa Camii'nin hemen yanında bulunan Doğu Sineması'nda izlediğimiz tarihi filmlerden sonra, o zamanlar metruk bir halde olan Yakutiye Medresesi'ni bir film platosu gibi kullanıp, tahta kılıçlarla birbirimizle savaştığımızı; mahallede, naylon tabancalarla kovboyculuk oynadığımızı çok iyi hatırlıyorum.

        Her nesil, bir önceki neslin hafızasıyla yetişiyor. Onların ezberiyle şekilleniyor. Benim annem ve babam, seferberlik neslinin çocuklarıydı. Atın dışkısından arpaların seçilip yendiğini dinlemişlerdi büyüklerinden... Kendileri de, İkinci Dünya Savaşı yıllarında karneyi ve yokluğu yaşadıkları için, kanaatkâr olmayı düstur edinmişlerdi. O yüzden annem, kuru sebze haline gittiğimizde, un, şeker, bulgur, pirinç gibi dayanıklı gıda maddelerini olabildiğince çok alır; gelmesinden korktuğu zor günler için bir kısmını evde saklar; "herşeyin dibini getirmeyeceksin" derdi. Onların bu ezberi bizim hayatımızı da ciddi şekilde etkilemiştir.

        Sebze, meyve yılın her mevsiminde olmaz, en çok sevdiklerimizi yemek için mayıs sonunu beklememiz gerekirdi. İlk gelenler de oldukça pahalı olurdu ya da bizim satın alma gücümüz oldukça düşüktü. Ama meyveler de meyve olurdu haa... Genetiği değiştirilmiş yada hormonlanmış meyve diye bir şey yoktu. Hepsi birbirinden lezizdi. O yıllarda, pide ekmeğine katık yaptığım, üzerine tuz dökülmüş bir domatesin tadını ömür boyu unutamam mesela... Bu güne dek, hayatın diğer alanlarında büyük bir tekâmül sağlanmış olsa bile, damak tadımızın çürüdüğünü, buna bağlı olarak sağlığımızın bozulduğunu söylemem, herhalde çokbilmişlik sayılmaz.

        Yaz tatillerinde, ailelerin genellikle çocuklarına Kur'an öğretmek gibi bir gayreti olurdu. Çıraklığa gitmeyen çocuklar, camiiye ya da evlerinde ders veren hocalara giderdi. Hocaya, kızlar başlarını örterek, bazı oğlanlar da namaz takkesi takarak giderlerdi. Ellerinde suparalar olurdu.  Söylemeden edemeyeceğim, suparanın ne demek olduğunu Erzurum dışında pek bilen yoktur. Supara, elif cüzü demektir. Kur'ana geçmiş olan çocuklar, hem daha itibarlı, hem daha havalı olurdu. Hoca bütün öğrencilere yetişemediği için kidemli öğrenciler, kıdemsizleri takip ederdi.  Bu durum, verimliliği düşürürdü elbette. Ama yine de, "elif bir üstün, elif bir esre, elif bir ötür" şeklinde, birbirine karışan seslerin çocuk ruhlarımıza çok iyi geldiği söylemeliyim.

        Esasen ilk dini temayülüm, henüz 2-3 yaşındayken annemin ve babamın namaz kıldıklarını fark etmemle başladı. Onlar namazdayken, önlerinden geçerdim. Onlar da, kızdıklarını belli etmek için, o ayeti yüksek sesle okurlardı.  Bu durum hoşuma gider; o sesi bir daha duymak için, tekrar geçerdim. Ablalarımdan biri varsa, beni tutup alıkoyardı...  Sonraki yıllarda onları rahle başında Kur'an okurken izlemek müthiş huzur verirdi bana... O deruni sessizlikte, annemin vecde gelip, biraz daha yüksek sesle okuduğu ayetleri kolayca ezberlerdim: "Meracelbahreyni yeltekıyani. Beynehuma berzahun la yebğıyan. Febieyyi alai rabbikuma tukezziban."

