“Kent” lafına oldum olası alışamadım. Özbek Türkçesinden geldiğini bilsem de
bu söz bana hep protez geldi. Hiçbir zaman şehrin sıcaklığını vermedi nedense?
Kısa zamanda yapılıp bitirilen köksüz, ruhsuz yığınları hatırlattı daima. Oysa
şehir öyle mi? Vuslatını arayan bir aşk hikâyesi gibidir şehir. Geçilen
yollarla, aşılan badirelerle şekillenen şehirler, yalnız orada yaşayanların
değil, dinleyenlerin de öyküsü olur zamanla... O şehri görenler ya da dinleyenler
de aynı hüzün, aynı coşku ya da aynı zaferle hemhal olurlar. O yüzden olsa
gerek kentler tek düze olsa da her şehrin ayrı bir hatırası, başka bir tadı
vardır.
Hele
şehir diye kastettiğiniz yer Erzurum'sa...Feleğin çemberinden geçmiş, adı bile
nice ateş görüp, suya değdikten sonra kıvama kavuşmuşsa... Farklı
medeniyetlerden beslenen üç bin yıllık macerası, her bir kapısının, her bir
mahallesinin, hatta birçok yapısının ayrı bir öyküsü varsa...
Mesela,
Filgeçti Köprüsü'nde, beş kulaçlık mesafeyi geçmez, beş asır öncesine gidip
gelirsiniz bir anda... Çaldıran'ın ihtişamlı filleri gelir gözünüzün önüne... Gâvur
Boğan'da, Ermeni kılavuzların yardımıyla geceleyin, şehre baskın düzenleyen Rus
taburlarını, geri püskürten iki mahalle halkının kahramanlığı gelir aklınıza. Yanık
Dere’ye vardığınızda burnunuz masum insanların ceset kokularıyla kavrulur
birden...Kongre Caddesinde, kurtuluşa giden onurlu ve çileli yolu arşınlarsınız... O yerlerin
adını her söyleyişte o vaka, o hüsran, o zafer düşer aklımıza. Öyle
olmasa, “göç göç oldi, göçler yola düzüldi” türküsünü her
söyleyişte, kar ile borana karışmış yayla yollarına düşüp, iç bölgelere doğru
göç eden binlerce muhacirin o perişan hali gelir miydi gözümüzün önüne? Ya da söylendiği
her yerde, bütün dinleyenler hep bir ağızdan, aynı cereyana çarpılmışlık duygusu içinde, sarı
gelin türküsüne öyle eşlik eder miydi? "Eledim eledim höllük eledim" şarkısının o evrensel dili
olmasa, Spartacus'un sezon finalinde söylenir miydi?
Bir
de yalnızca candan bakan gözlere açılan evleri vardır bu şehrin. Çok çile
çekerek, canlı kahır abidesine dönüşmüş ihtiyarların göz uçlarına sinen koyu
kızarıklık neyse, eski evlerin taş duvarlarından pervazlarına uzanan yorgunluk
da işte odur. Sessizce girip, hiçbir şeyi incitmeden izlerseniz, eski bir evde
değil, başka bir çağda olduğunuzu hissedersiniz. Ve o evin eski sakinleri,
aniden gittikleri yerlerden dönüp yaşadıklarını fısıldarlar size. Tabii,
onların ne anlattığı kadar sizin ne anladığınız da önemlidir. Zira Mevlana’nın
dediği gibi “söylenen söz, dinleyenin anladığı kadardır.” O
yüzden olsa gerek, aynı evin, aynı türkünün birbirine benzemeyen öyküleri
dolaşır dillerde. Örneğin “kırmızı gül demet demet” deyince,
kiminin aklına, kervancılarla Revan’a gidip orada vefat eden kara yağız
delikanlı gelir. Kiminin aklına, seferberlikten dönen eratı taşıyan son trenden
de oğlunun inmediğini görüp, o üzüntü ve çaresizlik içinde evine dönen, gelinin
odasından gelen gülüşme seslerini, geliniyle oynaşına ait zanneden, o hışımla
tüfeği kaptığı gibi odaya dalan ve bütün fişekleri yatağa boşaltan annenin,
yorganı kaldırdığında kanlar içindeki cansız bedenlerin oğlu ile gelinine ait
olduğunu görmesi gelir.
Kiminin
aklına, bir maceraperest tarafından zemherinin en sert zamanında, ince
mintanlarla Allahuekber dağlarına sürülen askerleri, soğuktan korumak için
seferber olan, on bin askeri tepeden tırnağa giyindirerek, tekalifi
milliye kararlarına ilham kaynağı olan diyar gelir. “Ölümün zafere
doymadığı o faciada” kara, soğuğa, açlığa ve tifüse teslim olan yüz binlerin
hüznünü yüreğine, cenazesini koynuna, anılarını hafızasına gömen bir şehir
gelir. Elindeki peksimeti kuru kuruya yemeye çalışan erin, “öyle gitmez
evladım suya batır da ye” diye uyaran subaya “suya batırırsam
hemen biter kumandanım, böyle yaparak midemi avutuyorum” şeklindeki
can yakan cevabı gelir.
93’harbinden
12 Mart’a giden yolda “ölümün mukadder göründüğü bir kazadan kurtulmuş
insana benzeyen” Erzurum, yalnızca 25 yıl arayla kazandığı Gâvur Boğan
(1854) ve Aziziye Muharebeleriyle (1877–1878) kendisini düşman
işgalinden iki kez kurtaran şehir olma ayrıcalığına sahip değildir.
Aynı zamanda şairin anasından emdiği süte benzettiği Türkçenin, en yalın
haliyle aktığı yerdir. Meselâ, İstanbul Türkçesinin kaynaştırma harfi
kullanarak “teyze” yaptığı, Orta Anadolu’nun kelime başında
sesli harfi kullanamadığı için “te’ze” dediği, annenin kız
kardeşine, Erzurum’da kelimenin etimolojik köküne uygun bir şekilde eze diye
hitap edilir.
Her
geçen gün daha fazla insanla buluşan Erzurum fıkraları, Erzurum deyimleri
insanımızın kirlenmemiş zekâsını, saflığını ortaya koymuyor mu? “Emi
emi lülen kıram iş ola” sözüne hangi dudak esrimez ki?...
Hülasa,
şehir olmanın bütün vasıflarını taşıyan bu yer aslında, kendisini ulusal
ölçekte çıtasını yükseltecek, hatta ötesine taşıyabilecek birçok enstrümana
sahip... Bu enstrümanları kullanabilirse mağrur insanının içinde çok zamandır
hapis kalmış mahzunluğu da alıp götürebilir.
Neler
mi yapılabilir? Çok şey ama ben sadece birini söyleyeyim. İhtişamlı geçmişi, kırlangıç
tavanlı evlerinde sıkışan dumanlı şehrin bacası yeniden uzak doğuya açılabilir.
Tıpkı ipek yolu zamanında olduğu gibi…