29 Ağustos 2022 Pazartesi

Hayat Seni Çağırıyor

 

Kıyıda yüzdüğün bu mevsim var ya
Çok çabuk bitecek, büyüyeceksin.
Her sabah boyunu ölçtüğün günler,
Burnunda tütecek, büyüyeceksin.

Belki bir sınavdan çıkıp hüzünle,
Beyaz bir kâğıda dönen yüzünle,
Daldığın rüyayı bekleyen günle
Kendine gelecek, büyüyeceksin.

Gençliğe çalacak ilk aşkın zili,
Çözecek içini sevdanın dili,
Eline değince bir kızın eli,
Tenin titreyecek, büyüyeceksin.

Ruhun hayallerle kanatlanacak,
Her yaşta bir başka dala konacak;
Bazen ıslanacak, bazen yanacak,
Yıllar gel diyecek, büyüyeceksin.

Mehmet Taştan

14 Ağustos 2022 Pazar

Yelkenli mi Olmak İstersiniz Yoksa Gemi mi? / Mehmet Taştan

Bir deniz yolculuğuna yelkenliyle mi çıkmak istersiniz yoksa gemiyle mi?
Bize özgü romantik nedenlerimiz yoksa bu soruya vereceğimiz cevap her halde gemi olurdu. Çünkü gemiler yol almak ya da hızlanmak için dıştan gelecek bir enerji desteğine ihtiyaç duymazlar. İçlerinde var olan motor gücüyle giderler. O yüzden yönlerini tayin ederken, rüzgârın nereden estiğine değil, ellerindeki pusulaya bakarlar. Oysa yelkenliler öyle midir? Yalnızca rüzgârdan aldıkları güçle hareket edebildikleri için onun yönüne ve hızına göre hareket etmek zorundadırlar. “Rüzgârın yönünü değiştiremezsin, yelkenlerini ona göre ayarla” sözü tam da bunun için söylenmiştir. Pusuladan önce rüzgâra bak.

Ama bu soruyu, “hayat yolculuğunda yelkenli mi olmak istersiniz yoksa gemi mi?” biçimine dönüştürdüğümüzde parmakların çoğu yelkenli için kalkıyor. Yani çoğumuz gerçek hayatta ilkel bir deniz aracı olmayı tercih ediyoruz. Kendi enerjimizle, kendi gücümüzle yol almak yerine dışarıdan birilerinin rüzgârımız olup yelkenlerimizi şişirmesini bekliyoruz. O rüzgâr esmeye başladığında, hiçbir şey yapmamıza gerek kalmadan, hayalini kurduğumuz adalara doğru zahmetsizce yol alıyoruz. Bize düşen de yelkenlerimizin yönünü rüzgâra göre ayarlamaktan ibaret kalıyor. Pusula mı? O da ne?

Söylemek gerekir ki kadimden beri var olagelen ve rağbeti hiç azalmayan bu yöntem, hayatı konfor ve hazza indirgeyenler bakımından kestirme ve keşküllü bir yoldur. Ehliyet ve liyakat gerektirmeyen bu seyrin tek kötü tarafı, yelkenleri şişiren rüzgâr durduğunda, denizin ortasında yapayalnız kalakalmak… Tek başına ve ıssız… Ancak o tipler, bu sonucu da göze alırlar. Çünkü böylelerinin, yaptığı işin hakkını verme ve değer üretme kabiliyetleri yoktur. İçlerinde, kendilerini harekete geçirecek bir güç, bir cevher taşımadıklarından; hayat denizine ‘yelkenli’ yerine ‘gemi’ olarak açılmayı tercih etmeleri halinde, bulundukları limanın dışına dahi çıkamayacaklarını bilirler. O yüzden akıllıca olanı değil, kurnazca olanı seçerler.

Akıllıca değildir. Çünkü akıl, sebep-sonuç ilişkisini gözetir. Çalışmanın iyi, tembelliğin kötü sonuç doğuracağını bilir. İyi bir sonuç elde edebilmek için yoğun bir emek verir, değer üretir. Akıl bulduğu verileri, ortak aklın ve kamu vicdanının terazisinde tartar. Haklı-haksız, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi sonuçlara varır. Ona göre de hareket eder. Kurnazın bunlarla hiç işi olmaz. “Akıllı düşünene kadar deli oğlunu everir” sözündeki deli gibi hareket eder. Bir yelkenli olur, arkasına aldığı rüzgârla küçük ütopyasına doğru yelken açar.

Akıl değer üretir, kurnazlık sonuç… Aklın ürettiği değeri gölgelemeye çalışan kurnazlığın ürettiği sonuç ise,
kavak ağacının on yılda geldiği boya iki ayda ulaşan ve aynı hızla eriyip giden balkabağını hatırlatır daima… 

Kuşkusuz bu ayrımların, hayatı hedonist ya da nihilistçe yaşayanlar için hiçbir önemi yoktur. Ancak, bir devletin yalnızca adaletle ayakta durabileceğine inananlar bakımından “hak” vazgeçilmez bir ölçüdür. Çünkü objektif ölçülerle herkesin layık olduğuna kavuştuğu yerde, doğacak sonuca kimsenin itiraz hakkı kalmaz. Bu adil sonuca itiraz niteliğindeki münferit çıkışları ise ortak akıl reddeder. Tıpkı hilesiz yapılan bir sınavda en yüksek notu alan öğrencinin herkes tarafından takdirle karşılanması, hasetlik eden üç-beş kişinin ise ayıplanması gibi…

