Yıl 1974. Yer, iletişimin yerine muhabbetin, bilginin yerine hikmetin, başarının yerine saadetin hüküm sürdüğü şehir: Erzurum... Yenişehir, Dadaşkent gibi uydu semtlerinin henüz hiçbiri yok... Mahalle arası evlerin, hatırı sayılır bir kısmı ahşap... Yüreğine bir kama gibi saplanan, devasa beton yığınlarının sayısı oldukça az... Bunlardan en dikkat çekeni, Gez mahallesindeki 14 katlı bir bina... Demirevler'de olduğu gibi iki-üç katlı betonarme yapılar var ama onlar da camilerin, medreselerin siluetini bozacak boyda değil... Bir caddenin kenarında oturup, yoldan geçen arabaları şaşırmadan sayabilirdiniz. Çünkü motorlu araç sayısı çok azdı... İstisnalar dışında, kimsenin özel aracı olmadığı gibi, böyle bir derdi de yoktu... Şehir içinde, tek ulaşım aracı her duraktan büyük bir gürültüyle kalkan belediye otobüsleri ve küçük balıklar gibi onlara eşlik eden minibüslerdi. Caddeleri, "emi, emi arkaya kamçı" diyerek arkasından bağrıştığımız faytonlar süslüyordu... Bir de sineklikli kapılarından, mis gibi döner kokusu yayılan lokantaları vardı o eski Erzurum'un...
Ve ben yedi yaşındayım. Şimdiki
çocukların, yumurtadan başlarını çıkardıklarında iç içe yaşamaya başladıkları,
internet ve cep telefonlarının yokluğu bir tarafa, günün birinde böyle şeylerin
icat edileceğinden bile bihaberiz. Mekanik iletişim adına sadece sabit
telefonlar var. O da iki üç sokakta, bir evde belki... Tek kanallı, siyah-beyaz bir televizyondan, haftada birkaç gün yayın yapılıyor. Televizyon da
evlerden ziyade, daha fazla müşteri çekebilmek için kahvehanelerde
yaygınlaşıyor... Bizim evde ikisi de yok mesela...
O yıllarda bizim evimizdeki tek
mekanik ses, radyo... O da saat 19.00 ajanslarında babama, onun dışındaki
zamanlarda bize tahsisliydi. Tam olarak ne zaman başladı bilmiyorum ama hafta
içi her gün saat 10.00'da başlayıp 15-20 dakika süren arkası yarın programları,
uzun süre gözdemiz olmuştu bizim...
Kıbrıs Barış Harekâtının yapıldığı
günlerde, radyoda "Yunan ordusu Kütahya ve Eskişehir'i işgal edip
Ankara'ya doğru ilerlemeye başladı" şeklinde bir haber duydum. Panikle
diğer odadaki ablamın yanına koştum. Bu kötü haberi ona yetiştirdim. "Nasıl olur savaş Türkiye'de yapılmıyor
ki" dedi ama belli ki onun da canı sıkılmıştı. Radyonun bulunduğu odaya
geçtik. Haber hâlâ devam ediyordu. Büyük taarruz için hazırlıkların
başladığından söz ediyordu. Gülerek bana baktı: "bu savaş şimdi değil,
eskiden olmuş, sonunda biz kazanmışız" dedi. Sevindim.
Şairliğime açılan ilk kapı
Okul başladığında Türkçe'den önce
matematiği sökmüştüm. Eğer üçüncü sınıftayken, matematikte okulun en iyilerinin
dahil edildiği programa beni almasalardı, ne okumayı severdim, ne de
edebiyatı... Olay şöyle oldu: Sabahcıydık, öğlede paydos zili çalınca, herkes
evine giderken, biz okulda kalıyorduk. Her gün öğleden sonra, uzman heyetin
bize verdiği test kitaplarındaki soruları çözüyorduk. O test, o gün bitiyor,
ertesi gün bir başka test veriliyordu. Testlerin hepsi matematik değildi. Hatta
belki çoğu değildi. Büyük bir kısmı mantık, şekil, dikkat sorularıydı. Bu iş,
Gazi İlkokulunun, merdivenleri elle tutunarak çıkılan, çatı katındaki
kütüphanesinde yapılıyordu. Testi erken bitiren öğrenci serbest kalıyordu. İşte
o şato gibi kütüphaneye böyle dadandım. Test başlamadan önce veya bittikten
sonra bir masal kitabı alıyor, iştahla okuyordum. Bu şekilde başlayan kitap
okuma tutkum bir daha da silinmedi. Belki önceleri lüzumsuz, gereksiz şeyler
okudum ama onlar bana palet vazifesi gördü. Sanıyorum, okuma alışkanlığı
kazanmama ilişkin bu öykü yalnızca benim değil, ait olduğum neslin ortak hikâyesidir.
