31 Aralık 2016 Cumartesi

O Akşam


Baharı anılarda bir mevsim zannederken,
Sanki ilk kez gördüğüm, bir bahardı o akşam.
İçimde buharlaşan düşlerin sıcaklığı,
Başıma ince ince yağan kardı o akşam.
Aramızdan mesut bir dalgınlık akıyordu,
Bakmaya kıyamadım intihardı o akşam.
Gizli gizli hayranlık nöbetini tuttuğum,
Girilmesi imkânsız bir hisardı o akşam.
Gökyüzünden üç elma düşmesini beklerken,
Masallar ülkesinden bir diyardı o akşam.
Yurdumu baştanbaşa tarumar edip geçti.
Gönlümün başkentine kadar vardı o akşam.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Mabet Değiştiren Şehir: Strazburg / Mehmet Taştan

Şehir bir mabetle başlar ve onun etrafında şekillenir. Mabetlerin etrafında çoğalıp, ortak hayatı sürdürebilmek için hürriyetlerinin bir kısmından vazgeçerek hemşehri temelinde eşitlenen bireyler de, mabetlerde ulaşır kendi derinliğine... Yekdiğerine söylenmeyen hayata ve ölüm sonrasına dair bütün pişmanlık ve arzular orada dile gelip, kanatlanır semaya...  O yüzdendir ki, kadim zamanlardan beri şehirler, kendilerini var eden mabetlerle anlam kazanır; onlar ile anılır. İlk sakinleri Hacer ile İsmail olan Mekke, ölü ya da diri bütün Müslümanların yüzünü döndüğü Kabe'de; Kudüs, Süleyman Tapınağı olarak da anılan Mescid-î Aksa'da; İstanbul, bin beş yüzyıllık bir mabet olan Ayasofya'da bulur bütün ihtişamını.

Bir mimarın elinden çıkmışcasına kendi içinde uyumlu ve aynı estetik kodlarla bezenmiş olan Strazburg da öyle... Tüm şehir, Notre Dame Katedrali etrafında şekillenmiş... "Hanımefendimiz" anlamına gelen "Notre Dame" sözüyle kast edilen kişi ise, kuşkusuz Hz. Meryem... Dört yüzyılda tamamlanabilen mabedin iki kulesinden biri eksik bırakılmış yada yapılamamış. Ancak yakından fark edilebilen bu eksiklik, uzaktan bakıldığında, tek Tanrılı din anlayışının bilinçli bir tercihiymiş gibi bir his veriyor. Şehrin neresinden bakarsanız bakın, "gökyüzüne buradan çıkılır" dercesine kadetralin kulesi görünüyor. Öbür yapılarsa akort edilmiş bir sazın, "lâ" sesine uyumlu diğer telleri gibi...  Arada bir karşımıza çıkan ve cesamet itibariyle o bütünle uyumlu olsa bile, malzeme  ve desen itibariyle birer protez gibi duran zamane yapılarını saymazsak, şehir baştan sona taş binalarla örülü... İlk bakışta insanı mest eden o mükemmeliyet, biraz daha derine inince garip bir burukluk oluşturuyor insanda. Binlerce kölenin alın teriyle yükselen bu taş binaların yapımı sırasında, yanlış kesilen taşların bedelini kaç köle hayatıyla ödemiştir acaba?  Tevekkeli değil, ben bu soruyu sorarken, modern matbaayı bulan Gutenberg Heykeli çıkıyor birden karşımıza... Heykelin kaidesindeki kabartmalarda soylular ve zenginler sevinç halindeyken, elleri zincirli köleler, bağlarından kurtulmak için çırpınıyorlar... Matbaanın doğuşuyla, kitap okumanın yaygınlaşması, özgür düşüncenin ve bilimsel çalışmaların başlaması arasındaki paralellik anlatılmak isteniyor o temsillerle.
 
Zamanın ruhuyla kucaklaşmadan, görüneni fotoğraflamak isterseniz, Petit Frans veya Kleber Meydanı ilginizi çekebilir; Opera Binası'nda espressonuzu yudumlarken kendinizi çok iyi hissedebilirsiniz. Ama birbirini keserek geçen iki akarsuyun oluşturduğu dörtlü kavşağın üç köşesine kurulmuş, üç binada, Strazburg'u Noel’in başkenti olmanın ötesine taşıyan başka bir gerçeklik çağırır sizi… Gizemden uzak, çıplak bir dille... 

Birinci köşede, Avrupa (Birliği) Parlamentosu... Merkezi Brüksel'de bulunan Avrupa Birliği'nin yasama organına ait olan bu bina, paradan başka ilke tanımayan birliğin oportünist anlayışına uygun bir tasarımla yusyuvarlak... Hukuki hiç bir değeri olmaza bile, ülkemize yönelik hasmane tutumdan dolayı canımızı sıkan, "Türkiye ile müzakerelerin dondurulması kararı" işte bu binada alınmış. 28 üyesi bulunan Avrupa Birliği'nin, 751 milletvekilinden oluşan Parlamentosunda temsilcimiz yok. Çünkü bu birliğe üye değiliz. Yıllardan beridir aday ülkeyiz.

Suyun karşı kıyısında, Avrupa Konseyi binası var. Binanın önündeki gönderlerde asılı duran 47 üye ülke bayrağından biri bizim şanlı bayrağımız. Nerede olursa olsun insanın içini titreten o nazlı hilal... Konseyin varlık sebebi, sırf Yahudi, Polonyalı, çingene, özürlü veya eşcinsel olduğu için öldürülen on milyon insan... Yani Nazi soykırımı ya da batılıların ifadesiyle holokost... Avrupa Konseyi böyle bir tragedyanın bir daha yaşanmaması için, insan haklarını korumak amacıyla kurulmuş bir örgüt... Konseyin kurucu belgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi... Konseyin üç ana organı var. Bunlar, 47 üyeden oluşan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, 318 üyeden oluşan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ve 47 yargıcı bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi...

Konseyin 12 kurucu üyesinden biri olan Türkiye, şimdi de örgütün en etkili altı üyesinden biri... Bakanlar Komitesinde Dışişleri Bakanı tarafından temsil edilen ülkemiz, Parlamenterler Meclisinde nüfus esasına göre üye ülkelere tanınmış en yüksek sayı olan 18 milletvekiliyle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde ise tüm üye ülkelerde olduğu gibi bir hakimle temsil edilmektedir.
 
 
Suyun iki kıyısından birbirine bakan Avrupa Parlamentosu ile Avrupa Konseyi arasındaki tüp geçit köprüyü saymazsak, bu iki yapı arasında organik anlamda hiç bir bağ yok. Doğrudur, Birlik (AB) de, Konsey (AK) de Avrupa temelli örgütlerdir, Avrupa ülkelerinin tamamına yakını her iki örgüte de üyedir. Her iki örgütün de yasama, yürütme ve yargı organları vardır. Organlar arasındaki isim benzerliği, örgütlerin de birbiriyle karıştırılmasına, hangi organın hangi örgüte bağlı olduğu konusunda tereddütlerin doğmasına yol açmaktadır. Her iki örgütte de, ülkemize yönelik olarak çifte standart örnekleri bulmak mümkündür.

Ancak, Avrupa Birliği ekonomik temelli ve üyelerini zenginleştirmeyi esas alan bir örgüttür. Avrupa Konseyi ise, insan haklarını koruyup geliştirmeyi esas alan, bu hedefi gerçekleştirmek için demokrasiyi olmazsa olmaz sayan bir teşkilattır. Birliğin 28 üyesi, Konseyin 47 üyesi vardır. Birliğin tüm üyeleri birer Avrupa ülkesidir; Konseyin, Gürcistan, Azerbaycan gibi Avrupalı olmayan üyeleri vardır. Birliğin organları Brüksel, Strazburg ve Lüksemburg'a dağılmıştır. Konseyin bütün organları Strazburg’dadır. Birliğin milletvekilleri doğrudan Avrupa Parlamentosu için seçilirler. Yani bu kişiler kendi ulusal meclislerinde milletvekili değildirler. Konseyin Parlamento üyeleri ise, her üye ülkenin meclisindeki milletvekilleri tarafından, o ülkenin nüfusuna göre belirlenmiş 2 ilâ 18 arasında değişen sayılarla temsil edilmektedir. Milletvekillerinden en az birinin kadın olması zorunludur. Birliğin bakanlar konseyinde üye devleti, görüşülecek konunun özelliğine göre ilgili bakan temsil eder. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinde ise, üye ülkeleri dışişleri bakanları temsil eder. Birliğin mahkemesi, AB Adalet Divanıdır. Merkezi Lüksemburg’dur. Birlik hukukuna göre yargılama yapar. Konsey mahkemesinin adı: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'dir. Davalıları yalnızca üye devletlerdir.

Avrupa Konseyi'nin en etkili organı olan bu mahkeme (AİHM) su kavuşumunun üçüncü köşesinde boy gösterir. 1959'da kurulan ve ülkemizin 1990'dan beri zorunlu yargı yetkisini kabul ettiği yerdir burası... Verdiği kararlarla yalnızca olayın taraflarını değil, üye ülkelerin iç hukukunu da etkileyip yönlendiren yargı organıdır. Bir kararında, "Avrupa kamu düzeninin anayasal aracı" olarak tanımladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)'ne göre yargılama yapar ama zaman zaman diğer uluslararası belgelere ya da mahkeme içtihatlarına atıfta bulunduğu da vakidir. Örneğin, sözleşmede bulunmadığı halde kararlarında sıkça kullandığı, "takdir yetkisi" kavramını Fransız Danıştay'ından, "yakın ve mevcut tehlike" kriterini ABD Yüksek Mahkemesi'nden almıştır.  

