15
asır önce, Hint topraklarında hüküm süren genç mihrace Belhet, birbiri ardınca savaşlar kazanıyor,
şanına şan katıp, iktidar tacını parlatıyordu. Öylesine hızlı büyüyordu ki,
zaferleri yalnız rakiplerinin değil, genç mihracenin de başını
döndürüyordu.
Tecessüsün
doruk çağında olmanın verdiği tecrübesizlikle, zaferlerinden söz ederken
yalnızca “ben” diyor; savaşlarda hayatlarını kaybeden ya da yaralanan binlerce
askere karşı göstermesi gereken vefa borcunu unutuyordu. Bu durum askerde derin
bir hoşnutsuzluğa, halkta infiale yol açıyordu.
Brahman
Sissa, “eşref saati” olduğunu sandığı bir zamanda huzura çıktı:
— Mihracem, siz büyük bir lidersiniz ama hiçbir savaş askersiz kazanılamaz. Zaferlerinizden söz ederken, onları da hatırlayın. Hatırlayın ki,
yalnız ülkelerin değil, gönüllerin de mihracesi olasınız, dedi.
Belhet’in cevabı müstebitçe oldu:
— Atın bunu
zindana!”
Ve atıldı.
Beyin,
kafatası hapsinde düşünür. Sissa’da öyle yaptı. Belhet’in karanlığında düşündü. Hayatta mat
olmamak için aklını şaha kaldırdı ve satrancı buldu.
Zindanın
kalın duvarlarını aşarak ülkeye yayılan satranç, yıllar sonra saraya girdi. Belhet’i
de tesirine aldı. Karşılıklı birinci hamleden sonra 400, karşılıklı
beşinci hamleden sonra 288 milyar kombinezon oluşturulabilen satranç,
Mihrace’de vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. Satrancı icat edenin bulunarak huzuruna
getirilmesini istedi.
Brahman
Sissa’yı karşısında gördüğünde şaşkınlığını gizleyemedi:
— Seni unutmuştum. Dile benden ne dilersen.
Artık iyice yaşlanmış
ve dünyadan elini eteğini çekmiş olan Sissa, Mihrace’ye son bir ders vermek
istedi:
— Efendim,
satranç tahtamın birinci karesine bir pirinç koyun, sonrakilere sırasıyla 2, 4,
8, 16 şeklinde, bir öncekinin iki katını koyarak satranç tahtamın 64 karesini
pirinçle doldurun dedi.
Belhet isteneni küçümsedi:
— İstediğin,
yaptığını ifsat etti.
Neyse ki mihracenin
imdadına maliyeden sorumlu vezir yetişti:
— Aman yapmayın
Mihracem, dünyanın bütün pirinç depoları bir araya gelse, bu isteği
karşılayamaz.
Mihrace rakamlara göz
attığında Sissa’nın zekâsı karşısında dehşetle irkildi:
— İstediğin,
yaptığından daha acayip” dedi ve Sissa’yı serbest bıraktı.
Sissa, bir akıl oyunuyla kurtulsa da ilk örneğine M.Ö. 17. yüzyılda Mısır’da, Hz. Yusuf’un
bir iftira yüzünden on iki yıl kaldığı yer olarak rastlanan zindanın
karanlığı üç bin yıldan fazla sürdü.
Güzelliğinin
perdesinde tüm sırları saklayan ve dışarıya ışıklar saçan Themis’in,
gözleri bağlı biçimde, elinde kılıcı ve terazisi ile insanlara mutlu ve mutsuz
yaşama paylarını dağıttığına inanılan Antik Yunan’da da karanlığın tonu
piramitler ülkesinden pek farklı değildi.
Orta çağ Avrupa'sında suçlulara, öldürme, işkence ve sürgün gibi cezalar uygulanıyordu.
Kilisenin, kapısından kovulup bacasından giren satranca izin verilmesiyle eş
zamanlı olarak, bu yaptırımlara bir de zindan cezası eklendi. Kişinin sosyal statüsüne göre, şato ya da manastır mahzenlerinde çekilen bu ceza,
bireyin toplumdan tamamen tecrit edilmesi ve akıbetinin belirsizleşmesi demekti.