Sahneye de ilk kez o sene
çıktım. Aylardan mayıstı. Okulun, sac kemer tavanıyla soba borusunu andıran tiyatro salonunda, yıl sonu müsameresi yapılıyordu. Ben de tek kişilik, kısa bir oyun sunacaktım. Heyecanla
o anı bekliyordum. Bir ara sordum: “Öğretmenim, ben ne
zaman çıkacağım?” “Hemen gel” demez mi? O sırada, bir sonraki toplu
gösteriye hazırlık yapıldığı için sahnenin perdesi kapalıydı. Öğretmen,
mikrofonu elime tutuşturdu. İki kanatlı kadife perdeyi hafifçe aralayıp beni öne
geçirdi. Bir anda kendimi, gözleri bana odaklanmış kalabalığın karşısında buldum. Seyirciler arasında annemi görünce epey rahatladım. Elimde kocaman bir baston…
Bağırıyorum: “Kayıp baston! Kayıp baston!..” Derken, 3-5 dakika sonra oyun bitti. Sıra sahneden
ayrılmaya geldi. Ama perdenin birleşme noktasını bir türlü bulamıyorum. Gidiyorum,
açılmıyor. Kafam, kadife perdenin kıvrımlarına gömülüyor. Tekrar deniyorum,
yine olmuyor. Pileler içinde kayboluyorum. Salon gülmekten kırılıyor.
Bir utandım, bir utandım sormayın gitsin. Neyse ki içeriden bir el beni çekip aldı.
Gazi İlkokulu deyince, öğretmenimiz
Ayşe Çağlıyan'ı hayırla yad etmeliyim. Güzel ve zarif bir hanımdı.
Sevdirerek öğretir, korkutmadan saydırırdı.
Ve bir akşam, evde yaramazlık
yaparken, annemin söylediği bir çift söz, bana yeni bir ufuk açtı. "Oğlum
babana söyle, sana Şah İsmail'i anlatsın, çok güzel anlatır" dedi.
Kuşkusuz bu sözü, evi elli altıya veren oğlunun uslu durmasını sağlamak için
söylemişti. Annemin o tatlı yüzüne baktım; her zaman ki gibi samimiydi. Babamın
dizinin dibine çöktüm. Anlatmasını istedim. Önce nazlandı. Yorgunum dedi. Israr
ettim. Ve söze girdi. Giriş o giriş... Şah İsmail ile başlayan öykü dinleme
seanslarım haftalarca devam etti. Köroğlu, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber,
Ercişli Emrah hikayeleriyle sürüp gitti. Tabii yalnız hikayeleri değil, o
muhteşem sesiyle öykülerdeki Türküleri de seslendiriyordu:
"Kendahar'dan geldim murad
almaya,
Aman Arap aman incitme beni"
Sanıyorum bu öyküler ve türküler,
şairliğime açılan ilk kapı oldu. O öyküleri dinlemeye başladıktan bir süre
sonra, Habip Baba Türbesi'nin önündeki seyyar kitapçıya uğramaya başladım.
Yaşanmış aşk hikâyelerini alıp okumak için... Yusuf ile Züleyha gibi, Leyla ile
Mecnun gibi...
Çok zaman sonra öğrendim ki, babam o
hikâyeleri, İkinci Dünya Savaşı yıllarında dört yıl askerlik yaptığı, Bulgar
Hududunda, okuyarak ezberlemişti.