AİHS'ni dinamik ve güncel kılan mahkeme, üye devletler bakımından yasa hukukundan, içtihat hukukuna geçişin de habercisi gibidir. Hatta Yargıtay bir kararında kanun değerindeki iç hukuk normunu yok sayarak AİHM içtihadını uygulamak suretiyle bu durumu tebşir etmiştir. Anayasal düzenlemelerimiz başta olmak üzere, çeyrek asırdır yapılan yasal değişikliklerde bu mahkemenin açık tesirlerini görmek mümkündür. Anayasa Mahkemesi, iptal davalarında destek ölçü norm olarak kullandığı AİHM kararlarını, bireysel başvurularda ise doğrudan ölçü norm olarak kullanmaktadır... Sözleşme kapsamındaki konularda yüksek mahkemelerden başlayarak iç hukukumuzun dilini de değiştiren AİHM'in, Loizidio-Türkiye kararında, Londra-Zürih Antlaşmalarını ve Kıbrıs'taki Demokratik Anayasal düzeni ortadan kaldıran 15 Temmuz 1974 tarihli Sampson Darbesini yok sayarak, Türkiye'yi işgalci, Kıbrıs Rum Yönetimini adanın tek meşru temsilcisi olarak tanımlaması, bir gerekçe faciasıdır. Dini özgürlüklerin kullanılmasına ilişkin Leyla Şahin-Türkiye kararını unutarak verdiği Lautsi-İtalya kararında ise, çifte standart yorumlarını haklı çıkaran bir yol izlemiştir.
 
Ulusal güvenlik ile basın özgürlüğü arasındaki çatışmalar sebebiyle İngiltere'nin; Çeçenlere yönelik uygulamaları sebebiyle Rusya'nın; özel hayatın gizliliği ile ifade özgürlüğü arasındaki çatışmalar sebebiyle İsviçre'nin; terör suçlarında iç yargı yollarının tüketilmesini beklemeden başvuruları kabul ederek Türkiye'nin çokça canını sıkan AİHM, her şeye rağmen Avrupa Konseyi'nin hem en etkili, hem de en çok tanınıp rağbet edilen organıdır. Bu özelliğinden hareketle denebilir ki, sahibini unutturan eserler gibi AİHM de, bağlı bulunduğu Avrupa Konseyi'nin fevkine geçerek, üye ülkelerde yaşayan 823 milyon insana, hak arama adına son umut kapısı oluvermiştir.
 
Azerbaycan’da toplumsal olaylar sırasında polisten dayak yiyen bir gazeteciden, İspanya'da yazdıklarından dolayı mahkûm edilen bir siyasetçiye; Almanya'da tatil fotoğrafları yayınlanan Monaco Prensesinden, Türkiye'de konuşmalarından dolayı mahkum edilen tarikat şeyhine kadar, insan olmak ve hak aramak dışında ortak paydaları bulunmayan on binlerce insanı koridorlarında buluşturmuştur.
 
Milli bir gözlükle bakıldığında, toplumsal meşruiyetleri ve ulusal hassasiyetleri hafife alan bu dönüşüm;  Avrupa Konseyi kadrajından, 47 ülkenin tamamında demokrasinin yerleştirilmesi ve insan hakları algısının tekleştirilmesi olarak okunabilir. Ama meseleye şehrin merkezi olan mabet temelinde baktığımızda, olan Notre Dame Katedrali’ne olmuştur. Zira Strazburg deyince artık kimselerin aklına yangınlarda pişip, dört yüzyılda bu günkü kıvamına kavuşan o muhteşem Katedral gelmiyor. Sanki şehir ilahi mabedini seküler olanla değiştirmiş gibi herkesin aklına mimarisi teraziyi andıran şu nevzuhur AİHM geliyor.
 
Bu yüzden midir, nedir AİHM'de duruşmalar zangocu çağrıştıran bir mübaşirin ayine davet eden, teatral bir nidasıyla başlıyor. Ve üyeler de o davetin şevkine kapılarak vecd halinde giriyorlar salona...

Duruşma, kimse incitilmeden saatlerce sürüyor... Karar içinse anne karnındaki bebek kadar sabretmek gerekiyor. 

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Savcılar da duygusaldır

Hakim ve savcılar genelde devletin soğuk yüzü olarak bilinir. Ancak, Ankara Adliyesinde görev yapan deneyimli Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan farklı bir özelliğiyle dikkat çekiyor. Taştan, savcılık mesleğinin yanı sıra "şair kimliği" ile tanınıyor; akademik çevrelerde ve edebiyat dergilerinde bu sıfatla adından söz ettiriyor. Kısa bir süre önce, "Bu Kapıdan" adlı üçüncü şiir kitabı çıktı. Taştan'a bir savcıyla aynı bedende yaşayan şairi sorduk. Sanıldığının aksine "Savcılar da duygusaldır" diyen Taştan'la şiiri konuştuk.

Savcılar genelde sert mizaçlı, ısrarla "kanun" diyen insanlar olarak bilinir; şairler ise duygusal... Bu iki sıfatı birlikte nasıl taşıyorsunuz?
Aslına bakarsanız her ikisinin de bir takım şekli kuralları vardır. Bu birinde mevzuattır, diğerinde sanatsal unsurlar... Eğer kurallar tek başına bu iki işi yapmaya yetseydi, bütün bilgiler, gelişmiş bilgisayarlara yüklenir, mükemmel sonuçlar vermesi beklenirdi. Ama bu yapılmıyor? Niye? Çünkü her ikisinde de insan gerçeğine inmek gerekiyor. Onun için rahatlıkla denebilir ki, savcılar da duygusaldır ve de öyle olmalıdır. Eğer duygu boyutunu yok sayarak bu işi yaparsanız, günün birinde o meşhur piyesteki "reis bey" gibi, haksız yere mahkum ettirdiğiniz kişiye, "dünyada suçu bağışlanmadık insan kalmaması için beni affedin" demek zorunda kalabilirsiniz. Böyle bir yanılgıya düşmemek için, empati yoluyla olayın taraflarını anlamaya çalışırsınız. Bunu yaparsınız ama duygusallığa teslim olmaya hakkınız yoktur.

EMPATİYİ BİR YERDE BLOKE EDİYORSUNUZ 

Çünkü teslim olmaya kalktığınızda da en ağır suçu işleyen kişinin arkasında da masum bir eş, masum bir çocuk, masum bir anne olduğunu görürsünüz. Onu gördüğünüz de belki işinizi doğru yapma noktasında bir tereddüte düşebilirsiniz. Dolasıyla işinizi yaparken zaafiyete düşmeme adına o empatiyi belirli bir yerde durdurmak, bloke etmek zorundasınız. Ama doğru sonuca varmak için, dile dökülmeyen o sessizliği mutlaka okumak gerekir.

Savcı ve şairliğin sizin hayatınızdaki yeri nedir?

Onlar iki yanımdan akan iki nehir gibidir. İkisi de insana akar. İkisinin de dayanılmaz bir cazibesi vardır. Biri dış dünyaya yansıyanın, diğeri görünmeyenin peşinden gider. Birinde kamu vicdanını tatmin edecek sonuca varmak için çırpınırsınız; diğerinde okuyucunun gönlünde yer tutacak bir şiiri yazmak için... Ben o iki nehri de çok seviyorum. Biri dersimse, diğeri benim teneffüs alanımdır ya da kendimi gerçekleştirme alanım... Şunu da söylemeliyim ki, öldükten sonra bu dünyada var olmaya devam edeceksem, bunun savcı kimliğimle değil de, şair kimliğimle olacağını sanıyorum.

Biri diğerini etkiliyor mu?
Kesinlikle... Şiir, iyi bir kültürel arkaplan, dil hakimiyeti ve gramer vukufiyeti gerektiriyor. Şiir için edindiğim bu birikimi, mesleki faliyetimde kullanıyorum. Savcılık, önyargılardan uzaklaşmayı, insana insan olarak bakmayı gerektiriyor; şiirimi de bu evrensel bakış açısıyla şekillendirmeye çalışıyorum.

YENİ BİR KİTAP OKUMANIN HEYECANINI VERİYOR

Şair kimliğinizle ile hukukçu kimliğinizin buluştuğu zamanlar olur mu ?

Bazen olur. Bundan on yıl önce, Adana Cezaevinde, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle bir program yapılmıştı. Şairlik yönümü bilen personelim benden, o gece için bir şiir istemişti. "Hangi yasak meyveye uzandı ki ellerin / Gözlerin pınar gibi birden boşaldı kadın" mısralarıyla başlayan mahkum kadın temalı şiir böyle doğmuş; epeyce de olumlu yankı bulmuştu.

Hakim-savcıların genel anlamda şiire edebiyata ilgisi nasıldır?
Çok yoğun bir tempoda çalıştıkları için başka alanlara, bu bağlamda şiire ve edebiyata düzenli şekilde zaman ayıranların sayısının çok fazla olduğunu söyleyemem. Ama çoğunun yanında şiir bahsi açıldığında, yüz kaslarının gevşediğini, o duyguyla hemhal olduklarını görüyorsunuz. Bu Adalet Akademisinde böyle, seminerlerde böyle, hukukçu platformlarında böyle...