Elbette ki bir göreve hak ederek gelmek, meseleyi kökünden halletmez; sadece iyi bir başlangıç sağlar. Denebilir ki, adam kayırma nasıl bir felaket habercisiyse, ehliyet ve liyakatte iyi bir sonucun müjdecisidir, o kadar… Bundan sonra o kişinin yapması gereken şey, sorumluluğunun gereğini layıkıyla yerine getirmek, kazandığını hak etmektir. Zira bireyin, insan kalabilme yolculuğu helal lokma ile başlar. O yoksa ötesi yoktur.  Kim, nerede ve ne şekilde çalışırsa çalışsın, eğer yaptığı işin hakkını vermiyor, muhatap olduğu insanları mağdur ediyorsa, o kişinin, kendi sorumluluk alanına ilişkin çekirdeğin dışına çıkıp, hücrenin sitoplazmasında dolaşmaya ve başkalarına söz söylemeye hakkı olmaz.  Zira "ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" mısraı, şaşmaz bir pusuladır.

İşimizi sevmiyor olabiliriz; haksızlığa uğratılarak belli bir pozisyonda çalışmaya zorlandığımızı iddia edebiliriz. Ancak hiçbir neden yaptığımız işe karşı sadakatsizliğimizi haklı kılmaz. Çünkü işimize karşı göstereceğimiz sadakat, ait olduğumuz topluma karşı olan en temel görevimizdir. Hepimiz, kendi kapımızın önünü temiz tuttuğumuzda sokağın kirliliğinden daha az şikâyet eder hale geliriz. Martin Luther King’in ifadesiyle, “Eğer bizden sokakları süpürmemiz istenirse Michelangelo'nun resim çizdiği, Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürmeliyiz. O kadar güzel süpürmeliyiz ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyor desin.” Varsın birileri bizi çavuş yapmasın ne çıkar... Bizim amacımız hazzın geçiciliğinden kurtulup, değer olmanın sonsuzluğuna yansımak değil mi?

Bu sorumluluğu yerine getirmede, sütçü olmakla müsteşar olmak arasında bir fark yoktur. Birinin süte su katmasıyla, diğerinin görevinde haksızlık yapması aynı kapıya çıkar. Her ikisi için de kıymet hükmü, değer yoksunluğudur.

Her insanın hayatı, kendinin en büyük eseridir. Eğer bu eserin giriş bölümü kişinin aldığı terbiye ve eğitimse, gelişme bölümü iş hayatıdır. İş hayatındaki kalite, aileden alınan terbiyenin ve edinilen birikimin ip uçlarını verir çoğu zaman...  “Helal süt emmiş, temiz süt emmiş…” deyimlerini, tam da bunun için kullanırız. Üstelik bu etki orayla da sınırlı kalmayıp, hayatın toplam kalitesine sirayet eder. Tıpkı Mevlana’nın dediği gibi “testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar.” Ve dışa sızan o damlalar hakkımızdaki değer yargısını oluşur.

Nasıl mı? 1930’lu yıllarda Erzurum Lisesinde matematik öğretmeni olarak görev yapan Şahip Hoca işine sevdalı, adil bir öğretmendir. Hayat, onun adalet duygusunu oğluyla sınar. Sorulara doğru cevap veremediği için oğlunu sınıfta koyar. Vefat edip, toprağa verilirken bütün Erzurum halkıyla birlikte vali de oradadır. Mezarı başında konuşan Müfettiş Nazif Bey onu şu cümlelerle uğurlar; “Ey toprak, bugün sana verdiğimiz bu yüksek sima, adaletten katiyen ayrılmamış, oğlunu bile bilmediği için sınıfta bırakmış olan kişidir.” İşine sevdalı adil bir öğretmen olmak onun tabiatıydı. Haksızlık olmasın diye oğlunu sınıfta koyarken, testinin dışına sızanın bu olacağını asla düşünmemişti. Ama bu olay, onu emsallerinden koparıp adaletin iftihar tablosuna yerleştirdi.

Pusulası mikroskop, haritası lam olan bir bilim insanı: Prof. Dr. Aziz Sancar… Savur Sağlık Ocağı hekimi olarak başladığı yolculuğunu Texas ve Yale Üniversitelerinde sürdürdü. Menzil aramıyor, durmadan değer üretiyordu. Çünkü onu için yol ve yolculuk vardı. 45 yıllık bu seyri, 33 kitap 415 bilimsel makale ile ölümsüzleştirdi. Birçok çalışması ödüle layık görüldü. 2015’te tacını taktığı, Nobel Kimya Ödülüyle bir anda dünyanın yıldızına dönüştü. Ülkemiz adına ne büyük gurur…

Trafik polisi Fethi Sekin… Antepli Şahan’ın ruh ikizi… İzmir Adliyesi önünde görev yapan ve temas ettiği her gönülde taht kuran insan… Kendisiyle barışık, mesleğine sevdalıydı… 5 Ocak 2017 günü teröristlerin bomba yüklü araç ve uzun namlulu silahlarla yaptığı saldırıyı tek başına göğüsleyen ve son kurşununa kadar çarpışıp şehit düşen; böylece bir faciayı önleyip onlarca canı kurtaran kahraman şimdi gönüllerimizin semasında…

Bir zamanlar “kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım” diyen bir Ali’miz vardı. Şimdi o Ali'nin adı: Selçuk Bayraktar... Elektrik-elektronik mühendisi… “Sevmek sorumluluktur, özlemek o sorumluluğu hatırlamaktır” düsturuyla çalıştı; savunma sanayinde yüzyıllık hasretimizin vuslat baharı oldu. Ürettiği İHA'larla teröristleri kıpırdayamaz hale getirmemizi, SİHA’larla inlerine girmemizi sağladı. Ardından açıldığı dünya semalarında güven veren bir kartala dönüştü.