    Çocukluğumun keyifli hatıralarından biri de, yaz aylarında annemlerle banliyö trenine binip Hasankale'ye veya Ilıca'ya pikniğe gitmek olurdu. Yanıkdere'ye yaklaşırken öten düdüğü ve yaydığı duman hafsalamadan gitmeyen buharlı trene, banyo treni denirdi. Bu adın, gidilen her iki yerde kaplıca olmasından kaynaklandığını sanırdım. Meğer öyle değilmiş. Erzurum insanın yabancı kelimeleri Türkçeleştirme konusundaki istidadından kaynaklanıyormuş.
    
             O gecenin adı

    
       Erzurum'un namına yakışır kışları vardı. Kar, daha çok geceleri yağardı... Sabahleyin, Sanayii Mahallesi'ndeki evimizden çıktığımızda, her tarafın bembeyaz kar altında kaldığını görürdük. Dizlerimizin üzerine kadar çıkan karlara pata çıka giderdik okula. Sabahleyin tıka basa dolu otobüsün, pencere kenarında bir yer bulabilmişsek, küçücük bir delikten dışarıyı görmek için nefesimizle eritirdik camın buzunu... En sert kışı, ortaokul ikinci sınıf öğrencisiyken yaşadım. 1979-1980 eğitim yılı yani... O kadar soğuktu ki, şubat tatili 15 günden 45 güne çıkarılmıştı. Rivayete göre, o kış birkaç gece hava sıcaklığı -50 dereceye kadar düşmüş ama halkta panik meydana gelir, dışarıdan şehre erzak filan gelmez diye basına bu bilgiyi -40 diye vermişler.

           Üşümeyelim diye tatil yapmışlardı ya... Bizi evde tutmak ne mümkün? Sabah 10-11 gibi evden çıkıp, akşama kadar karlar üstünde top oynardık. Bir akşam eve dönerken soğuktan tirtir titrediğimi, dilimin tutulduğunu hatırlıyorum. 22 yıldır uzağına düştüğüm Erzurum'da yine öyle kışlar yaşanıyor mu bilmiyorum ama kırk yıllık dostlarım Fevzi Çakmak, Hanifi İspirli, Muzaffer Batur ve daha niceleriyle olan samimiyetin o karlar üstündeki oyunlar sırasında başladığından eminim...

            Öğrenim gördüğüm, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulu o zamanlar havuz başı civarındaydı. 1980'de yalnızca hayatımın en sert soğuğunu değil, siyasi anlamda iz bırakan iki olayını da o yıl yaşadım. Gün Sazak'ın öldürüldüğü 27 Mayıs sabahında, okulda bir-iki ders boş geçti. Ardından, kim olduklarını bilmediğimiz gençler tarafından, sınıflarımız boşaltıldı. Sessizce evlerimize gönderildik. Bu olay, hangi ellerin yönlendirdiği, bu gün hâla izaha muhtaç olan siyasî olayların, ortaokulları da etkisi altına aldığını gösteriyordu. Yeni cumhurbaşkanı seçilemiyor; ülke, her gün yeni ölüm haberleriyle çalkalanıyordu. Bu haberler bizi vaktinden önce olgunlaştırıyor; anne ve babalarda derin bir endişeye yol açıyordu. Gençlerse alabildiğince cesur ve bir kadar kararlı görünüyorlardı.

        Aylardan ramazandı. Bir gece sahurumuzu yapıp, Yenişehir'in ilk konutları olan, imar-iskan evlerinin inşaatına gitmek üzere babamla birlikte yola çıkmıştık. Ellinci yıl kışlası yakınında jandarma bizi durdurdu. "Asker yönetime el koydu. Sokağa çıkma yasağı var, evinize geri dönün" dedi. Babamın "benim ne işim var yönetimle, ben işe gidiyorum" demesini bekledim. Güngörmüş adam, öyle yapmadı... Canı sıkkın bir vaziyette geriye döndü. Ben de onu takip ettim çarnaçar. O gecenin adı tarihe 12 Eylül olarak geçti. Ülkenin gündeminden bir daha da düşmedi. O tufanın bıraktığı enkazı, yıllar sonra okuyarak öğrenebildim. 