Yeni kitabınızı birkaç cümleyle anlatmanızı istesek?
Otuz yıllık bir şiir serüvenin hulasası.. Gelenekten izler taşıyor ama başkasının izinden gidenlerin kendi ayak izlerini bırakamayacağının da farkında... Okuyucusuna "bir gün bir kitap okudum hayatım değişti" dedirtecek çapta değil, ama yeni bir kitap okumanın heyecanını verecek türde...

Şiir okuyucusunun az olması şair olarak sizde karamsarlığa yol açıyor mu?
Pazar yeri kalabalık olur ama herkes aldığını bir iki gün içinde, hadi bilemedin bir hafta içinde tüketir. Antika dükkanları ise sakin olur; çoğu insan yerini bile bilmez. Oradan bir şey alanlar da, tüketmek için değil, hayatlarına katmak için götürürler evlerine.. Şiir de böyle bir şeydir işte... Müşterisi az ama özeldir... 

http://www.hurriyet.com.tr/savcilar-da-duygusaldir-40136778

3 Temmuz 2016 Pazar

Yakarak Tarihe Geçenler / Mehmet Taştan

        Çin'den, Polonya'ya kadar, girdiği her yeri yakıp yıkan Cengiz Han'a, bir gün sormuşlar:

        — Han'ım girdiğiniz bütün şehirleri niçin yakıp yıkıyorsunuz?

        Cengiz Han celallenmeden şu cevabı vermiş:

 — Benim Abbasi halifeleri gibi hanlar, hamamlar yaparak tarihe geçme şansım yok. Ben de yakarak tarihe geçeceğim.

   Sonuç tam da dediği gibi olmuş; Cengiz Han, şehirler yakan kişi olarak tarihe geçmiştir. Ama O bu alanda yalnız değildir. Çünkü, yakarak tarihe geçmenin ondan daha güçlü bir sembolü vardır: O sembol kadındır. Kuşkusuz, iki yangın arasında derin farklar vardır. Örneğin, Cengiz Han öfkeyle, kadın tebessümle yakar; Cengiz Han yakıp, yok eder, kadın yaktığını yeniden inşa eder. Bunlar doğru olmasına doğru da neticede ikisi de yangın... O yüzden olsa gerek, Nedim:

          "Tahammül mülkünü yıktın, Hülagu Han mısın kâfir
            Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir"

Mısralarıyla sevgiliye seslenirken, iki yangın arasındaki benzerliği vurgular.

Esasen, beşerî aşkın ilk kıvılcımları Arafat’ta çakılır. Cennetten kovulup yeryüzüne gönderilen Adem, Sri Lanka’ya; Havva, Cidde'ye indirilir. Senelerce birbirlerini ararlar. Nihayet bir gün Arafat’a varırlar. Burası Mekke yakınlarında, büyük bir çöldür.

Kadınlar daha dikkatli olur, denir ya… Demek ki ilk insandan beri öyle... Önce Havva görür Adem'i. Ama seslenmez. Arayan değil aranan, özleyen değil özlenen olmayı seçtiği için, oracıkta bir fundalığın arkasına saklanır. Adem'in onu bulmasını bekler. Buna naz mı demeli yoksa cilve mi? Onu bilemem ama beklediği olur. Adem de az sonra görür Havva'yı... Böylece yeryüzünde ilk buluşma gerçekleşir. Bu vuslattan hareketle, buluşma yeri anlamına gelen Arafat ismi doğar. O gün bugün orası insanlığın büyük buluşma yeridir. 

O kıvılcım çölün bir başka yerinde, Leyla’nın aşkı ile Mecnun’un yüreğinde yangına dönüşmüştür. Aşkın bütün deliliklerini yaşayan Mecnun'u, bir gün, bir köpeğin ayağın öperken görmüşler. Bu hal görenleri epey kızdırmış. Çıkışmışlar:

— Bu ne hal böyle Mecnun, hiç köpeğin ayağı öpülür mü?
         Mecnun kayıtsızca bakmış onlara:
         —  Ben köpeğin ayağını öpmüyorum ki!
         —  Ya ne yapıyorsun?
        — Bu köpek, Leyla'mın vahasının köpeğidir. Bastığı yerlere Leyla basmıştır. Onun ayaklarında Leylamın ayak izlerini kokluyorum.

Bu metafor bizi yeniden Nedim'e götürüyor. O diyor ki: "Bülbülü uyuyor sanmayın, gagasını kanadının altına koymuş, uykuda sevgilinin hayalini kokluyor." Demek aşka düşen akıl iflah olmuyor. 

Batıda aşkın ölümsüzleştirdiği Beatrice, akranı olan Dante'yle tanışıp, onu etkilemeye başladığında henüz dokuz yaşındadır. On yıl sonra gerçekleşen ikinci buluşmada şair, kızın güzelliği karşısında öylesine erir ki, aleve sarılı bir ruha döner. “Hayalden yana olduğu kadar, sözden yana da çok zengin olsam, yine de güzelliğinin binde birini bile anlatmaya cesaret edemem” der. Bu son görüşmedir. Bir daha asla buluşamazlar. Kız, yirmi dört yaşında hayata veda eder. Ama şairin gönlünde hep canlı kalır. Dante, bütün eserlerini o aşkın verdiği ilhamla yazar. İlahi Komedya o aşkla doğar. Bu trajik öykü, Floransa'daki Dante Kilisesi'nin bahçesine konulan sepeti bile kutsallaştırır. Şairin mezarı başındaki o sepet, asırlardır, karşılıksız kalmış aşk mektuplarıyla dolup taşan dert küpüne dönüşür.  

Kral ya da şah olmak da bu yangının ateşinden kurtarmaz.

Yer bu kez Hindistan... Babür hükümdarı Şah Cihan, deliller gibi âşık olduğu, yanındayken bile çok özlediği sevgili eşini, doğum sonrası durmayan kanama yüzünden kaybeder. Mümtaz Mahal'in ölümü, Şah Cihan'ı hayata küstürür. O'nun adını ebedileştirmek için Taç Mahal'i yaptırır. O aşk, Yemuna nehrinin kenarında yükselen ve şehrin her tarafından görülebilen Taç Mahal’de ölümsüzleşir.

İngiliz Kralı 8.Henry’nin aşk gözünü öyle kör eder ki, gözü ne kiliseyi görür ne de papayı… Her şey Henry'nin, Anne Boleyn'e âşık olmasıyla başlar. Kıza yaklaşmak ister. Ama Boleyn "nikah olmadan asla" der. Kralın onunla nikah kıyabilmesi için mevcut eşinden boşanması gerekmektedir. Ne var ki, Vatikan Kilisesi krala boşanma izni vermez. Çünkü Katolik nikahında boşanma yoktur. Bu yasak, Henry'yi çileden çıkarır. Afaroz edilme pahasına Vatikan’ın aldığı kararı reddeder. Tutar, İngiltere'de Anglikan Kilisesini kurar.  Bu kilisesinden aldığı izinle mevcut eşini boşar ve Anne Boleyn'le evlenir. Bu aşkın ilk meyvesi Anglikan mezhebi olur. İkicisi de İngiltere'de kraliyet soyunun değişmesine yol açan 1.Elizabeth… 

       İngiltere’de yeni bir mezhebin doğuran aşk, Fransa’da da -güncelliğini hiç yitirmeyen- bir düşünürün doğmasına yol açar...  Kimden mi söz ediyorum? Tabii ki Montesqıeu’dan…Üstelik O’nu tarih sahnesine çıkaran bu öykü uzak bir coğrafyada ve çok eski bir çağda yaşanır. Yani, İran'da kanat çırpan bir kelebek, Fransa'da fırtına çıkarır.

        Olay şöyledir: Eşi tarafından aldatıldığını öğrenen İran Şahı Şehriyar, bütün kadınlara düşman kesilir. Her gece bir başka kadınla olur. Her şafakta geceyi birlikte geçirdiği kadını idam ettirir. Onlarca kadının kurban edildiği bu süreçte, nihayet bir gün sıra Şehrazat adlı bir kıza gelir. O gece şahın odasına giren genç kız dahiyane bir şey yapar. Şafak sökmeden bir masal anlatmaya başlar. Gün ağarır ama masal bitmez. Şah, bitmeyen masalın sonunu dinleyebilmek için, Şehrazat'ın idamını bir sonraki güne erteler. Şehrazat, sonraki gece yarım kalan masalı tamamlar ama sonunu getirmeyeceği yeni bir masala başlar. Bu şekilde her gece devam eden ve fakat sonu getirilmeyen masallar, Şehriyar'ı kıza aşık eder. Şahın bir süre sonra "anlatma sonunu kıyamam sana" deme noktasına geldiği bu masallar dünya edebiyat tarihine muhteşem bir masal külliyatı kazandırmakla kalmaz, masalsı bir aşkın da hikayesi olur. İran’dan Paris’e giden iki acemden bu masalları dinleyen Montesqıeu, o masallardan aldığı ilhamla Acem Mektupları'nı yazar. Kitap, Fransa'da büyük bir yankı uyandırır. Kendisini, Yasaların Ruhu'na götürecek üne kavuşur. O yankı, o çağla sınırlı kalmaz. Geçtiğimiz yüzyılda Sezai Karakoç, “Sen Şehrazat bir lamba, bir hükümdar bakışında / Bir ölüm kuşunun feryadını duyarsın" dizeleriyle yönümüzü bir daha Şehrazat'a döndürür.