Örnekleri çoğaltmak mümkün… Ama maksat gökyüzündeki yıldızlarımızı saymak değil, yalnızca içinden aydınlananların dışarıya ışık verebileceğine işaret etmek… Bu kişiler ya da işini kusursuz yaptığını bizzat görerek saygıyla yad ettiğimiz diğer insanlar, vicdanımızın niceliğe değil de niteliğe tutkun olduğunu göstermiyor mu? İzlediğimiz filmlerde, mesleğine aşık kahramanlarla kendimizi özdeşleştirmemiz, onların işlerini iyi yapmaları ve kötülerle mücadele etmelerinden kaynaklanmıyor mu?

O halde sorumuza geri dönelim.
Hayat yolculuğunda yelkenli mi olmak istersiniz yoksa gemi mi?

Her insanın hayatı, kendinin en büyük eseridir.
O eserin adı yelkenli mi olsun yoksa gemi mi?
Ne dersiniz?   

* Bu yazı, Nisan 2023'de Edebiyat Ortamı Dergisinin 91. sayısında yayınlanmıştır. 

21 Temmuz 2022 Perşembe

Kudüs’te Dört Gün / Mehmet Taştan

Her dinin kutsal saydığı bir şehir vardır mutlaka. Müslümanlar için, Hz. Peygamberle şereflenen Medine; Katolikler için Sistina Şapel’le anlam kazanan Vatikan; Hindular için Ganj’ın kıyısındaki Varanasi böyledir mesela… Ama bu şehirlerden hiçbiri, başka bir din mensubu için özel bir anlam taşımaz. Sadece ötekinin kutsalı olarak görür.

Sıra Kudüs’e geldi mi durum birden değişir. Çünkü bu şehir, yalnız bir dinin değil, üç dinin birden kutsalıdır. Müslümanlık, Hristiyanlık ve Museviliğin…

Kudüs’ün, 1400 yıldır, üç semavi dinin kutsal şehri olması nedeniyle her vakıanın birden fazla hikayesi, her sembolün birden fazla anlamı vardır. Örneğin, Yahudilerin batıdan bakarak Ağlama Duvarı dedikleri yere, biz Müslümanlar doğudan bakarak Burak Duvarı diyoruz. Muallak Taşı, bizim için, Hz. Muhammed’in üzerine ayak basıp, miraca yükseldiği kayadır. Museviler için, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek için yatırdığı yerdir. Dahası bize göre, kurban edilmek istenen oğul, İshak değil İsmail’dir. Olayın geçtiği yer de Kudüs değil, Mina’dır.

Benzer bir farklılaşmayı Hristiyanlarla da yaşarız. Onlara göre, çile yolunda yürütülen ve -sonradan Kıyamet Kilisesi yapılan yerde- çarmıha gerilerek öldürülen kişi Hz. İsa’dır. Vefatından üç gün sonra yeniden dirilmiş; kırk gün daha yaşamıştır. Zeytin Dağı’nda, şimdi Yükseliş Kilisesi’nin olduğu yerden göğe yükselmiştir. İslam kaynaklarına göre bu anlatım doğru değildir. Çarmıha gerilen kişi Hz. İsa değil, son akşam yemeğinde O’nu ihbar eden ve bu yüzden Allah tarafından cezalandırılıp, Yahudilerin gözüne İsa şeklinde görünen Yahuda adlı havaridir. İslam’daki baskın görüşe göre, Hz. İsa ölmeden göğe yükseltilmiştir. Öldükten üç gün sonra yeniden dirilmesi diye bir şey söz konusu değildir.

Bu listeye başkaca örnekler eklemek mümkün... Ancak zeytin ağaçlarıyla portakalların, hurma dallarıyla üzüm bağlarının birbiriyle koklaştığı beldede, barış ve huzuru bozan şey, bunlardan hiçbiri değildir. Kıyamet Kilisesinde ya da Yükseliş Kilisesinde, yere kapanıp, İsa’nın izlerine yüz sürenleri, gözyaşı dökenleri, o kutsallıkla yoğrulsun diye ellerindeki bezleri yerlere sürenleri izlerken, onlara saygı duymaktan başka bir şey gelmiyor aklınıza. 14 duraklı çile yolunu da aynı sükunetle yürüyorsunuz.