Doğudan yükselen güneşle Reform ve Rönesans
yüzyılına uyanan batı, kilisenin etkisinden uzaklaşabildiği ölçüde mahkumların
da insan olduğu gerçeğini hatırlayacaktı.Birey
için, golf sahasındaki küçük top gibi, otoritenin elindeki sopadan yediği darbeyle yuvarlandığı ve genellikle çürümeye terk edildiği çukur
olan zindanın, süresi ve şartları belirlenmiş bir cezaevine dönüşmesi için, Kalvinizm mezhebinin doğması
gerekecekti.
Çürüme
ya da nihai kararı bekleme yeri olan zindan konusundaki ezber, bu mezhebin etkisiyle, 16.yüzyılda
deniz seviyesi altındaki topraklar ülkesi olan Hollanda'da bozuldu. Kadın
cezaevi, Amsterdam Spinnhaus’da yazılı “Korkma! Kötülüğe
karşılık vermeyeceğim, aksine iyiye zorlayacağım. Ellerim serttir. Hissiyatım
sevgi doludur” anlayışı, modern cezaevi sürecinde, taşın suda oluşturduğu
ilk halka oldu.
Kuvvet
mıknatıstır çeker, akıl da öyle... Hollanda’da zuhur eden bu rasyonel yaklaşım,
satrancı “bilgeliğin ölçüsü” diye tanımlayan Goethe’nin
ülkesinde hemen yankısını buldu. Almanya’da birbiri ardınca yeni cezaevleri
kuruldu.
Bu
olumlu hava dalgası yayılma eğilimi göstermişken, kum saati tersine döndü. Ardı
arkası kesilmeyen savaşlar, yaygın fakirlik, harpler sebebiyle başıboş kalan
insanların işlediği suçlar, kıtalar arası göçler, ülkelerde meydana gelen
sosyal ve siyasal çalkantılar, merkantilistlerin -ucuz iş gücü
olarak gördükleri- mahkûmlar karşısında kabaran iştahı, Hollanda dışındaki Avrupa ülkelerinde
cezaevi şartlarını 19. asrın başlarına kadar olumsuz şekilde ve ağır biçimde
etkiledi.
Bütün
bu yaşananlar, zindan sözündeki o süngersi emicilikle, romancıların kaleminden
bengisu içti.
Çok
zaman sonra, aynı adla sinemaya da aktarılan, Alexandre Dumas’ın
1845’te yazdığı, Monte Kristo Kontu romanında, aklın sembolü
satrançla, çürümenin sembolü If şatosu bir araya geldi. Sadece bilge kişinin
adı Sissa yerine, Faria olmuştu bu kez… Tabii golfun ustası, aristokratlar da
unutulmamıştı o romanda…
Ekmek
hırsızlığı suçundan on dokuz yıl hapis yatan Jan Valjan’ın hayatının anlatıldığı Sefiller
romanı yayınlandığında, Sen Nehri bir vaftiz havuzuna dönüşmüştü
Fransa'da.
Zindanla satrancın
yüzleştirilmesi ise Stefan Zweig’e kaldı. 1942’de yayınlanan Satranç’ın
roman kahramanı, genlerini Sissa’dan almış gibiydi. Gestapo tarafından
hücreye kapatılan Dr. B, ele geçirdiği satranç kitabındaki bütün oyunları
zihninden oynayarak kendisini çıldırmaktan kurtarıyordu.
Bu romanları, Michel
Foucault’ın, cezalandırmada
tasfiyeden terbiyeye geçiş sürecini anlattığı Hapishanenin Doğuşu adlı
kitabı takip etti. Eser, idam mahkûmu Damiens'ın, halkın gözü
önünde paramparça edilmesiyle başlıyordu. 1757’de Paris’inde yaşanan bu vahşet, Fransız
devrimiyle gelen giyotinin niçin modern bir infaz yöntemi olarak görüldüğünü ve insan merkezli infaz sistemine varabilmek için ne kadar ağır
bedeller ödendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu.