        Kuşkusuz, aşk yangınlarının ölümsüzleştirdiği kadınların sayısı üçle beşle sınırlı değil. Şarkılardan, şiirlerden ya da başka eserlerden yola çıkarak dilediğiniz kadar örnek bulmakta; bu çarpıcı örneklerden hareketle oluşturulan yargıya, "bütün genellemeler yanlıştır, bu da dahil" sözüyle karşı çıkmakta mümkündür. Ama insanlık tarihindeki ilk cinayetin bir kız uğruna işlendiği ve son peygamber Hz. Muhammed'e, bu dünyada sevdirilen üç şeyden birinin kadın olduğu hatırlanırsa, herhalde bu yargı havada kalmaz. 

         Yanılıyor muyum yoksa?

 

8 Haziran 2016 Çarşamba

İki Cihan Arasında Bir Güzel Şiir / Murat Doğanay

  Edebiyatçı/Yazar Beşir Ayvazoğlu 'Eve Dönen Şair' adlı biyografik bir eserinde, Üstat Yahya Kemal'i başta şiir/sanat anlayışı olmak üzere yazar, siyasetçi, diplomat kimlikleri ve özel hayatının bütün yönleriyle dört başı mâmur bir şekilde anlatır. Kitaba ad veren tanımlama ise aslında Ahmet Hamdi Tanpınar'a ait olup, Yahya Kemal'in klasik edebiyat üzerinden yeni bir ses arayışına dair kanaatini belirttiği, "Filhakika o, kaçış kapıları arayan değil, eve dönen adamdır" sözünden gelir. 1903 yılında ülkesinden nefret ederek dönmemecesine kaçan şair, 1912 yılında o yurda tarihinin ve coğrafyasının geleneğini milli benliğin harcıyla yeniden inşaya inanmış bir adam olarak döner.

 Bazılarınca, aslında o dağdağalı dönemde, şairin dönebileceği ne hane vardır, ne bir ocak tütmektedir. Millet darbe üstüne darbeyle sarsılmakta, memleket parçalanmakta medeniyetimizin viran bağında baykuşlar tünemektedir.

  Ortada ister ev kalmış olsun, ister yıkılmış konağın kilit taşı; bir toprağın, bir milleti bin yılda yarattığını bilen üstat, geleneği küçümsemeden, geçmişe hücum etmeden, müktesebatımızı yeni bir ruh ile işleme çabasındadır. Bu mefkureye ilişkin Ziya Gökalp'in "Harabîsin, harabâtî değilsin / Kökün mâzidedir, âtî değilsin!" eleştirisine: "Ne harabî, ne harabâtîyim / Kökü mâzide olan âtîyim!" cevabı, umut ve endişesini gelenekten, kadim sözden alan anlayışını, daha da ötesi bu bilinçle yine ve yeniden üretme inancını gösterir.
  Mehmet Taştan'ın yeni şiir kitabı Bu Kapıdan'ı elime aldığımda aklıma 'Eve Dönen Şair' metaforunun gelmesi tesadüf olmasa gerek.
  "Yer mi kayıyor yoksa zaman mı savruluyor?
  Daha kaç yıl sürecek bu dinmeyen fırtına?
  Şu karanlık geceyi anlamlı kılan yıldız,
  Kendini de yakarak göçüyor bu kapıdan." diyor ya Taştan, elhak eve varılmış, O Kapı'nın kulpundan bir kez daha tutulmuştur. Ancak o evi bulan ve kapıyı tutanlar için de bahara daha çok zaman, reyyana ulaşmak için uzun bir yol vardır.

  Şirin ebatta ve mutedil oylumlu kitap, şairin 1985-2015 yıllarında yazdıkları arasından seçilmiş yüz şiirden oluşuyor; her biri yıllara yayılmış titiz bir çalışmanın, uzun bir okuma/yazma serüveninin mahsulü, bir güzel adamdan zarfı da mazrufu da güzel, müstesna dizeler içeriyor. Ancak, asla malumatfuruşluk izlenim ve iddiasında olmayan bu şiirden yeterli tadı almak, dahası bu şiirin zevkine varmak için en başta Şi'ri Kadim'den günümüze nazım birikimini, tarihi, coğrafyayı ve bu toprağa ait yaşanmışlıkları bilmek gerekiyor kanaatindeyim.
  Eser, gerek şiirinde mündemiç hayatı ve gerekse inşâ ve inşâdına âşinâ olduğum poetikasıyla öylesine uyumlu ki. Tam da evinin kapısında dururken, sık sık gökyüzüne bakan, elini siper edip derin tarih bilgisiyle ufku tarayan şairdir Taştan.

   O ufuktan yaralı Karabağ, tutsak Urumçi, kadersiz Filistin, bahtı kırık Kerbela, kanlar içinde Necef, aldatılan Truva, kaybedilmiş Endülüs, kumlardan fısıldayan İsfahan, daha nice hüzünlü yurt köşesi görünür. Ve bütün bu yaralı coğrafya, bunca burukluk içinde bizi kabul edecek biricik sılamız şiire, yani Fizan'a götürür.

   Mehmet Taştan'ın şiiri, hanenin öz evlatlarından bir oğulun mâzisine inkâr ya da kutsama uçlarına savrulmaksızın başka menzillere, başka alemlere yol temrinleridir. Bu şiirin içinden en başta Erzurum geçer. Tanpınar'ın "Büyük anneannemin masallarıyla Kerem'den, Yunus'tan okuduğu beyitlerle, bana öğretmeye çalıştığı yıldız adlarıyla muhayyilemde büyülü hatırası hala pırıl pırıl tutuşur” dediği; piri mugan toprak insanını "Soyunun sopunun içinde mesut bir Kitabı Mukaddes ihtiyarı" olarak târiflediği kent Erzurum. Erzurum ki baba ocağıdır. Bu şehrin ezberiyle büyünmüştür ve şairin dimağını tâ çocukluktan Mârifetname'nin (z)engin bilgi ve hikmeti mayalamıştır. Anadolu'da yerli bir atmosferde nefes alarak boy atan çocuk Hazreti Ali Cenkleri ile mertliği, Mârifetname ile ayakları yerde düş kurmayı öğrenir.


  Taştan'ın şiirlerinde serapa görülen teşbihlerde, istiarelerde, eğretilemelerde, kelimelerin çağrışım gücünde, hatta imgelerde bu şehrin ve o kitabın göz izi vardır. Bundandır en kıymetli olanın, sevgilinin güzelliği de şehre naziredir. Yâre yollanan mendillerde, işmarlarda İbrahim Hakkı zarafetinin tedrisi vardır. Hele karşınızda Palandöken'in silueti tüm gizem ve heybetiyle duruyor ise, değil Kaf Dağı'na inanmamak, masal atına binip yola revan olmamak divaneliktir.

     Yine haneden görülen o ufukta Ebu Talipoğlu Ali ile Zaloğlu Rüstem, Elsa ile Leyla, Adem ile Zeus, Hüseyin ile Cemşid, Şirin ile Mathilda, Fuzuli ile Puşkin hayâl ötesi bir dünyada, güller ülkesinde hayat bulur. Meğer ki bu kavuşmada epope'den çağdaş lirizme yeni bir dil yaratma çabası, gücünü zevk-i selimden neşet eden gelenekten alır. Örneğin, Babil şiirinde, antikiteden günümüze uzanan bir dekor ve tarih döngüsünde, aslolan insanın hüsran değişmezliğidir.

Hangi asma bahçesi dayanır bu tufana?
Ninova bir kâbustan artakalan düş şimdi.
Hüzün kuşları konmuş vaktin göz uçlarına,
Necef kanlar içinde acı bir gülüş şimdi.

Düştü kayıp gezegen servinin saçlarına,
Yetim bir çocuk kaldı Samara'dan yarına,
Hüzzam sular çağlarken nihavent diyarına,
Kerbela yollarında Hüseyin ölmüş şimdi.

Kalbini gözyaşıyla nehre çevirdi Basra,
Hülagu, hangi atla çıkıp geldi bu asra?
Fuzuli'nin kaside yazdığı şirin kasra,
Vezinsiz bir şekilde kezzap dökülmüş şimdi.

Bağdat yanlış hesapla boğuşan bir düş şimdi,
Kerkük kanlar içinde acı bir gülüş şimdi,
Mezarında Numan'ın boynu bükülmüş şimdi,
Irak yerde Babil'in kalbi sökülmüş şimdi!

Mallarmé "Şiir kelimelerle yazılır, duygularla ve düşüncelerle değil." sözü nasıl bir gerçeği ifade etmektedir ki, evet modern zamanlarla birlikte şiir gelmiş ve kelime'ye dayanmıştır. Ancak şiirin anlam, düşünce, bilinç ve duyuştan münezzeh olmadığının farkında olan Taştan, kelime seçiminde ve mısraya yerleştirilmesinde bir sarraf dikkatiyle davranır.


Kuşkusuz beğendiği, etkilendiği selefleri gibi Mehmet Taştan da mükemmel şiirin peşindedir. Mükemmelliğe, anlamı tastamam karşılayan kelimenin titizlikle seçimiyle birlikte, has şiire, biçim ve özü ayırmadan ölçü, kafiye ve müzikalitenin sağladığı yekpare ahenkle ulaşılabileceğini düşünür.

Var oluşun bir trajedisi olarak, yer yüzünde insan olmanın ıstırabını duyan ve bu acıyı duyurma kaygısında olan şairin kuşkusuz bir hayat duruşu, felsefesi ve değerler sistemi vardır. Bu bilinç bağlamında, bir 'üst söz' olan şiirin cevherini zedelememe özeniyle, vaaz etmeden, propaganda yapmadan, sanat ve hayatı yoğuran simya ile söyler diyeceğini:
" Koyu akıyor zaman;
Bir yanım kan denizi
Öbür yanım hayatla saklambaç oynamakta;
Perdenin ardına saklanan rüzgâr,
Çık dışarı, gördüm seni.?"