Bu saygıyı, Sion Tepesinde ziyaret ettiğiniz Hz. Davut’un kabri başında Musevilerden de esirgemiyorsunuz. Onların dudakları Kadiş'le kıpır kıpır ediyor, bizimkisi Kuran’la… Ağlama Duvarının önünde vecd halinde ayin yapan, kipalı ve peyotlu Musevileri sessizce ve anlamaya çalışarak izliyorsunuz. Ama siz hoşgörünün doruğunda dolaşırken, 35-40 metre ötede bir askerin, Mescid-i Aksa’ya nereden gidildiğini soran bir gruba vahşice davrandığını, İbranice bilmedikleri için söyleneni anlamayan Müslümanların ellerine vurarak hizaya getirmeye çalıştığını, çantalarını didik didik ettiğini görünce, içinizden bir şeyler eksiliyor. Değişik yerlerde karşılaştığınız benzer görüntülerden anlıyorsunuz ki Kudüs’teki bu olağanüstü güzelliği bozan şey, dinlerin ya da mezheplerin çokluğu değil, İsrail Hükümetinin marazi takıntısı…

Kendinizi toplamaya çalışarak yöneldiğiniz Mescid-i Aksa’nın her bir kapısında tam teçhizatlı ve elleri tetikte bekleyen İsrail askerleri nöbet tutuyor. Onların izin vermediği kişilerin içeri girmesi mümkün değil. Hiçbir kilisede olmayan bu uygulamanın sırf Müslümanları caydırma ve rencide etme amaçlı olduğunu söylemek bile abes… Askerlerin kontrolü altındaki o kapılardan her geçişte ruhunuz daralıyor. La havle çekerek geçiyorsunuz.

Mescid-i Aksa

Kapıdan sonrası başka bir dünya… Havanın ve toprağın değiştiği yer: Mescid-i Aksa… Gündüz huzurla dolar orası, gece aşkla… Gündüz, Kadim Mescitte tarihin derinliğine iner; Kıble Mescidinde geçmişin ihtişamıyla yüzleşirsiniz. Burak’ın, Hz. Peygamberin miraç dönüşünü beklediği yerde diliniz tutulur; İsa’nın taş beşiğinde kalbiniz… Kubbettüs Sahra, altın kubbesiyle bir yüzük kaşı gibi parlar ortada… Bahçesinde zeytin ağaçları, o güzellik karşısında hafif bir esintiyle raks eder.  Orada, ellerini semaya kaldırmak da başkadır; yağmurda ıslanmak da… Yürüdükçe artar yağmur… Ruhunuz ağaçların saadetine kavuşur; bedeniniz yaprakların berraklığına…  

Gece miraç kokar Aksa... Gözlerinizi yine Kubbettüs Sahra alır… Çünkü bu mabedin koynunda, Hz. Peygamberin, üzerine basarak miraca yükseldiği Muallak Taşı ve kayanın tam altında, o gece namaz kıldığı Ruhlar Mağarası var... O mağarada bedenin darası düşüyor; ruhunuz seyyal bir hale geliyor.

Bu değişim, her yerinden hissedilir Aksa’nın… Bir akşam Mescid-i Aksa’dayım mesela… Hava açık ve gökyüzü masmavi… Bütün ihtişamıyla Kubbetüs Sahra duruyor karşımda… Beni çağırıyor. ‘Gel’ diyor. Aramızda sadece sütunlar var. Zeytin ağaçları arasındaki yoldan ona doğru yürüyorum, Bir ara durdum. Havayı kuvvetlice içime çektim. Yere eğildim. Bir avuç toprak alıp kokladım. Kalkarken gözlerim kapalıydı.

Muhayyilem geçmişin seyrine daldı. Sütunlara giden yolda Hz. Ömer’in silueti belirdi. Buzlu resimler gibi zaman ayarına hafif bir dokunuşta gördüğüm düş değişiyordu. Selahattin Eyyubi, Sultan Selim oluyordu. Ama önde yürüyen kim olursa olsun değişmeyen bir şey vardı: Hepsi, edep ve tevazu içindeydi. Çünkü onların önünde Peygamberler Ordusu vardı. Ve en önde bizim Peygamberimiz…

O gece hiç bitmesin isterdim. Ama olmadı. İşgal gerçeğine çarpıp dağıldı. İsrail askerleri her gün olduğu gibi o akşam da yatsı namazından sonra, Mescid-i Aksa’yı boşaltıp, kapılarına kilit vurdular.

Gecenin Uzayan Yarısı

20 Temmuz 2022 Çarşamba

Satrancın Karanlıkla Yarışı / Mehmet Taştan

15 asır önce, Hint topraklarında hüküm süren genç mihrace Belhet, birbiri ardınca savaşlar kazanıyor, şanına şan katıp, iktidar tacını parlatıyordu. Öylesine hızlı büyüyordu ki, zaferleri yalnız rakiplerinin değil, genç mihracenin de başını döndürüyordu. 

Tecessüsün doruk çağında olmanın verdiği tecrübesizlikle, zaferlerinden söz ederken yalnızca “ben” diyor; savaşlarda hayatlarını kaybeden ya da yaralanan binlerce askere karşı göstermesi gereken vefa borcunu unutuyordu. Bu durum askerde derin bir hoşnutsuzluğa, halkta infiale yol açıyordu.

     Brahman Sissa, “eşref saati” olduğunu sandığı bir zamanda huzura çıktı:

 — Mihracem, siz büyük bir lidersiniz ama hiçbir savaş askersiz  kazanılamaz. Zaferlerinizden söz ederken, onları da hatırlayın. Hatırlayın ki, yalnız ülkelerin değil, gönüllerin de mihracesi olasınız, dedi.

    Belhet’in cevabı müstebitçe oldu:
    — Atın bunu zindana!”

    Ve atıldı. 

Beyin, kafatası hapsinde düşünür. Sissa’da öyle yaptı. Belhet’in karanlığında düşündü. Hayatta mat olmamak için aklını şaha kaldırdı ve satrancı buldu.