Osmanlı Devleti de batılılaşma hareketlerinin yoğun şekilde yaşandığı 19. yüzyılda makas değiştirdi ve
Islahat Fermanıyla birlikte kurumsal anlamda hürriyeti bağlayıcı cezayla
tanıştı. Tersane Zindanının yerini “Bekir Ağa Bölüğü”
namıyla maruf Beyazıt Tevkifhanesi aldı. Ancak, sistemin, modernleşmesi
ve yerleşik hale gelmesi, Cumhuriyet döneminde süreklilik arz eden çalışmalarla
sağlanabildi.
Mahkûmu,
ıslah ve iyileştirilmede ilk adım, onun bir nesne değil özne olduğunun
idrakiyle atıldı. Cezaevi algısı değişti. Mahkûmun kaderine terk edildiği
“kodes” olmaktan çıkarıldı. Onun güvenli ve vasıflı bir şekilde barınacağı,
sağlıklı yaşayacağı, hastalandığında tedavi olabileceği, eğitimini
sürdürebileceği, meslek edinebileceği ve yeniden sosyal hayata hazırlanacağı
ceza infaz kurumlarına dönüştü. Islah ve iyileştirmeyi temin için çeşitli iş
kolları yanında, uzman kişilerin istihdam edildiği psiko-sosyal servisler
kuruldu. Meslek edindirme kursları, eğlence programları, yarışmalar
cezaevlerinin rutini haline geldi.
Kalite
hareketi, koğuş sisteminden, oda sistemine geçişle başladı. Terör ve çete
batağına saplanmış kenar kültürün çocuklarını, merkezin tahammül edilebilir bir
eksenine oturtabilme çabasının ürünü olan, yüksek güvenlikli ceza infaz
kurumlarıyla ivme kazandı.
Satrancın okullara ders olarak girdiği iki binli yılların başında, cezaevlerinde tekli yönetim anlayışından vazgeçildi. İdari kararları mutat şekilde yargı denetimden geçen, uluslararası gözlem heyetlerinin ve
izleme kurullarının ziyaretlerine açık, basının ve sivil toplum örgütlerinin sürekli gündemde tuttuğu kurumlar olarak taşındı günümüze.
Rafine
bir tercihle cezaevi bütün unsurlarıyla yenilenirken, şiirlerin, türkülerin
dilinde eski günlerine takılı kaldı. Karanlık, zindan, pranga, kelepçe, zincir,
demir parmaklık, gardiyan, bu mekânın beylik sözleri oldu daima.
Kimi
içerden, “beni uzaklarda arama anne” diye seslendi; kimi dışarıda,
sevgiliyi cezaevine benzeterek “ben sende tutuklu kaldım” dedi.“İşin
asıl kötüsü, bilerek bilmeyerek, hapishaneyi insanın kendi içine taşımasıdır”
diyen Nazım Hikmet de geçti hapisten; “Elimde kelepçe,
boynumda zincir / Zincir sallandıkça her yanım incir”
diyen Kerkük Türküsü de…
Yafta,
malta, maruzat gibi cezaevi jargonunu kullanarak yazdığı şiirde; “Yeryüzü
boşaldı, kalan biz miyiz? / Güneşe göç var da habersiz miyiz?” diye üst
üste sorular soran Necip Fazıl, kaldığı koğuşu tarif ederken “Garip
pencerecik, küçük, daracık; / Dünyaya kapalı, Allah’a açık” beytiyle farklı
bir yorumun da penceresini açtı hapisten...
Simdi, anıları kekremsi bir tat veren o hüzünlü geçmişin kıyısında gezerken,
cezaevi olmayan bir toplum düşüyle bitirmek isterdim bu yazıyı. Ama bu
imkânsız...
Bari Sissa’nın
gözde öğrencisi Kasparov’u, bilgisayar başında pes ettiren kolektif
aklın, suçu ve suçluyu en aza indirmesini dileyelim.