Bütün çocuklar için zorunlu olan
ilkokul beş yıldı. Tek öğretmen tarafından okutulan bu okula, beyaz yakalıklı
siyah önlüklerle gidilirdi. Erkek çocukların saçları genellikle üç numarayla
traş edilir; uzanan saçlar yapılan ikaza rağmen kesilmemişse, öğretmen
tarafından derinden makaslanır; üç numaraya vurdurmak kaçınılmaz hale gelirdi.
Sınıflarda haftalık tırnak ve mendil kontrolü yapılır, çocuklara temizlik
alışkanlığı kazandırmaya çalışılırdı. Okullarda dayak serbestti. Çok vahim
bir durum olmadıkça, çocuğunu dövdüğü için öğretmenden şikayetçi olmayı,
veliler aklından bile geçirmezdi.
Öğretmenlerin yalnızca derste değil, ders dışında da öğrenciler üzerinde
evebeyvne yakın bir ağırlığı vardı. Okulun dışında bile olsa, bir öğrencinin
bir yanlış hareketine rastlanmışsa, bu eylemden dolayı, öğretmen ya da idare
hesap sorulabilirdi.
Sosyal derslerin bazı konuları
bakımından iki farklı zihin dünyamız vardı: Okula ait doğrular, eve ait
doğrular... Mesela, 27 Mayıs okula göre bayram, eve göre yas günüydü. Okulda
öğrendiğimiz bilgileri her yerde paylaşabilirdik ama böylesi konularda büyüklerimizden
dinlediğimiz bilgilerin her yerde paylaşılmaması gerektiğini de bilirdik. Zaten
onlar da bunları bize "kimseye söylenmemek" kaydıyla öğretirlerdi.
Babamızın anlattığı bu sakıncalı bilgileri annemiz duymuşsa, "bunları
çocuğa anlatma, başını belaya koyacaksın" diyerek genellikle itiraz
ederdi. Bu itirazlar karşısında, babaların cevabı da birbirine benzerdi:
"Benim oğlum akıllıdır, kimseye bir şey demez." İlk bakışta çok
zormuş gibi görünen bu durum, en azından bu konularda bizi ezbercilikten kurtarır,
her iki tarafta öğrendiklerimizi mukayeseli bir şekilde düşünmemizi sağlardı.
İlginç bir örnektir: Henüz
ilkokuldayken babamdan şöyle bir öykü dinlemiştim. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
ölüm döşeğinde yatan Mareşal Fevzi Çakmak'ın ziyaretine gider. Mareşal,
"O'nu içeri almayın. Ben, O'nu üç şartla Cumhurbaşkanı seçtirdim. Verdiği
sözlerin hiçbirinde durmadı" der. İsmet Paşa, Mareşal'ı göremeden
hastaneden ayrılır.
Emekli bir Genel Kurmay Başkanının,
kendisini görmek için hastaneye kadar gelen Cumhurbaşkanına böyle bir şey
yapamayacağını düşündüğüm için, inanılması güç olan bu bilgiyi kimseyle
paylaşmadım. Yıllar sonra, benzer bir bilgiyi, bir kitapta okuyunca çok
şaşırdım. Oradaki anlatım şöyleydi: "Mareşal, Nişantaşı Sağlıkevi'nde
yatarken, İnönü ve İçişleri eski bakanı Şükrü Sökmensüer, haber vermeden
hastaneye ziyarete giderler. Mareşal'in hemşiresi Nebahat Hanım, doktor
tavsiyesi ile ziyaretçi kabul edilmiyor deyince hastane kapısından geri
dönerler. Mareşal, 10 Nisan 1950'de ölür."
Üzerine tuz dökülmüş domates
Bizim çocukluğumuzda, bilgisayar
olmadığı gibi elektronik oyuncaklarımız da yoktu. Elektronik oyuncak ne kelime,
elektrik bile konfordu. Köylerin yüzde doksanında elektrik bulunmazdı. Benim
doğduğum ve 5-6 yaşına kadar içinde yaşadığım Rizekent Köyü de öyleydi. Cereyan
yoktu. Elektrik değil cereyan... Çünkü o zamanlar öyle denirdi. Evlerde gaz
lambası yakılır; akşamleyin avluya filan çıkılacaksa idare lambası
kullanılırdı. Bir de lüks lamba vardı ama o her zaman yakılmaz, sadece eve
hatırlı bir misafir gelmişse o zaman yakılırdı. Bizim hatırlı misafirlerimiz
şehirden gelen anneannem ve dayımgil olurdu. Halalarım ve teyzelerim pek
gelmezdi nedense. Ya da ben hatırlamıyorum.