Zindanın kalın duvarlarını aşarak ülkeye yayılan satranç, yıllar sonra saraya girdi. Belhet’i de tesirine aldı. Karşılıklı birinci hamleden sonra 400, karşılıklı beşinci hamleden sonra 288 milyar kombinezon oluşturulabilen satranç, Mihrace’de vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. Satrancı icat edenin bulunarak huzuruna getirilmesini istedi.

   Brahman Sissa’yı karşısında gördüğünde şaşkınlığını gizleyemedi: 
    — Seni unutmuştum. Dile benden ne dilersen. 

    Artık iyice yaşlanmış ve dünyadan elini eteğini çekmiş olan Sissa, Mihrace’ye son bir ders vermek istedi:
    — Efendim, satranç tahtamın birinci karesine bir pirinç koyun, sonrakilere sırasıyla 2, 4, 8, 16 şeklinde, bir öncekinin iki katını koyarak satranç tahtamın 64 karesini pirinçle doldurun dedi.

    Belhet isteneni küçümsedi:
    — İstediğin, yaptığını ifsat etti.

    Neyse ki mihracenin imdadına maliyeden sorumlu vezir yetişti: 
    — Aman yapmayın Mihracem, dünyanın bütün pirinç depoları bir araya gelse, bu isteği karşılayamaz.

    Mihrace rakamlara göz attığında Sissa’nın zekâsı karşısında dehşetle irkildi: 
    — İstediğin, yaptığından daha acayip” dedi ve Sissa’yı serbest bıraktı. 

    Sissa, bir akıl oyunuyla kurtulsa da ilk örneğine M.Ö. 17. yüzyılda Mısır’da, HzYusuf’un bir iftira yüzünden on iki yıl kaldığı yer olarak rastlanan zindanın karanlığı üç bin yıldan fazla sürdü. 

Güzelliğinin perdesinde tüm sırları saklayan ve dışarıya ışıklar saçan Themis’in, gözleri bağlı biçimde, elinde kılıcı ve terazisi ile insanlara mutlu ve mutsuz yaşama paylarını dağıttığına inanılan Antik Yunan’da da karanlığın tonu piramitler ülkesinden pek farklı değildi.

Orta çağ Avrupa'sında suçlulara, öldürme, işkence ve sürgün gibi cezalar uygulanıyordu. Kilisenin, kapısından kovulup bacasından giren satranca izin verilmesiyle eş zamanlı olarak, bu yaptırımlara bir de zindan cezası eklendi. Kişinin sosyal statüsüne göre, şato ya da manastır mahzenlerinde çekilen bu ceza, bireyin toplumdan tamamen tecrit edilmesi ve akıbetinin belirsizleşmesi demekti. 

Doğudan yükselen güneşle Reform ve Rönesans yüzyılına uyanan batı, kilisenin etkisinden uzaklaşabildiği ölçüde mahkumların da insan olduğu gerçeğini hatırlayacaktı.

Birey için, golf sahasındaki küçük top gibi, otoritenin elindeki sopadan yediği darbeyle yuvarlandığı ve genellikle çürümeye terk edildiği çukur olan zindanın, süresi ve şartları belirlenmiş bir cezaevine dönüşmesi için,  Kalvinizm mezhebinin doğması gerekecekti. 

Çürüme ya da nihai kararı bekleme yeri olan zindan konusundaki ezber, bu mezhebin etkisiyle, 16.yüzyılda deniz seviyesi altındaki topraklar ülkesi olan Hollanda'da bozuldu. Kadın cezaevi, Amsterdam Spinnhaus’da yazılı “Korkma! Kötülüğe karşılık vermeyeceğim, aksine iyiye zorlayacağım. Ellerim serttir. Hissiyatım sevgi doludur” anlayışı, modern cezaevi sürecinde, taşın suda oluşturduğu ilk halka oldu.

Kuvvet mıknatıstır çeker, akıl da öyle... Hollanda’da zuhur eden bu rasyonel yaklaşım, satrancı “bilgeliğin ölçüsü” diye tanımlayan Goethe’nin ülkesinde hemen yankısını buldu. Almanya’da birbiri ardınca yeni cezaevleri kuruldu.

Bu olumlu hava dalgası yayılma eğilimi göstermişken, kum saati tersine döndü. Ardı arkası kesilmeyen savaşlar, yaygın fakirlik, harpler sebebiyle başıboş kalan insanların işlediği suçlar, kıtalar arası göçler, ülkelerde meydana gelen sosyal ve siyasal çalkantılar, merkantilistlerin -ucuz iş gücü olarak gördükleri- mahkûmlar karşısında kabaran iştahı, Hollanda dışındaki Avrupa ülkelerinde cezaevi şartlarını 19. asrın başlarına kadar olumsuz şekilde ve ağır biçimde etkiledi. 

Bütün bu yaşananlar, zindan sözündeki o süngersi emicilikle, romancıların kaleminden bengisu içti.

Çok zaman sonra, aynı adla sinemaya da aktarılan, Alexandre Dumas’ın 1845’te yazdığı, Monte Kristo Kontu romanında, aklın sembolü satrançla, çürümenin sembolü If şatosu bir araya geldi. Sadece bilge kişinin adı Sissa yerine, Faria olmuştu bu kez… Tabii golfun ustası, aristokratlar da unutulmamıştı o romanda…

Ekmek hırsızlığı suçundan on dokuz yıl hapis yatan Jan Valjan’ın hayatının anlatıldığı Sefiller romanı yayınlandığında, Sen Nehri bir vaftiz havuzuna dönüşmüştü Fransa'da. 