Yalnız samimiyet değil, o samimilikten sahih bir ruh biçimlendirme gayretiyle söyler üstelik. Bunun içindir ki, O'nun dizelerinde sanatın sanat için mi, toplum için mi, insan için mi ya da salt estetik için mi olduğuna dair tekçi yaklaşım iddialarının zemini yiter.

  Taştan'ın Şiiri, "melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz" diyen Ahmet Haşim duyarlılığı ile aynı kumaştan dokunmuştur. Sanat tutumunda, ıstırapları, sevinçleri, emelleri, hasretleri olmayanların şair olamayacaklarını bilir ve şiirini değeri kaybolmayacak söz, modası geçmeyecek tema, her dem taze aşk ile Anadolu'dan Maveraünnehir'e akıtmaya çabalar.

"Susarsan yağmur yağar, konuşursan gül açar", "Islak, yaralı bir kuş yüzüne konmuş gibi", "Söyle çocuk, kim dokundu kalbine/Gördüğün rüyaya kimler uğradı?", "Ali derken, Hayber'i görür gibi oluşun...","Sen geçersin içinden yıllar susar, çağ yanar/Gözlerinde tutuşan mavi bir çerağ yanar", "Çıkalım suların kerevetine,/Sen Murat nehrine çağla içimde," ve daha yüzlerce mısrada ahenk ve anlam bütünlüğünü sağlamada tabii ve külfetsiz söyleyişi yakalamış söz ustasıdır Mehmet Taştan.

Evet, insanlar geride bıraktıkları kadar kalırlar derler. Var oldukça şiiri, var olur şair. Hacı Bayram-ı Veli'nin: "Çalab'ım bir şâr yaratmış / İki cihan âresinde / Bakıcak didar görünür / Ol şârın kenâresinde" dediği üzere, Mehmet Taştan'ın şiirinde salt söz oyunlarının sergilendiği bir maharet gösterisi aramak günümüz Türk Şiirinin çıkmaz sokaklarına götürür. Oysa; Çalab'ı, şehri, zamanı ve zamansızlığı, mekanı ve mekansızlığı, zâhiri ve bâtını anlamak için her pâre taşına gönül gözüyle bakmak gerekir ki, o duvarda taş ve toprak olma bilincine erişilsin.

Eşdeğer güzellik ve kalitede yüz inci arasından birini seçmek zorunda kalındığında yapılması gerekeni yapıyor ve muhayyer bir teklifle sizi Mehmet Taştan okumaya davet ediyorum.

13 Nisan 2016 Çarşamba

"Bu Kapıdan" çıktı



            Taştan'ın, İnsan Boşluğu (1987) adlı ilk şiir kitabı yirmi yaşındayken yayınlandı. Yağmur Islıyor Beni (2009) adlı ikinci kitabı, akademik çevreler ve okurlar tarafından yoğun ilgi ve takdirle karşılandı. Bu Kapıdan (2016), şairin şimdiye kadar yazdığı ve yeniden yayınlamaya değer bulduğu yüz şiirden oluşmaktadır. 

              O'na göre şiir, düşün en büyük gerçeklik olduğunu söyleyenlerin değil, gerçeklikten büyük düş olmayacağını bilenlerin işidir. O gerçeklik, insanın ve evrenin öyküsünde gizlidir. Zira farklı zamanlara ait ve değişik dinlere mensup bilgelerin söyledikleri üzere, kâinatın ruhu aşktan yaratılmıştır. 
 

Yayınevi İletişim Bilgileri:

1 Nisan 2016 Cuma

mehmet taştan kimdir?



Sözün kuş olup uçtuğu, kuşun kar olup yağdığı bir şehirde doğmuşum. Erzurum'da yani... 60 darbesinden yedi yıl sonra.. Bundan sonrasını hatırlıyorum... Soğuk ve şiir orada işledi iliklerime... Ve o şehrin ezberiyle büyüdüm. Birbirini kesen iki doğrudan geçen ters açıların birbirine eşit olduğunu da orada öğrendim. Doğum ve ölüm gibi... Tutku ve nefret gibi.. Savaş ve barış gibi..

Ardından İstanbul... İlki ergenlik çağımsa, ikincisi rüşt çağım oldu..

İstanbul, bütün zıtlıkların, birbiriyle ahenk içinde raks edebildiği, tahayyül ufkunun ötesinde başlayan şehir.. Öldürülüp her bir parçası dört ayrı tepeye atılan dört kuş, nasıl ilahi bir emirle uzuvlarına yeniden kavuşup havalanmışsa, benimki de öyle oldu. Daha evvel öğrendiğim herşey birer birer parçalanıp yedi tepeye atıldı. Ve zamanla yeniden zihnimde vücut buldu. Zihnimde ve kalbimde... Kurumsal öğrenim süreci tamamlandığında adımın yanına bir de savcı diye yazdılar.

Ve palmiyeler şehri Adana.. Taş köprüyü batıdan doğuya doğru geçerek enkaza dönüşen Hadrianus'dan 19 asır sonra, aynı köprüyü doğudan batıya doğru geçtim. Geçtim ve guruba daldım. Epey sonra, Ashab-ı Kehf gölünün sularında uyandım. Onların sırrına eremesem de izlerinden ilham aldım. O ilhamla, hem hayatın estetik öyküsüne yaklaştım; hem de değişik çağların ve mekanların rüyasını aynı şiirde görebilmenin sırrına erdim. Şairliğim işte orada kavuştu bu günkü kıvamına.

Şimdi Ankara'dayım ve hâlâ yazıyorum. Önceden İnsan Boşluğu (1987) ve Yağmur Islıyor Beni (2009) adlı iki şiir kitabım yayınlandı. 2016’da yayınlanan Bu Kapıdan adlı üçüncü kitap, şairlik yolculuğum boyunca yazdığım ve yeniden yayınlamaya değer bulduğum bütün şiirlerden oluşuyor. 

Mehmet Taştan

12 Şubat 2016 Cuma

Buzlardan Rüya Şehir / Mehmet Taştan

        Yıl 1974. Yer, iletişimin yerine muhabbetin, bilginin yerine hikmetin, başarının yerine saadetin hüküm sürdüğü şehir: Erzurum... Yenişehir, Dadaşkent gibi uydu semtlerinin henüz hiçbiri yok... Mahalle arası evlerin, hatırı sayılır bir kısmı ahşap... Yüreğine bir kama gibi saplanan, devasa beton yığınlarının sayısı oldukça az... Bunlardan en dikkat çekeni, Gez mahallesindeki 14 katlı bir bina... Demirevler'de olduğu gibi iki-üç katlı betonarme yapılar var ama onlar da camilerin, medreselerin siluetini bozacak boyda değil... Bir caddenin kenarında oturup, yoldan geçen arabaları şaşırmadan sayabilirdiniz. Çünkü motorlu araç sayısı çok azdı... İstisnalar dışında, kimsenin özel aracı olmadığı gibi, böyle bir derdi de yoktu... Şehir içinde, tek ulaşım aracı her duraktan büyük bir gürültüyle kalkan belediye otobüsleri ve küçük balıklar gibi onlara eşlik eden minibüslerdi. Caddeleri, "emi, emi arkaya kamçı" diyerek arkasından bağrıştığımız faytonlar süslüyordu... Bir de sineklikli kapılarından, mis gibi döner kokusu yayılan lokantaları vardı o eski Erzurum'un...                                                                                                 
         Ve ben yedi yaşındayım. Şimdiki çocukların, yumurtadan başlarını çıkardıklarında iç içe yaşamaya başladıkları, internet ve cep telefonlarının yokluğu bir tarafa, günün birinde böyle şeylerin icat edileceğinden bile bihaberiz. Mekanik iletişim adına sadece sabit telefonlar var. O da iki üç sokakta, bir evde belki... Tek kanallı, siyah-beyaz  bir televizyondan, haftada birkaç gün yayın yapılıyor. Televizyon da evlerden ziyade, daha fazla müşteri çekebilmek için kahvehanelerde yaygınlaşıyor... Bizim evde ikisi de yok mesela...

O yıllarda bizim evimizdeki tek mekanik ses, radyo... O da saat 19.00 ajanslarında babama, onun dışındaki zamanlarda bize tahsisliydi. Tam olarak ne zaman başladı bilmiyorum ama hafta içi her gün saat 10.00'da başlayıp 15-20 dakika süren arkası yarın programları, uzun süre gözdemiz olmuştu bizim...

            Kıbrıs Barış Harekâtının yapıldığı günlerde, radyoda "Yunan ordusu Kütahya ve Eskişehir'i işgal edip Ankara'ya doğru ilerlemeye başladı" şeklinde bir haber duydum. Panikle diğer odadaki ablamın yanına koştum. Bu kötü haberi ona yetiştirdim.  "Nasıl olur savaş Türkiye'de yapılmıyor ki" dedi ama belli ki onun da canı sıkılmıştı. Radyonun bulunduğu odaya geçtik. Haber hâlâ devam ediyordu. Büyük taarruz için hazırlıkların başladığından söz ediyordu. Gülerek bana baktı: "bu savaş şimdi değil, eskiden olmuş, sonunda biz kazanmışız" dedi. Sevindim.
            