O köy hayatından, öğle saatlerinde
çobanların köye getirdiği koyun sürüleri;
yün ehramlarını atkı biçiminde başına örtüp, süt sağan yaşmaklı
kadınlar; ot yüklü kağnı arabaları, dibek döven delikanlılar, çeşme başında su
dolduran kızlar geliyor aklıma... Bir de nadiren köye gelen jandarma jeepini
hatırlıyorum. O jeep, muhtar-hafiz eminin evinin önünde durur; içinden, pek
tekin bulmadığım üniformalı adamlar inerdi. Onlar, muhtarın evine girdikten
sonra jeepe yaklaşmak, fırsat
bulabilmişsek, kapısına tutunup jeepin içini izlemek, yan aynalardan kendimize
bakmak, eğlenceli gelirdi bize. Evden birisi çıkıp kovuncaya kadar
uzaklaşmazdık jeepin yanından... Rizekent deyipte, Havva Bibiden, eşi Faruk
Hafiz emiden söz etmeden geçmek olur mu? Onlar kapı komşumuzdu. Sabah uyanınca,
onların evinde bulurdum kendimi... Uzun karanlık avluları, pasin örtülü
odaları, ahır sekileri masal gibi gelirdi bana... Komşu demek yavan kalır.
Onlar, bizden; biz onlardan birer parçaydık. Öylesine iç içeydik.. O insanlar,
yıllar sonra tahta atlara binip, dönülmeyen bir attaya gittiler. O güzel
insanlara Allah rahmet eylesin.
Evlerden su da akmazdı. Çeşmelerden
taşınırdı. Üstelik suyu olmayan evlerde oturmak bizim köye özgü bir durum da
değildi. O dönemde, köylerin tamamına yakını böyleydi.
Şehirdeki evlerin genelinde elektrik
ve su vardı ama cereyan çok sık giderdi. Öyle ki, Kavak Mahallesi'ndeki
evimizde, haftanın üç-dört akşamı cereyansız kaldığımız olurdu. Bu yüzden ev
ödevini yapmayan öğrenciler için, "öğretmenim elektrik yoktu, o yüzden
yapamadım" demek matbu bir mazeret haline gelmişti. Tabii, öğretmenlerimiz
de bunu yutmaz, "gündüzden yapsaydın" diye çıkışırlardı.
Futbol dışında, yakan top, birdir
bir, uzun eşek, simmenek, papel, aşık atmak, gındıllik sürmek gibi her yaşa
göre değişen oyunlarımız vardı.
Birbirimizle güreş tutar, boks yapar; bazen de kavga ederdik elbette. Daha
küçükken, küsmek için serçe, barışmak için şahadet parmağımızı kullandığımız
olurdu. Hayatımıza yeni yeni giren filmler, televizyon dizileri ve daha çok
sinema önlerinde satılan foto romanlar, yavaş yavaş oyun alışkanlıklarımızı da
değiştirdi. Lâla Paşa Camii'nin hemen yanında bulunan Doğu Sineması'nda
izlediğimiz tarihi filmlerden sonra, o zamanlar metruk bir halde olan Yakutiye
Medresesi'ni bir film platosu gibi kullanıp, tahta kılıçlarla birbirimizle
savaştığımızı; mahallede, naylon tabancalarla kovboyculuk oynadığımızı çok iyi
hatırlıyorum.