         Kuşkusuz her öğretmenimin üzerimde çok hakkı vardır. Ama ortaokuldan bir öğretmen seç deseler, aklıma ilk önce matematik öğretmenim Fakrullah Komlu gelir. Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. İki veya üç koyu takım elbisesi vardı. Hep onları giyerdi. Ama o kadar özenliydi ki, hiç ütüsü bozulmazdı. Ne de üzerinde bir leke olurdu. Çözdüğü problemlerle tahtayı inci gibi dizerdi. İlginçtir, tebeşir tozu bile sıçramazdı üzerine... İnançlı bir adam olduğunu çok sonra keşfedebildim. Çünkü dersin dışında bir konuya kolay kolay girmezdi. Yıllar sonra Tortum'da karşılaştık. Yine aynı titizlik, yine aynı abide..

           Erzurum Lisesi şehrin gözdesiydi

      1981 güzünde başladığım Erzurum Lisesi, o yıllarda Erzurum'un en itibarlı lisesiydi. Tarihi binası, saltanatlı geçmişi ve yetkin öğretmen kadrosuyla bu şöhreti layıkıyla hak ediyordu. Mezun olacağımız sene yapılan üniversite imtihanlarında 46 kişilik sınıfımızdan 41'inin üniversiteye yerleşmesi ve benim hiç dershaneye gitmeden ilk tercihim olan Marmara Üniversite Hukuk Fakültesini kazanmış olmam, lisenin kalitesini göstermesi bakımından bir fikir verebilir belki... Öyle ki, hangi branşa bakarsanız bakın, ülkenin parlak simaları arasında, o yıllarda Erzurum Lisesi'nden mezun olanları görmeniz mümkündür. 

        Bu başarının arkasında kimler vardı? Bu sorunun cevabına, Okul Müdürümüz Necip Çadırcı'dan başlamak lazım herhalde... Karizmanın boyla posla alakalı olmadığını gösteren demir leblebi.. Senelerce okulun namı diğer adı diye anıldı. Bunu her haliyle hak ediyordu. Allah rahmet eylesin. Unutulmaz hocalardan biri Edip Kılıç'tı. Hem çok saygın, hem de işinin ehli... Fiziği öylesine iyi öğretmişti ki, üniversite imtihanında kendimi Edip hocanın dersinde sandım. Fizik soruları o kadar kolay, o kadar tanıdık geldi. Peki onun dersi kolay mıydı? Hayır asla.. Ağırlığını o kadar güçlü bir şekilde üzerimizde hissettirirdi ki, bir anı bile kaçırılmadan izlenen macera filmi gibi takip ederdik dersi... O yılların lisesinden geçipte Mukaddes hocadan “et beyinli” azarını işitmeyen öğrenci yoktur. Ama öğrencilerine verdiği emek nedeniyle olsa gerek ki, hiçbir öğrenci bu hatırasını paylaşırken hocaya garaz duymayı aklından geçirmez.  Din dersi öğretmenimiz Necati Selimoğlu. Öylesine muhteşem bir şey yaptı ki, ömür boyu unutamam. Hayatı, üniversite sınavından ibaret sandığımız son sınıfta, bize büyük imtihanda lazım olacak bir kapı açtı. Vedduha'dan aşağı olan bütün sureleri ezberletti. Bunu yaparken de "biliyorum, şimdi zor gelecek ama ileride faydasını görürsünüz" demişti. Aynen dediğiniz gibi oldu hocam, faydasını görüyorum hem de çok.

         Ve matematik hocam Erdoğan Sert... Soyadı gibi sert bir adamdı.. Belki bazılarına göre delidoluydu ama delikanlı bir adamdı. Tuttuğu adamı eliyle değil, yüreğiyle tutardı. Yalnız matematiği değil, hayatı öğretirdi. Meslek tercihimi o belirledi.

        O yıllarda, futbol en gözde oyunumuzdu. TRT'de yayınlanan, Beyaz Gölge adlı dizinin tesiriyle, basketbol da epeyce yaygın hale gelmişti. Sinemalarda oynatılan uzak doğu filmleri, kung fu, karete gibi dövüş kurslarına gidenlerin sayısını da artırmıştı; tıpkı daha önceleri Muhammed Ali'nin boksa ilgi duymamızı sağladığı gibi.. Öyle ki, "kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım" deyimini bilmeyenimiz yoktu... Bütün bunların yanında biz,  bir grup arkadaşla, fikir ve edebiyatla da yakından ilgilenmeye başlamıştık. Okuyor; şiir ve öyküler yazıyor; hararetle tartışıyorduk. Necip Fazıl, Cemil Meriç, Peyami Safa gibi isimler bu yıllarda girmişti hayatımıza... Darbe ortamının sessizliğinde ulaşabildiğimiz düşünce adamlarının sohbetlerine gidiyor, onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Ürünlerimizin yayınlandığı dergi ya da mahalli gazetelerde ismimizi görmek, bizi ziyadesiyle mutlu ediyor; o heyecanla bizi bekleyen geleceği şekillendirmek için hudutsuz hayaller kuruyorduk.