            Şairliğime açılan ilk kapı

        Okul başladığında Türkçe'den önce matematiği sökmüştüm. Eğer üçüncü sınıftayken, matematikte okulun en iyilerinin dahil edildiği programa beni almasalardı, ne okumayı severdim, ne de edebiyatı... Olay şöyle oldu: Sabahcıydık, öğlede paydos zili çalınca, herkes evine giderken, biz okulda kalıyorduk. Her gün öğleden sonra, uzman heyetin bize verdiği test kitaplarındaki soruları çözüyorduk. O test, o gün bitiyor, ertesi gün bir başka test veriliyordu. Testlerin hepsi matematik değildi. Hatta belki çoğu değildi. Büyük bir kısmı mantık, şekil, dikkat sorularıydı. Bu iş, Gazi İlkokulunun, merdivenleri elle tutunarak çıkılan, çatı katındaki kütüphanesinde yapılıyordu. Testi erken bitiren öğrenci serbest kalıyordu. İşte o şato gibi kütüphaneye böyle dadandım. Test başlamadan önce veya bittikten sonra bir masal kitabı alıyor, iştahla okuyordum. Bu şekilde başlayan kitap okuma tutkum bir daha da silinmedi. Belki önceleri lüzumsuz, gereksiz şeyler okudum ama onlar bana palet vazifesi gördü. Sanıyorum, okuma alışkanlığı kazanmama ilişkin bu öykü yalnızca benim değil, ait olduğum neslin ortak hikâyesidir.    
        Sahneye de ilk kez o sene çıktım. Aylardan mayıstı. Okulun, sac kemer tavanıyla soba borusunu andıran tiyatro salonunda, yıl sonu müsameresi yapılıyordu. Ben de tek kişilik, kısa bir oyun sunacaktım. Heyecanla o anı bekliyordum. Bir ara sordum: “Öğretmenim, ben ne zaman çıkacağım?”  “Hemen gel” demez mi? O sırada, bir sonraki toplu gösteriye hazırlık yapıldığı için sahnenin perdesi kapalıydı. Öğretmen, mikrofonu elime tutuşturdu. İki kanatlı kadife perdeyi hafifçe aralayıp beni öne geçirdi. Bir anda kendimi, gözleri bana odaklanmış kalabalığın karşısında buldum. Seyirciler arasında annemi görünce epey rahatladım. Elimde kocaman bir baston… Bağırıyorum: “Kayıp baston! Kayıp baston!..” Derken, 3-5 dakika sonra oyun bitti. Sıra sahneden ayrılmaya geldi. Ama perdenin birleşme noktasını  bir türlü bulamıyorum. Gidiyorum, açılmıyor. Kafam, kadife perdenin kıvrımlarına gömülüyor. Tekrar deniyorum, yine olmuyor. Pileler içinde kayboluyorum. Salon gülmekten kırılıyor. Bir utandım, bir utandım sormayın gitsin. Neyse ki içeriden bir el beni çekip aldı. 

      Gazi İlkokulu deyince, öğretmenimiz Ayşe Çağlıyan'ı hayırla yad etmeliyim. Güzel ve zarif bir hanımdı. Sevdirerek öğretir, korkutmadan saydırırdı.

        Ve bir akşam, evde yaramazlık yaparken, annemin söylediği bir çift söz, bana yeni bir ufuk açtı. "Oğlum babana söyle, sana Şah İsmail'i anlatsın, çok güzel anlatır" dedi. Kuşkusuz bu sözü, evi elli altıya veren oğlunun uslu durmasını sağlamak için söylemişti. Annemin o tatlı yüzüne baktım; her zaman ki gibi samimiydi. Babamın dizinin dibine çöktüm. Anlatmasını istedim. Önce nazlandı. Yorgunum dedi. Israr ettim. Ve söze girdi. Giriş o giriş... Şah İsmail ile başlayan öykü dinleme seanslarım haftalarca devam etti. Köroğlu, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber, Ercişli Emrah hikayeleriyle sürüp gitti. Tabii yalnız hikayeleri değil, o muhteşem sesiyle öykülerdeki Türküleri de seslendiriyordu:

               "Kendahar'dan geldim murad almaya,
                Aman Arap aman incitme beni"

            Sanıyorum bu öyküler ve türküler, şairliğime açılan ilk kapı oldu. O öyküleri dinlemeye başladıktan bir süre sonra, Habip Baba Türbesi'nin önündeki seyyar kitapçıya uğramaya başladım. Yaşanmış aşk hikâyelerini alıp okumak için... Yusuf ile Züleyha gibi, Leyla ile Mecnun gibi...

           Çok zaman sonra öğrendim ki, babam o hikâyeleri, İkinci Dünya Savaşı yıllarında dört yıl askerlik yaptığı, Bulgar Hududunda, okuyarak ezberlemişti.

            Bütün çocuklar için zorunlu olan ilkokul beş yıldı. Tek öğretmen tarafından okutulan bu okula, beyaz yakalıklı siyah önlüklerle gidilirdi. Erkek çocukların saçları genellikle üç numarayla traş edilir; uzanan saçlar yapılan ikaza rağmen kesilmemişse, öğretmen tarafından derinden makaslanır; üç numaraya vurdurmak kaçınılmaz hale gelirdi. Sınıflarda haftalık tırnak ve mendil kontrolü yapılır, çocuklara temizlik alışkanlığı kazandırmaya çalışılırdı. Okullarda dayak serbestti. Çok vahim bir durum olmadıkça, çocuğunu dövdüğü için öğretmenden şikayetçi olmayı, veliler aklından bile geçirmezdi.  Öğretmenlerin yalnızca derste değil, ders dışında da öğrenciler üzerinde evebeyvne yakın bir ağırlığı vardı. Okulun dışında bile olsa, bir öğrencinin bir yanlış hareketine rastlanmışsa, bu eylemden dolayı, öğretmen ya da idare hesap sorulabilirdi.

           Sosyal derslerin bazı konuları bakımından iki farklı zihin dünyamız vardı: Okula ait doğrular, eve ait doğrular... Mesela, 27 Mayıs okula göre bayram, eve göre yas günüydü. Okulda öğrendiğimiz bilgileri her yerde paylaşabilirdik ama böylesi konularda büyüklerimizden dinlediğimiz bilgilerin her yerde paylaşılmaması gerektiğini de bilirdik. Zaten onlar da bunları bize "kimseye söylenmemek" kaydıyla öğretirlerdi. Babamızın anlattığı bu sakıncalı bilgileri annemiz duymuşsa, "bunları çocuğa anlatma, başını belaya koyacaksın" diyerek genellikle itiraz ederdi. Bu itirazlar karşısında, babaların cevabı da birbirine benzerdi: "Benim oğlum akıllıdır, kimseye bir şey demez." İlk bakışta çok zormuş gibi görünen bu durum, en azından bu konularda bizi ezbercilikten kurtarır, her iki tarafta öğrendiklerimizi mukayeseli bir şekilde düşünmemizi sağlardı.

            İlginç bir örnektir: Henüz ilkokuldayken babamdan şöyle bir öykü dinlemiştim. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ölüm döşeğinde yatan Mareşal Fevzi Çakmak'ın ziyaretine gider. Mareşal, "O'nu içeri almayın. Ben, O'nu üç şartla Cumhurbaşkanı seçtirdim. Verdiği sözlerin hiçbirinde durmadı" der. İsmet Paşa, Mareşal'ı göremeden hastaneden ayrılır.

        Emekli bir Genel Kurmay Başkanının, kendisini görmek için hastaneye kadar gelen Cumhurbaşkanına böyle bir şey yapamayacağını düşündüğüm için, inanılması güç olan bu bilgiyi kimseyle paylaşmadım. Yıllar sonra, benzer bir bilgiyi, bir kitapta okuyunca çok şaşırdım. Oradaki anlatım şöyleydi: "Mareşal, Nişantaşı Sağlıkevi'nde yatarken, İnönü ve İçişleri eski bakanı Şükrü Sökmensüer, haber vermeden hastaneye ziyarete giderler. Mareşal'in hemşiresi Nebahat Hanım, doktor tavsiyesi ile ziyaretçi kabul edilmiyor deyince hastane kapısından geri dönerler. Mareşal, 10 Nisan 1950'de ölür."  

 
               Ü
zerine tuz dökülmüş domates

      Bizim çocukluğumuzda, bilgisayar olmadığı gibi elektronik oyuncaklarımız da yoktu. Elektronik oyuncak ne kelime, elektrik bile konfordu. Köylerin yüzde doksanında elektrik bulunmazdı. Benim doğduğum ve 5-6 yaşına kadar içinde yaşadığım Rizekent Köyü de öyleydi. Cereyan yoktu. Elektrik değil cereyan... Çünkü o zamanlar öyle denirdi. Evlerde gaz lambası yakılır; akşamleyin avluya filan çıkılacaksa idare lambası kullanılırdı. Bir de lüks lamba vardı ama o her zaman yakılmaz, sadece eve hatırlı bir misafir gelmişse o zaman yakılırdı. Bizim hatırlı misafirlerimiz şehirden gelen anneannem ve dayımgil olurdu. Halalarım ve teyzelerim pek gelmezdi nedense. Ya da ben hatırlamıyorum.  