Her nesil, bir önceki neslin
hafızasıyla yetişiyor. Onların ezberiyle şekilleniyor. Benim annem ve babam,
seferberlik neslinin çocuklarıydı. Atın dışkısından arpaların seçilip yendiğini
dinlemişlerdi büyüklerinden... Kendileri de, İkinci Dünya Savaşı yıllarında
karneyi ve yokluğu yaşadıkları için, kanaatkâr olmayı düstur edinmişlerdi. O yüzden annem, kuru sebze haline gittiğimizde, un, şeker,
bulgur, pirinç gibi dayanıklı gıda maddelerini olabildiğince çok alır;
gelmesinden korktuğu zor günler için bir kısmını evde saklar; "herşeyin
dibini getirmeyeceksin" derdi. Onların bu ezberi bizim hayatımızı da ciddi
şekilde etkilemiştir.
Sebze, meyve yılın her mevsiminde
olmaz, en çok sevdiklerimizi yemek için mayıs sonunu beklememiz gerekirdi. İlk
gelenler de oldukça pahalı olurdu ya da bizim satın alma gücümüz oldukça
düşüktü. Ama meyveler de meyve olurdu haa... Genetiği değiştirilmiş yada
hormonlanmış meyve diye bir şey yoktu. Hepsi birbirinden lezizdi. O yıllarda,
pide ekmeğine katık yaptığım, üzerine tuz dökülmüş bir domatesin tadını ömür
boyu unutamam mesela... Bu güne dek, hayatın diğer alanlarında büyük bir tekâmül
sağlanmış olsa bile, damak tadımızın çürüdüğünü, buna bağlı olarak sağlığımızın
bozulduğunu söylemem, herhalde çokbilmişlik sayılmaz.
Yaz tatillerinde, ailelerin genellikle
çocuklarına Kur'an öğretmek gibi bir gayreti olurdu. Çıraklığa gitmeyen
çocuklar, camiiye ya da evlerinde ders veren hocalara giderdi. Hocaya, kızlar
başlarını örterek, bazı oğlanlar da namaz takkesi takarak giderlerdi.
Ellerinde suparalar olurdu. Söylemeden
edemeyeceğim, suparanın ne demek olduğunu Erzurum dışında pek bilen yoktur.
Supara, elif cüzü demektir. Kur'ana geçmiş olan çocuklar, hem daha itibarlı,
hem daha havalı olurdu. Hoca bütün öğrencilere yetişemediği için kidemli
öğrenciler, kıdemsizleri takip ederdi.
Bu durum, verimliliği düşürürdü elbette. Ama yine de, "elif bir
üstün, elif bir esre, elif bir ötür" şeklinde, birbirine karışan seslerin
çocuk ruhlarımıza çok iyi geldiği söylemeliyim.
Esasen ilk dini temayülüm, henüz 2-3
yaşındayken annemin ve babamın namaz kıldıklarını fark etmemle başladı. Onlar
namazdayken, önlerinden geçerdim. Onlar da, kızdıklarını belli etmek için, o
ayeti yüksek sesle okurlardı. Bu durum
hoşuma gider; o sesi bir daha duymak için, tekrar geçerdim. Ablalarımdan biri
varsa, beni tutup alıkoyardı... Sonraki
yıllarda onları rahle başında Kur'an okurken izlemek müthiş huzur verirdi
bana... O deruni sessizlikte, annemin vecde gelip, biraz daha yüksek sesle
okuduğu ayetleri kolayca ezberlerdim: "Meracelbahreyni yeltekıyani. Beynehuma berzahun la
yebğıyan. Febieyyi alai rabbikuma tukezziban."
Çocukluğumun keyifli hatıralarından
biri de, yaz aylarında annemlerle banliyö trenine binip Hasankale'ye veya
Ilıca'ya pikniğe gitmek olurdu. Yanıkdere'ye yaklaşırken öten düdüğü ve yaydığı
duman hafsalamadan gitmeyen buharlı trene, banyo treni denirdi. Bu adın,
gidilen her iki yerde kaplıca olmasından kaynaklandığını sanırdım. Meğer öyle
değilmiş. Erzurum insanın yabancı kelimeleri Türkçeleştirme konusundaki
istidadından kaynaklanıyormuş.