Zindanla satrancın yüzleştirilmesi ise Stefan Zweig’e kaldı. 1942’de yayınlanan Satranç’ın roman kahramanı, genlerini Sissa’dan almış gibiydi. Gestapo tarafından hücreye kapatılan Dr. B, ele geçirdiği satranç kitabındaki bütün oyunları zihninden oynayarak kendisini çıldırmaktan kurtarıyordu.  

Bu romanları, Michel Foucault’ın, cezalandırmada tasfiyeden terbiyeye geçiş sürecini anlattığı Hapishanenin Doğuşu adlı kitabı takip etti. Eser, idam mahkûmu Damiens'ın, halkın gözü önünde paramparça edilmesiyle başlıyordu. 1757’de Paris’inde yaşanan bu vahşet, Fransız devrimiyle gelen giyotinin niçin modern bir infaz yöntemi olarak görüldüğünü ve insan merkezli infaz sistemine varabilmek için ne kadar ağır bedeller ödendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. 

Osmanlı Devleti de batılılaşma hareketlerinin yoğun şekilde yaşandığı 19. yüzyılda makas değiştirdi ve Islahat Fermanıyla birlikte kurumsal anlamda hürriyeti bağlayıcı cezayla tanıştı. Tersane Zindanının yerini “Bekir Ağa Bölüğü” namıyla maruf Beyazıt Tevkifhanesi aldı. Ancak, sistemin, modernleşmesi ve yerleşik hale gelmesi, Cumhuriyet döneminde süreklilik arz eden çalışmalarla sağlanabildi. 

Mahkûmu, ıslah ve iyileştirilmede ilk adım, onun bir nesne değil özne olduğunun idrakiyle atıldı. Cezaevi algısı değişti. Mahkûmun kaderine terk edildiği “kodes” olmaktan çıkarıldı. Onun güvenli ve vasıflı bir şekilde barınacağı, sağlıklı yaşayacağı, hastalandığında tedavi olabileceği, eğitimini sürdürebileceği, meslek edinebileceği ve yeniden sosyal hayata hazırlanacağı ceza infaz kurumlarına dönüştü. Islah ve iyileştirmeyi temin için çeşitli iş kolları yanında, uzman kişilerin istihdam edildiği psiko-sosyal servisler kuruldu. Meslek edindirme kursları, eğlence programları, yarışmalar cezaevlerinin rutini haline geldi.

Kalite hareketi, koğuş sisteminden, oda sistemine geçişle başladı. Terör ve çete batağına saplanmış kenar kültürün çocuklarını, merkezin tahammül edilebilir bir eksenine oturtabilme çabasının ürünü olan, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarıyla ivme kazandı.

Satrancın okullara ders olarak girdiği iki binli yılların başında, cezaevlerinde tekli yönetim anlayışından vazgeçildi. İdari kararları mutat şekilde yargı denetimden geçen, uluslararası gözlem heyetlerinin ve izleme kurullarının ziyaretlerine açık, basının ve sivil toplum örgütlerinin sürekli gündemde tuttuğu kurumlar olarak taşındı günümüze.  

Rafine bir tercihle cezaevi bütün unsurlarıyla yenilenirken, şiirlerin, türkülerin dilinde eski günlerine takılı kaldı. Karanlık, zindan, pranga, kelepçe, zincir, demir parmaklık, gardiyan, bu mekânın beylik sözleri oldu daima.

Kimi içerden, “beni uzaklarda arama anne” diye seslendi; kimi dışarıda, sevgiliyi cezaevine benzeterek “ben sende tutuklu kaldım” dedi.

İşin asıl kötüsü, bilerek bilmeyerek, hapishaneyi insanın kendi içine taşımasıdır” diyen Nazım Hikmet de geçti hapisten; “Elimde kelepçe, boynumda zincir / Zincir sallandıkça her yanım incir” diyen Kerkük Türküsü de…

Yafta, malta, maruzat gibi cezaevi jargonunu kullanarak yazdığı şiirde; “Yeryüzü boşaldı, kalan biz miyiz? / Güneşe göç var da habersiz miyiz?” diye üst üste sorular soran Necip Fazıl, kaldığı koğuşu tarif ederken “Garip pencerecik, küçük, daracık; / Dünyaya kapalı, Allah’a açık” beytiyle farklı bir yorumun da penceresini açtı hapisten... 

Simdi, anıları kekremsi bir tat veren o hüzünlü geçmişin kıyısında gezerken, cezaevi olmayan bir toplum düşüyle bitirmek isterdim bu yazıyı. Ama bu imkânsız...

Bari Sissa’nın gözde öğrencisi Kasparov’u, bilgisayar başında pes ettiren kolektif aklın, suçu ve suçluyu en aza indirmesini dileyelim. 

13 Temmuz 2022 Çarşamba

Şiir ve Şair

Şiir draje sözdür.
Başka dile tercüme edilemeyen ama her lisanda hissedilebilen bir dil… Bütün enstrümanları kelimelerden ibaret olan en eski söz sanatı.

Şiir yağmur gibidir: Yaşadığı coğrafyanın kültür iklimde buharlaşır, şairin ilham dünyasında bulutlanır, mısralar halinde geldiği toprağa geri döner. Duyulduğu yerde bazen hüzün çiçekleri açar; bazen hasret çıbanı çıkar, bazen teselli verir, bazen yürek şaha kalkar.