        O köy hayatından, öğle saatlerinde çobanların köye getirdiği koyun sürüleri;  yün ehramlarını atkı biçiminde başına örtüp, süt sağan yaşmaklı kadınlar; ot yüklü kağnı arabaları, dibek döven delikanlılar, çeşme başında su dolduran kızlar geliyor aklıma... Bir de nadiren köye gelen jandarma jeepini hatırlıyorum. O jeep, muhtar-hafiz eminin evinin önünde durur; içinden, pek tekin bulmadığım üniformalı adamlar inerdi. Onlar, muhtarın evine girdikten sonra jeepe yaklaşmak,   fırsat bulabilmişsek, kapısına tutunup jeepin içini izlemek, yan aynalardan kendimize bakmak, eğlenceli gelirdi bize. Evden birisi çıkıp kovuncaya kadar uzaklaşmazdık jeepin yanından... Rizekent deyipte, Havva Bibiden, eşi Faruk Hafiz emiden söz etmeden geçmek olur mu? Onlar kapı komşumuzdu. Sabah uyanınca, onların evinde bulurdum kendimi... Uzun karanlık avluları, pasin örtülü odaları, ahır sekileri masal gibi gelirdi bana... Komşu demek yavan kalır. Onlar, bizden; biz onlardan birer parçaydık. Öylesine iç içeydik.. O insanlar, yıllar sonra tahta atlara binip, dönülmeyen bir attaya gittiler. O güzel insanlara Allah rahmet eylesin.

        Evlerden su da akmazdı. Çeşmelerden taşınırdı. Üstelik suyu olmayan evlerde oturmak bizim köye özgü bir durum da değildi. O dönemde, köylerin tamamına yakını böyleydi. 

        Şehirdeki evlerin genelinde elektrik ve su vardı ama cereyan çok sık giderdi. Öyle ki, Kavak Mahallesi'ndeki evimizde, haftanın üç-dört akşamı cereyansız kaldığımız olurdu. Bu yüzden ev ödevini yapmayan öğrenciler için, "öğretmenim elektrik yoktu, o yüzden yapamadım" demek matbu bir mazeret haline gelmişti. Tabii, öğretmenlerimiz de bunu yutmaz, "gündüzden yapsaydın" diye çıkışırlardı.

        Futbol dışında, yakan top, birdir bir, uzun eşek, simmenek, papel, aşık atmak, gındıllik sürmek gibi her yaşa göre  değişen oyunlarımız vardı. Birbirimizle güreş tutar, boks yapar; bazen de kavga ederdik elbette. Daha küçükken, küsmek için serçe, barışmak için şahadet parmağımızı kullandığımız olurdu. Hayatımıza yeni yeni giren filmler, televizyon dizileri ve daha çok sinema önlerinde satılan foto romanlar, yavaş yavaş oyun alışkanlıklarımızı da değiştirdi. Lâla Paşa Camii'nin hemen yanında bulunan Doğu Sineması'nda izlediğimiz tarihi filmlerden sonra, o zamanlar metruk bir halde olan Yakutiye Medresesi'ni bir film platosu gibi kullanıp, tahta kılıçlarla birbirimizle savaştığımızı; mahallede, naylon tabancalarla kovboyculuk oynadığımızı çok iyi hatırlıyorum.

        Her nesil, bir önceki neslin hafızasıyla yetişiyor. Onların ezberiyle şekilleniyor. Benim annem ve babam, seferberlik neslinin çocuklarıydı. Atın dışkısından arpaların seçilip yendiğini dinlemişlerdi büyüklerinden... Kendileri de, İkinci Dünya Savaşı yıllarında karneyi ve yokluğu yaşadıkları için, kanaatkâr olmayı düstur edinmişlerdi. O yüzden annem, kuru sebze haline gittiğimizde, un, şeker, bulgur, pirinç gibi dayanıklı gıda maddelerini olabildiğince çok alır; gelmesinden korktuğu zor günler için bir kısmını evde saklar; "herşeyin dibini getirmeyeceksin" derdi. Onların bu ezberi bizim hayatımızı da ciddi şekilde etkilemiştir.

        Sebze, meyve yılın her mevsiminde olmaz, en çok sevdiklerimizi yemek için mayıs sonunu beklememiz gerekirdi. İlk gelenler de oldukça pahalı olurdu ya da bizim satın alma gücümüz oldukça düşüktü. Ama meyveler de meyve olurdu haa... Genetiği değiştirilmiş yada hormonlanmış meyve diye bir şey yoktu. Hepsi birbirinden lezizdi. O yıllarda, pide ekmeğine katık yaptığım, üzerine tuz dökülmüş bir domatesin tadını ömür boyu unutamam mesela... Bu güne dek, hayatın diğer alanlarında büyük bir tekâmül sağlanmış olsa bile, damak tadımızın çürüdüğünü, buna bağlı olarak sağlığımızın bozulduğunu söylemem, herhalde çokbilmişlik sayılmaz.

        Yaz tatillerinde, ailelerin genellikle çocuklarına Kur'an öğretmek gibi bir gayreti olurdu. Çıraklığa gitmeyen çocuklar, camiiye ya da evlerinde ders veren hocalara giderdi. Hocaya, kızlar başlarını örterek, bazı oğlanlar da namaz takkesi takarak giderlerdi. Ellerinde suparalar olurdu.  Söylemeden edemeyeceğim, suparanın ne demek olduğunu Erzurum dışında pek bilen yoktur. Supara, elif cüzü demektir. Kur'ana geçmiş olan çocuklar, hem daha itibarlı, hem daha havalı olurdu. Hoca bütün öğrencilere yetişemediği için kidemli öğrenciler, kıdemsizleri takip ederdi.  Bu durum, verimliliği düşürürdü elbette. Ama yine de, "elif bir üstün, elif bir esre, elif bir ötür" şeklinde, birbirine karışan seslerin çocuk ruhlarımıza çok iyi geldiği söylemeliyim.

        Esasen ilk dini temayülüm, henüz 2-3 yaşındayken annemin ve babamın namaz kıldıklarını fark etmemle başladı. Onlar namazdayken, önlerinden geçerdim. Onlar da, kızdıklarını belli etmek için, o ayeti yüksek sesle okurlardı.  Bu durum hoşuma gider; o sesi bir daha duymak için, tekrar geçerdim. Ablalarımdan biri varsa, beni tutup alıkoyardı...  Sonraki yıllarda onları rahle başında Kur'an okurken izlemek müthiş huzur verirdi bana... O deruni sessizlikte, annemin vecde gelip, biraz daha yüksek sesle okuduğu ayetleri kolayca ezberlerdim: "Meracelbahreyni yeltekıyani. Beynehuma berzahun la yebğıyan. Febieyyi alai rabbikuma tukezziban."

    Çocukluğumun keyifli hatıralarından biri de, yaz aylarında annemlerle banliyö trenine binip Hasankale'ye veya Ilıca'ya pikniğe gitmek olurdu. Yanıkdere'ye yaklaşırken öten düdüğü ve yaydığı duman hafsalamadan gitmeyen buharlı trene, banyo treni denirdi. Bu adın, gidilen her iki yerde kaplıca olmasından kaynaklandığını sanırdım. Meğer öyle değilmiş. Erzurum insanın yabancı kelimeleri Türkçeleştirme konusundaki istidadından kaynaklanıyormuş.
    
             O gecenin adı

    
       Erzurum'un namına yakışır kışları vardı. Kar, daha çok geceleri yağardı... Sabahleyin, Sanayii Mahallesi'ndeki evimizden çıktığımızda, her tarafın bembeyaz kar altında kaldığını görürdük. Dizlerimizin üzerine kadar çıkan karlara pata çıka giderdik okula. Sabahleyin tıka basa dolu otobüsün, pencere kenarında bir yer bulabilmişsek, küçücük bir delikten dışarıyı görmek için nefesimizle eritirdik camın buzunu... En sert kışı, ortaokul ikinci sınıf öğrencisiyken yaşadım. 1979-1980 eğitim yılı yani... O kadar soğuktu ki, şubat tatili 15 günden 45 güne çıkarılmıştı. Rivayete göre, o kış birkaç gece hava sıcaklığı -50 dereceye kadar düşmüş ama halkta panik meydana gelir, dışarıdan şehre erzak filan gelmez diye basına bu bilgiyi -40 diye vermişler.

           Üşümeyelim diye tatil yapmışlardı ya... Bizi evde tutmak ne mümkün? Sabah 10-11 gibi evden çıkıp, akşama kadar karlar üstünde top oynardık. Bir akşam eve dönerken soğuktan tirtir titrediğimi, dilimin tutulduğunu hatırlıyorum. 22 yıldır uzağına düştüğüm Erzurum'da yine öyle kışlar yaşanıyor mu bilmiyorum ama kırk yıllık dostlarım Fevzi Çakmak, Hanifi İspirli, Muzaffer Batur ve daha niceleriyle olan samimiyetin o karlar üstündeki oyunlar sırasında başladığından eminim...

            Öğrenim gördüğüm, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulu o zamanlar havuz başı civarındaydı. 1980'de yalnızca hayatımın en sert soğuğunu değil, siyasi anlamda iz bırakan iki olayını da o yıl yaşadım. Gün Sazak'ın öldürüldüğü 27 Mayıs sabahında, okulda bir-iki ders boş geçti. Ardından, kim olduklarını bilmediğimiz gençler tarafından, sınıflarımız boşaltıldı. Sessizce evlerimize gönderildik. Bu olay, hangi ellerin yönlendirdiği, bu gün hâla izaha muhtaç olan siyasî olayların, ortaokulları da etkisi altına aldığını gösteriyordu. Yeni cumhurbaşkanı seçilemiyor; ülke, her gün yeni ölüm haberleriyle çalkalanıyordu. Bu haberler bizi vaktinden önce olgunlaştırıyor; anne ve babalarda derin bir endişeye yol açıyordu. Gençlerse alabildiğince cesur ve bir kadar kararlı görünüyorlardı.