O gecenin adı
Erzurum'un namına yakışır kışları
vardı. Kar, daha çok geceleri yağardı... Sabahleyin, Sanayii Mahallesi'ndeki
evimizden çıktığımızda, her tarafın bembeyaz kar altında kaldığını görürdük. Dizlerimizin üzerine kadar çıkan karlara pata çıka
giderdik okula. Sabahleyin tıka basa dolu otobüsün, pencere kenarında bir yer bulabilmişsek, küçücük bir delikten dışarıyı görmek için nefesimizle eritirdik
camın buzunu... En sert kışı, ortaokul ikinci sınıf öğrencisiyken
yaşadım. 1979-1980 eğitim yılı yani... O kadar soğuktu ki, şubat tatili 15
günden 45 güne çıkarılmıştı. Rivayete göre, o kış birkaç gece hava sıcaklığı
-50 dereceye kadar düşmüş ama halkta panik meydana gelir, dışarıdan şehre erzak
filan gelmez diye basına bu bilgiyi -40 diye vermişler.
Üşümeyelim diye tatil yapmışlardı
ya... Bizi evde tutmak ne mümkün? Sabah 10-11 gibi evden çıkıp, akşama kadar
karlar üstünde top oynardık. Bir akşam eve dönerken soğuktan tirtir titrediğimi,
dilimin tutulduğunu hatırlıyorum. 22 yıldır uzağına düştüğüm Erzurum'da yine
öyle kışlar yaşanıyor mu bilmiyorum ama kırk yıllık dostlarım Fevzi Çakmak,
Hanifi İspirli, Muzaffer Batur ve daha niceleriyle olan samimiyetin o karlar
üstündeki oyunlar sırasında başladığından eminim...
Öğrenim
gördüğüm, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulu o zamanlar havuz başı civarındaydı.
1980'de yalnızca hayatımın en sert soğuğunu değil, siyasi anlamda iz bırakan
iki olayını da o yıl yaşadım. Gün Sazak'ın öldürüldüğü 27 Mayıs sabahında,
okulda bir-iki ders boş geçti. Ardından, kim olduklarını bilmediğimiz gençler
tarafından, sınıflarımız boşaltıldı. Sessizce evlerimize gönderildik. Bu olay,
hangi ellerin yönlendirdiği, bu gün hâla izaha muhtaç olan siyasî olayların,
ortaokulları da etkisi altına aldığını gösteriyordu. Yeni cumhurbaşkanı
seçilemiyor; ülke, her gün yeni ölüm haberleriyle çalkalanıyordu. Bu haberler
bizi vaktinden önce olgunlaştırıyor; anne ve babalarda derin bir endişeye yol
açıyordu. Gençlerse alabildiğince cesur ve bir kadar kararlı görünüyorlardı.
Aylardan ramazandı. Bir gece
sahurumuzu yapıp, Yenişehir'in ilk konutları olan, imar-iskan evlerinin
inşaatına gitmek üzere babamla birlikte yola çıkmıştık. Ellinci yıl kışlası
yakınında jandarma bizi durdurdu. "Asker yönetime el koydu. Sokağa çıkma
yasağı var, evinize geri dönün" dedi. Babamın "benim ne işim var
yönetimle, ben işe gidiyorum" demesini bekledim. Güngörmüş adam, öyle
yapmadı... Canı sıkkın bir vaziyette geriye döndü. Ben de onu takip ettim
çarnaçar. O gecenin adı tarihe 12 Eylül olarak geçti. Ülkenin gündeminden bir
daha da düşmedi. O tufanın bıraktığı enkazı, yıllar sonra okuyarak
öğrenebildim.
Kuşkusuz her öğretmenimin üzerimde
çok hakkı vardır. Ama ortaokuldan bir öğretmen seç deseler, aklıma ilk önce
matematik öğretmenim Fakrullah Komlu gelir. Uzun boylu, yakışıklı bir
adamdı. İki veya üç koyu takım elbisesi vardı. Hep onları giyerdi. Ama o kadar
özenliydi ki, hiç ütüsü bozulmazdı. Ne de üzerinde bir leke olurdu. Çözdüğü
problemlerle tahtayı inci gibi dizerdi. İlginçtir, tebeşir tozu bile sıçramazdı
üzerine... İnançlı bir adam olduğunu çok sonra keşfedebildim. Çünkü dersin
dışında bir konuya kolay kolay girmezdi. Yıllar sonra Tortum'da karşılaştık.