Bir başka açıdan şiir, kültür kombinezonuna eklenen son halkadır. Bir var oluş mücadelesidir; Kaybedilmiş bir savaşın, yarım kalmış mutluluğun, teselli edilememiş hüznün resmidir.

Genelde mutluluğun büyük şiiri yoktur. Mutluluktan söz eden şiirler, aslında mutluluğu değil; mutluluğa giden yoldaki acıları, özlemleri anlattıkları için sevilirler. İçinde pişmanlık, tövbe, özlem ve acı olmayan büyük şiir bulamazsınız. Çünkü yaşanan mutluluğun havuzunda su kalmaz. Onun için ıslatıcı değildir bu tür şiirler. O yüzden şaire hep açlığın resmini çizmek kalır.

Şair önce mevcudu resmeder, döner umuda işaret eder. Ancak bu işaret ediş bir ideolog edasıyla değil, bir sevgili, bir baba, bir ana şefkatiyledir. Yani şiir bir ikna değil, bir telkin ya da ilka dilidir. Taş gibi değil, su gibidir. Ve kalbi eriten suyun gücü değil, damlaların devamlılığıdır.
Şiir, belli bir irfan seviyesinde ortaya çıkan artıkları yeniden üretime katma ya da aşkına ulaşma mücadelesidir. Bireysel bağlamda başaramadıklarımızın ya da onurunu kıyasıya yaşayamadıklarımızın hülasasıdır. Duygusal ve zihinsel meselelerimizin odaklaştığı yerde, talepleri gerçekleştirme, baskı veya noksanlıkları ortadan kaldırma ameliyesidir. Bu ameliye, bilgi teknesinin, emek hamurunda Allah’ın akıttığı ilham suyuyla kıvama kavuşur. Ve şiir doğar.

Şiir genelde sevgiden, özlemden, hüzünden, pişmanlıktan ve hep kalpten söz eder. Akıl değildir onun adresi gönüldür. Akıl çeşmesinde ıslanan gönül… Onun için doğduğu kültürün sözleriyle, deyimleriyle, ortak detaylarıyla şekillenir. O hamaset değildir; şuurlu bir bilmezlik halindeki hissediştir. Bir başka söyleyişle şiir, anlık duygu hareketlenmesi değil, “ol mâhîler ki, derya içredir deryayı bilmezler” mısraında ifade edildiği üzere şuur deryasında ama şuursuz bir halde akıp gitmektir.

Şiirde şekil, su için sürahi neyse odur. Eğer sürahi, suyun rengini, tadını, kokusunu bozmuyorsa göz zevkinden öte bir şey değildir. Mühim olan kafiye ve ölçü değil ses ahengi, ses dilidir; şekille muhtevanın, aralarından su sızmayacak kadar samimi olmasıdır.

Şiir manzume değildir. Özdür ve orijinaldir. Dolgu mısralarla dargındır başı. Hissiyatı ve arzusu vardır, kelimeleri slogan olarak kullanmayı hiç sevmez. Kelimeleri hissiyatının tercümanı, arzusunun elçisi olarak görür.

Hafızada kalmak, kolay ezberlenmek ister. Ondandır ki; her mısra bir derde deva olmalı, hem de kolay içilmeli, yani şiir kendini ezberletebilmeli.
Şiir propaganda aracı olmamalı ama her mısra bir fişek gibi olmalı. Yakmalı okuyanı…
Hülasa, Goethe’nin dediği gibi “şiir ya mükemmel olmalı ya da hiç olmamalı.”

Şair içinde yaşadığı toplumun kültürel değerleriyle beslenen, ondan aldığını farklı ve estetik kılarak ona iade edebilen bir aydındır. Yaşadığı çağın tanığıdır. Geçmişin hafızası, kültürünün mirasçısıdır.

Fert olarak kendisiyle ve toplumla barışıktır. Damlası olduğu nehri yani bireyi olduğu toplumu kirletmez, onu rafine etme derdindedir. Bunu ideolog kimliğine bürünmeden bir aydın olarak yapmaya çalışır. Bu gayeyi gerçekleştirebilmek için şairin yaşadığı toplumun tarihini, dilini, deyimlerini, atasözlerini, inançlarını, temayüllerini ideallerini iyi bilmesi gerekir. Kısaca kendi toplumsal değerlerine vakıf olmalıdır şair.
Yetmez! Dünyayı en azından alaca karanlıkta fark edebilecek kadar tanımalıdır. Yani şair bir ayağını yaşadığı coğrafyanın üzerine koyup diğer ayağıyla bütün dünyayı dolaşabilmelidir.
Tanımalıdır ki, mahalli birikimleri şuurlu bilmezlik halinde evrensele dönüştürebilecek bir ruh halini yakalayabilsin.

Doğru, şiir evrenseldir. Ama evrensel olan her şey mutlaka mahalli bir köke dayanır. Tıpkı ağaçların kök üstüne bittiği gibi… Kendi kaynaklarından beslenmeyen şiir betona dikilen çiçek gibidir; Tutmaz.

Ve şairlik, herkesin görüp, yaşadığını, hissettiğini herkesi hayran bırakacak bir lisanla yeniden deşifre etme sanatıdır.
Yani şiir ihdas edilmez; var olanın ama bakir kalanın içinden her seferinde farklı bir duyuşla yeniden çıkarılır.