        Aylardan ramazandı. Bir gece sahurumuzu yapıp, Yenişehir'in ilk konutları olan, imar-iskan evlerinin inşaatına gitmek üzere babamla birlikte yola çıkmıştık. Ellinci yıl kışlası yakınında jandarma bizi durdurdu. "Asker yönetime el koydu. Sokağa çıkma yasağı var, evinize geri dönün" dedi. Babamın "benim ne işim var yönetimle, ben işe gidiyorum" demesini bekledim. Güngörmüş adam, öyle yapmadı... Canı sıkkın bir vaziyette geriye döndü. Ben de onu takip ettim çarnaçar. O gecenin adı tarihe 12 Eylül olarak geçti. Ülkenin gündeminden bir daha da düşmedi. O tufanın bıraktığı enkazı, yıllar sonra okuyarak öğrenebildim. 

         Kuşkusuz her öğretmenimin üzerimde çok hakkı vardır. Ama ortaokuldan bir öğretmen seç deseler, aklıma ilk önce matematik öğretmenim Fakrullah Komlu gelir. Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. İki veya üç koyu takım elbisesi vardı. Hep onları giyerdi. Ama o kadar özenliydi ki, hiç ütüsü bozulmazdı. Ne de üzerinde bir leke olurdu. Çözdüğü problemlerle tahtayı inci gibi dizerdi. İlginçtir, tebeşir tozu bile sıçramazdı üzerine... İnançlı bir adam olduğunu çok sonra keşfedebildim. Çünkü dersin dışında bir konuya kolay kolay girmezdi. Yıllar sonra Tortum'da karşılaştık. Yine aynı titizlik, yine aynı abide..

           Erzurum Lisesi şehrin gözdesiydi

      1981 güzünde başladığım Erzurum Lisesi, o yıllarda Erzurum'un en itibarlı lisesiydi. Tarihi binası, saltanatlı geçmişi ve yetkin öğretmen kadrosuyla bu şöhreti layıkıyla hak ediyordu. Mezun olacağımız sene yapılan üniversite imtihanlarında 46 kişilik sınıfımızdan 41'inin üniversiteye yerleşmesi ve benim hiç dershaneye gitmeden ilk tercihim olan Marmara Üniversite Hukuk Fakültesini kazanmış olmam, lisenin kalitesini göstermesi bakımından bir fikir verebilir belki... Öyle ki, hangi branşa bakarsanız bakın, ülkenin parlak simaları arasında, o yıllarda Erzurum Lisesi'nden mezun olanları görmeniz mümkündür. 

        Bu başarının arkasında kimler vardı? Bu sorunun cevabına, Okul Müdürümüz Necip Çadırcı'dan başlamak lazım herhalde... Karizmanın boyla posla alakalı olmadığını gösteren demir leblebi.. Senelerce okulun namı diğer adı diye anıldı. Bunu her haliyle hak ediyordu. Allah rahmet eylesin. Unutulmaz hocalardan biri Edip Kılıç'tı. Hem çok saygın, hem de işinin ehli... Fiziği öylesine iyi öğretmişti ki, üniversite imtihanında kendimi Edip hocanın dersinde sandım. Fizik soruları o kadar kolay, o kadar tanıdık geldi. Peki onun dersi kolay mıydı? Hayır asla.. Ağırlığını o kadar güçlü bir şekilde üzerimizde hissettirirdi ki, bir anı bile kaçırılmadan izlenen macera filmi gibi takip ederdik dersi... O yılların lisesinden geçipte Mukaddes hocadan “et beyinli” azarını işitmeyen öğrenci yoktur. Ama öğrencilerine verdiği emek nedeniyle olsa gerek ki, hiçbir öğrenci bu hatırasını paylaşırken hocaya garaz duymayı aklından geçirmez.  Din dersi öğretmenimiz Necati Selimoğlu. Öylesine muhteşem bir şey yaptı ki, ömür boyu unutamam. Hayatı, üniversite sınavından ibaret sandığımız son sınıfta, bize büyük imtihanda lazım olacak bir kapı açtı. Vedduha'dan aşağı olan bütün sureleri ezberletti. Bunu yaparken de "biliyorum, şimdi zor gelecek ama ileride faydasını görürsünüz" demişti. Aynen dediğiniz gibi oldu hocam, faydasını görüyorum hem de çok.

         Ve matematik hocam Erdoğan Sert... Soyadı gibi sert bir adamdı.. Belki bazılarına göre delidoluydu ama delikanlı bir adamdı. Tuttuğu adamı eliyle değil, yüreğiyle tutardı. Yalnız matematiği değil, hayatı öğretirdi. Meslek tercihimi o belirledi.

        O yıllarda, futbol en gözde oyunumuzdu. TRT'de yayınlanan, Beyaz Gölge adlı dizinin tesiriyle, basketbol da epeyce yaygın hale gelmişti. Sinemalarda oynatılan uzak doğu filmleri, kung fu, karete gibi dövüş kurslarına gidenlerin sayısını da artırmıştı; tıpkı daha önceleri Muhammed Ali'nin boksa ilgi duymamızı sağladığı gibi.. Öyle ki, "kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım" deyimini bilmeyenimiz yoktu... Bütün bunların yanında biz,  bir grup arkadaşla, fikir ve edebiyatla da yakından ilgilenmeye başlamıştık. Okuyor; şiir ve öyküler yazıyor; hararetle tartışıyorduk. Necip Fazıl, Cemil Meriç, Peyami Safa gibi isimler bu yıllarda girmişti hayatımıza... Darbe ortamının sessizliğinde ulaşabildiğimiz düşünce adamlarının sohbetlerine gidiyor, onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Ürünlerimizin yayınlandığı dergi ya da mahalli gazetelerde ismimizi görmek, bizi ziyadesiyle mutlu ediyor; o heyecanla bizi bekleyen geleceği şekillendirmek için hudutsuz hayaller kuruyorduk.

        Kız-erkek ilişkileri oldukça mesafeliydi. İstisnalar dışında paylaşım çok az olur; okul dışında nadiren bir araya gelinir; ortak oyun pek oynanmazdı. Bir delikanlı, bir kıza aşık olmuşsa, varlığını belli etmek için, bir süre onu uzaktan takip ederdi. O sevda karşılık bulmuşsa, uzaktan uzağa bakışırlardı. Sevenlerin beraber gezmesi, birlikte görülmesi sık rastlanan bir görüntü değildi. O yüzden olsa gerek, her aşkta mektupların ayrı bir yeri vardı. Her satırı inci gibi dizilir; sayfalar baştan sonra hasretle örülürdü.
              
              Bu şehir benim anam ve babam

            1984'de yüksek öğrenim nedeniyle ayrıldığım Erzurum'a, dört yıl sonra geri döndüm. Çocukluk çağından gençlik çağına giren insanların siması nasıl değişirse, işte öyle değişmeye başlamıştı Erzurum... Adnan Menderes Bulvarı, Çaykara Caddesi açılmış, Yenişehir ve Dadaşkent boy vermeye başlamıştı. Şimdi Yakutiye Belediyesi olan bina adliyeydi. Orada başladı meslek stajım... O dönemde şehrin tek ofset gazetesi olan Milletin Sesi'nde köşe yazıları yazmaya başladım. Rahmetli Kemal Alyanak'ın, yetmişini aşkın yaşına rağmen, her gün, traşlı ve kravatlı olarak geldiği gazetede; Enver Konukçu tarihî, Hanifi İspirli edebî, Talat Uzunyaylalı siyasî yazılar yazıyordu. Karçiçeği Dergisi'nde, Nurullah Genç, Nazir Akalın, Mehmet Emin Alper ile birlikte birçok şair arzı endam ediyordu. Yolu, o dergiden geçenlerden biri de bendim.

          Adliyenin yanı başındaki, Huzur Kıraathanesi, entelektüellerin buluşma adresiydi. Oranın varoluş nedeni satrançtı ama gelenlerin elinde kitap eksik olmazdı. Satranç ustalığının yanında, Fuzulî'den Âkif'e, Kutup'tan Marks'a kadar herkes konuşturulurdu. Bolca isim saymak mümkün ama benim orada tanıştığım ve bir daha da ayrılmadığım, Orhan Bozdemir, Ümit Turgut ve Yunus Berkli'yi anmadan geçmem ne mümkün... Huzur bizden sonra kapandı belki ama o yürekli insanlar, yıllar yılı huzurevim oldular. Ne zaman gökkubbemde hava kararsa birer yıldız gibi ilkin onlar görünür. Aynı ruhtan yücelen bir nice unsur gibiyiz; onca can içre biriz, sonsuza yansır gibiyiz.   

            Ve Fevzi Çakmak... Senelerin ardından İbrahimpaşa Camii'nin önünde karşılaştık. Hasretle kucaklaştık. Çiçeği burnunda bir mühendisti. Aradan yıllar geçti. O muhabbet hiç azalmadı. Adının hakkını gönüller fethederek ödeyen kardeşim... Dost yolunda nistliği ondan öğrendim.       
       
1993'den beri yalnızca tatillerde gelebildiğim şehrin kalbi, benim için şimdi Abdurahman Gazi Mezarlığında atıyor. Zira, babam Halil Usta'yla, annem Kadirye Hanım orda yanyana yatıyor. Ne zaman Erzurum desem, aklıma ilk önce onlar düşüyor. 

Çünkü bu şehir benim, anam ve babam...                 


(*) Bu yazı, "Hatıralardaki Erzurum" adlı kitapta yayınlanmıştır.