Yine aynı titizlik, yine aynı abide..
Erzurum Lisesi şehrin gözdesiydi
1981 güzünde başladığım Erzurum
Lisesi, o yıllarda Erzurum'un en itibarlı lisesiydi. Tarihi binası, saltanatlı
geçmişi ve yetkin öğretmen kadrosuyla bu şöhreti layıkıyla hak ediyordu. Mezun
olacağımız sene yapılan üniversite imtihanlarında 46 kişilik sınıfımızdan
41'inin üniversiteye yerleşmesi ve benim hiç dershaneye gitmeden ilk tercihim
olan Marmara Üniversite Hukuk Fakültesini kazanmış olmam, lisenin kalitesini
göstermesi bakımından bir fikir verebilir belki... Öyle ki, hangi branşa
bakarsanız bakın, ülkenin parlak simaları arasında, o yıllarda Erzurum
Lisesi'nden mezun olanları görmeniz mümkündür.
Bu
başarının arkasında kimler vardı? Bu sorunun cevabına, Okul Müdürümüz Necip
Çadırcı'dan başlamak lazım herhalde... Karizmanın boyla posla alakalı
olmadığını gösteren demir leblebi.. Senelerce okulun namı diğer adı diye
anıldı. Bunu her haliyle hak ediyordu. Allah rahmet eylesin. Unutulmaz
hocalardan biri Edip Kılıç'tı. Hem çok saygın, hem de işinin ehli... Fiziği
öylesine iyi öğretmişti ki, üniversite imtihanında kendimi Edip hocanın
dersinde sandım. Fizik soruları o kadar kolay, o kadar tanıdık geldi. Peki onun
dersi kolay mıydı? Hayır asla.. Ağırlığını o kadar güçlü bir şekilde üzerimizde
hissettirirdi ki, bir anı bile kaçırılmadan izlenen macera filmi gibi takip
ederdik dersi... O yılların lisesinden geçipte Mukaddes hocadan “et beyinli”
azarını işitmeyen öğrenci yoktur. Ama öğrencilerine verdiği emek nedeniyle
olsa gerek ki, hiçbir öğrenci bu hatırasını paylaşırken hocaya garaz duymayı
aklından geçirmez. Din dersi
öğretmenimiz Necati Selimoğlu. Öylesine muhteşem bir şey yaptı ki, ömür boyu
unutamam. Hayatı, üniversite sınavından ibaret sandığımız son sınıfta, bize
büyük imtihanda lazım olacak bir kapı açtı. Vedduha'dan aşağı olan bütün
sureleri ezberletti. Bunu yaparken de "biliyorum, şimdi zor gelecek ama
ileride faydasını görürsünüz" demişti. Aynen dediğiniz gibi oldu hocam,
faydasını görüyorum hem de çok.
Ve matematik hocam Erdoğan Sert...
Soyadı gibi sert bir adamdı.. Belki bazılarına göre delidoluydu ama delikanlı
bir adamdı. Tuttuğu adamı eliyle değil, yüreğiyle tutardı. Yalnız matematiği
değil, hayatı öğretirdi. Meslek tercihimi o belirledi.
O yıllarda, futbol en gözde
oyunumuzdu. TRT'de yayınlanan, Beyaz Gölge adlı dizinin tesiriyle, basketbol da
epeyce yaygın hale gelmişti. Sinemalarda oynatılan uzak doğu filmleri, kung fu,
karete gibi dövüş kurslarına gidenlerin sayısını da artırmıştı; tıpkı daha
önceleri Muhammed Ali'nin boksa ilgi duymamızı sağladığı gibi.. Öyle ki,
"kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım" deyimini bilmeyenimiz yoktu...
Bütün bunların yanında biz, bir grup
arkadaşla, fikir ve edebiyatla da yakından ilgilenmeye başlamıştık. Okuyor;
şiir ve öyküler yazıyor; hararetle tartışıyorduk. Necip Fazıl, Cemil Meriç,
Peyami Safa gibi isimler bu yıllarda girmişti hayatımıza... Darbe ortamının
sessizliğinde ulaşabildiğimiz düşünce adamlarının sohbetlerine gidiyor,
onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Ürünlerimizin yayınlandığı dergi ya
da mahalli gazetelerde ismimizi görmek, bizi ziyadesiyle mutlu ediyor; o
heyecanla bizi bekleyen geleceği şekillendirmek için hudutsuz hayaller
kuruyorduk.