11 Temmuz 2022 Pazartesi

Bu Kapıdan Yansıyanlar / Özer Şafak

Bazen hayat denk getirir. 
Bir kitaba öylesine bakmak için uzanıverirsiniz. 
Ve kapağındaki aralık kapıdan usulca içeri süzülürsünüz benim gibi… 

Kitaba ismini veren “Bu Kapıdan” şiirindeki kapı imgesi insan zihnini allak bullak ediyor. Kapıdan geçip ulaşacağınız dünyanın heyecanı sarıyor benliğinizi…
            “Yer mi kayıyor yoksa zaman mı savruluyor?
              Daha kaç yıl sürecek bu dinmeyen fırtına?” 

Sevdaya dair şiirler zarafetle dizayn edilmiş. Süslü cümleler değil, gerçek aşkı gören dizelere, ayrılığın görkemli diline, hüznüne  bağlanıp müptelası oluyorsunuz:
             “Bu şehir, bu deniz, bu koku, bu ten
             Seni ilk gördüğüm güne benziyor.” 

Erzurum şiiriyle salt bir kenti değil, doğduğu, yaşadığı kentini, karlı dağların kuşattığı kentini, tarihinden töresine, sevgisinden saygısına, maneviyatına tüm görkemiyle anlatıyor.
            “Seni ancak seninle ömür tüketen anlar”
diyerek de sadece o topraklara değenlere özel kılıyor. 

Anne şiiriyle tüm annelerin sahip olmak isteyeceği bir evlattır.
            “Dumanlı başında gam…
             Ve alnında soylu nur,”
Bir anne bundan öte nasıl anlatılır ki… 

            “Bir ömür tüketip camın önünde,
             Hayatı seyirlik sanıyor perde.”
Sanki hepimizin bu dünyada bir perde olduğunu yüzümüze vuruyor. Bizim dışımızdaki dünyayı seyre daldığımızı tesir edemediğimizi zaten istesek de tesir edemeyeceğimizi, bir perde gibi bağlı olduğumuzu, olduğumuz yerden uzaklaşamayacağımızı anlatıyor bize.

Son dönem şiirlerinde ise bir dönüşüm, değişim yeni bir boyut olduğunu görüyoruz...Şiiri kim yazsın? Yağmuru izleyenler değil elini ateşe sokanlar yazsın. Kendisi ile yüzleşmekten kaçmayanlar yazsın sözüne nazire yapar gibi...
            “Derviş sandıklarımız bezirgân çıktı
             Üzeyir tut elimden sizin ele gidelim” diyor.  

Şiir bazen seni sarsıp kendine getirmeli, masal anlatmak yerine ayna tutmalı. Bunca acının yaşandığı yer yüzünde inandıklarımız hızla özünden kopup   değişiyor, can acıtıyor. Onun için "Sıradan Acılar" şiirinde; 
            “Bu nasıl bir insanlık, bu nasıl bir dünyadır?
             Birinin kahkahası, ötekine tufandır!” diyor.

Son dönem şiirleri ile günümüz yaşamını, yaşanmışlıklarını, çelişkilerini anlatarak toplumun haline ses veren şair, elini taşın altına koyuyor, çağıyla yüzleşiyor. 

Keyifle okuduğum pek çok şiir. Ruhuma tercüman olan pek çok şiir. İyi ki o kapıdan içeri girmişim. Taştan’ın şiirlerinin büyülü dünyasında kaybolmuşum.

20 Haziran 2022 Pazartesi

Eve Dönüş Yolunda

Derslerin hali harap,
Umut yorgun, hedef sarp,
Yine başladı hesap,
Eve dönüş yolunda.

Hiç bitmeyen med cezir
Ve zıtlıkta yarışma,
“Artık çekidüzen ver”
“Lütfen bana karışma”
Eve dönüş yolunda.

Aylar ne tez tükendi!
Beklenen sınav geldi,
Kaybedip tazelendi,
Eve dönüş yolunda.

Mehmet Taştan 

11 Haziran 2022 Cumartesi

Bu Kapıdan çıktı



1. Baskı: Nisan 2016
2. Baskı: Mayıs 2022 
3. Baskı: Haziran 2022

Yayınevi İletişim Bilgileri

 

12 Mayıs 2022 Perşembe

Mayısta Boğaz

Güneş dizüstü çökmüş, emziriyor denizi,
Salınıyor içinde kubbeler dizi dizi.

Çırpınıyor vapurlar, varmak için karşıya,
Çan etekli bir kızın yüzü yansıyor suya. 

Ufka batan bir kayık kaderiyle baş başa,
Sanki bütün martılar mağlup olmuş telaşa. 

Nazlı deniz, ufukta kavuşmuş sevgiliye,
Bu manzara ruhumu döndürüyor deliye. 

Kız kulesi yanından yaklaşırken bir gemi,
Hırçın köpüklü sular ıslatıyor gölgemi…

Mehmet Taştan

2 Mart 2022 Çarşamba

Aşkın Rüyası








Klavye başında gördüğün rüya,
Rengârenk açılmış kırdı yüzünde.
Onunla çoğalıp azalan dünya,
Sanki dile gelmiş sırdı yüzünde. 

Bütün kayıtlardan silinmiş adres,
Uyurken aklından çıkmayan lades,
Sazlıkta kuşları parlatan o ses,
Sayfa sayfa esip, sardı yüzünde. 

Avucunda yosun yeşili kolye,
Konsola yüzüstü düşmüş şövalye.
Masada ışıksız kalan klavye,
Yolları kapamış kardı yüzünde.

Mehmet Taştan