        Kız-erkek ilişkileri oldukça mesafeliydi. İstisnalar dışında paylaşım çok az olur; okul dışında nadiren bir araya gelinir; ortak oyun pek oynanmazdı. Bir delikanlı, bir kıza aşık olmuşsa, varlığını belli etmek için, bir süre onu uzaktan takip ederdi. O sevda karşılık bulmuşsa, uzaktan uzağa bakışırlardı. Sevenlerin beraber gezmesi, birlikte görülmesi sık rastlanan bir görüntü değildi. O yüzden olsa gerek, her aşkta mektupların ayrı bir yeri vardı. Her satırı inci gibi dizilir; sayfalar baştan sonra hasretle örülürdü.
              
              Bu şehir benim anam ve babam

            1984'de yüksek öğrenim nedeniyle ayrıldığım Erzurum'a, dört yıl sonra geri döndüm. Çocukluk çağından gençlik çağına giren insanların siması nasıl değişirse, işte öyle değişmeye başlamıştı Erzurum... Adnan Menderes Bulvarı, Çaykara Caddesi açılmış, Yenişehir ve Dadaşkent boy vermeye başlamıştı. Şimdi Yakutiye Belediyesi olan bina adliyeydi. Orada başladı meslek stajım... O dönemde şehrin tek ofset gazetesi olan Milletin Sesi'nde köşe yazıları yazmaya başladım. Rahmetli Kemal Alyanak'ın, yetmişini aşkın yaşına rağmen, her gün, traşlı ve kravatlı olarak geldiği gazetede; Enver Konukçu tarihî, Hanifi İspirli edebî, Talat Uzunyaylalı siyasî yazılar yazıyordu. Karçiçeği Dergisi'nde, Nurullah Genç, Nazir Akalın, Mehmet Emin Alper ile birlikte birçok şair arzı endam ediyordu. Yolu, o dergiden geçenlerden biri de bendim.

          Adliyenin yanı başındaki, Huzur Kıraathanesi, entelektüellerin buluşma adresiydi. Oranın varoluş nedeni satrançtı ama gelenlerin elinde kitap eksik olmazdı. Satranç ustalığının yanında, Fuzulî'den Âkif'e, Kutup'tan Marks'a kadar herkes konuşturulurdu. Bolca isim saymak mümkün ama benim orada tanıştığım ve bir daha da ayrılmadığım, Orhan Bozdemir, Ümit Turgut ve Yunus Berkli'yi anmadan geçmem ne mümkün... Huzur bizden sonra kapandı belki ama o yürekli insanlar, yıllar yılı huzurevim oldular. Ne zaman gökkubbemde hava kararsa birer yıldız gibi ilkin onlar görünür. Aynı ruhtan yücelen bir nice unsur gibiyiz; onca can içre biriz, sonsuza yansır gibiyiz.   

            Ve Fevzi Çakmak... Senelerin ardından İbrahimpaşa Camii'nin önünde karşılaştık. Hasretle kucaklaştık. Çiçeği burnunda bir mühendisti. Aradan yıllar geçti. O muhabbet hiç azalmadı. Adının hakkını gönüller fethederek ödeyen kardeşim... Dost yolunda nistliği ondan öğrendim.       
       
1993'den beri yalnızca tatillerde gelebildiğim şehrin kalbi, benim için şimdi Abdurahman Gazi Mezarlığında atıyor. Zira, babam Halil Usta'yla, annem Kadirye Hanım orda yanyana yatıyor. Ne zaman Erzurum desem, aklıma ilk önce onlar düşüyor. 

Çünkü bu şehir benim, anam ve babam...                 


(*) Bu yazı, "Hatıralardaki Erzurum" adlı kitapta yayınlanmıştır.