Kız-erkek ilişkileri oldukça
mesafeliydi. İstisnalar dışında paylaşım çok az olur; okul dışında nadiren bir
araya gelinir; ortak oyun pek oynanmazdı. Bir delikanlı, bir kıza aşık olmuşsa,
varlığını belli etmek için, bir süre onu uzaktan takip ederdi. O sevda karşılık
bulmuşsa, uzaktan uzağa bakışırlardı. Sevenlerin beraber gezmesi, birlikte
görülmesi sık rastlanan bir görüntü değildi. O yüzden olsa gerek, her aşkta
mektupların ayrı bir yeri vardı. Her satırı inci gibi dizilir; sayfalar baştan
sonra hasretle örülürdü.
Bu şehir benim anam ve babam
1984'de yüksek öğrenim nedeniyle
ayrıldığım Erzurum'a, dört yıl sonra geri döndüm. Çocukluk çağından gençlik
çağına giren insanların siması nasıl değişirse, işte öyle değişmeye başlamıştı
Erzurum... Adnan Menderes Bulvarı, Çaykara Caddesi açılmış, Yenişehir ve
Dadaşkent boy vermeye başlamıştı. Şimdi Yakutiye Belediyesi olan bina
adliyeydi. Orada başladı meslek stajım... O dönemde şehrin tek ofset gazetesi
olan Milletin Sesi'nde köşe yazıları yazmaya başladım. Rahmetli
Kemal Alyanak'ın, yetmişini aşkın yaşına rağmen, her gün, traşlı ve kravatlı
olarak geldiği gazetede; Enver Konukçu tarihî, Hanifi İspirli edebî, Talat
Uzunyaylalı siyasî yazılar yazıyordu. Karçiçeği Dergisi'nde, Nurullah Genç,
Nazir Akalın, Mehmet Emin Alper ile birlikte birçok şair arzı endam ediyordu.
Yolu, o dergiden geçenlerden biri de bendim.
Adliyenin yanı başındaki, Huzur Kıraathanesi,
entelektüellerin buluşma adresiydi. Oranın varoluş nedeni satrançtı ama
gelenlerin elinde kitap eksik olmazdı. Satranç ustalığının yanında, Fuzulî'den
Âkif'e, Kutup'tan Marks'a kadar herkes konuşturulurdu. Bolca isim saymak mümkün
ama benim orada tanıştığım ve bir daha da ayrılmadığım, Orhan Bozdemir, Ümit
Turgut ve Yunus Berkli'yi anmadan geçmem ne mümkün... Huzur bizden sonra
kapandı belki ama o yürekli insanlar, yıllar yılı huzurevim oldular. Ne zaman
gökkubbemde hava kararsa birer yıldız gibi ilkin onlar görünür. Aynı ruhtan
yücelen bir nice unsur gibiyiz; onca can içre biriz, sonsuza yansır gibiyiz.
Ve Fevzi Çakmak... Senelerin
ardından İbrahimpaşa Camii'nin önünde karşılaştık. Hasretle kucaklaştık. Çiçeği
burnunda bir mühendisti. Aradan yıllar geçti. O muhabbet hiç azalmadı. Adının
hakkını gönüller fethederek ödeyen kardeşim... Dost yolunda nistliği ondan
öğrendim.
1993'den beri yalnızca tatillerde gelebildiğim şehrin kalbi, benim için şimdi Abdurahman Gazi Mezarlığında atıyor. Zira, babam Halil Usta'yla, annem Kadirye Hanım orda yanyana yatıyor. Ne zaman Erzurum desem, aklıma ilk önce onlar düşüyor.
Çünkü bu şehir benim, anam ve babam...
(*) Bu yazı, "Hatıralardaki Erzurum" adlı kitapta yayınlanmıştır.