31 Aralık 2013 Salı

Gülersin Ellerinle

Vaad edilmiş zebercet köşke inansan bile
Yeryüzünde bir cennet dilersin ellerinle.

Ol tahtı gökyüzünde görsen aklın karışır,
Havada bulutları silersin ellerinle.

Nerde bir fakir görsen merhametle tutuşur,
Zenginlerin yüzüne gülersin ellerinle.

Güvercin uçurduğun zeytin ağaçlarının
Gölgesinde bıçaklar bilersin ellerinle.

"Yaşlanıyorum" diye kapılırsın telaşa,
Zamanı bir su gibi çilersin ellerinle.

Evrendeki vahdeti düşürmezsin dilinden,
İnsanı kırk parçaya bölersin ellerinle.

Kalbur üstünde bir taş olarak kalmak için
Yıktığını kül edip, elersin ellerinle.

Sırtlanıp da gidecek değilsin ya dünyayı,
Kalbini çalmak için delersin ellerinle.

Mehmet Taştan

21 Aralık 2013 Cumartesi

Yağmurla Islanan Kitap / Fahrettin Alişar

            Müstakil olarak yayınlandıkları her yerde büyük beğeni toplayan ve derin izler bırakan Mehmet Taştan’ın şiirleri “Yağmur Islıyor Beni” adıyla nihayet kitaplaştı ve okuyucularıyla buluştu. 22 yıllık bir aradan sonra gelen bu kitap, Taştan’ın yalnız şiir ve dil konusundaki yetkinliğinin değil, kültürel derinliğinin de açık izlerini taşıyor.

Duyguyla-düşüncenin, gözlemle-hissin, tarihle-güncelin, masalla-mitolojinin, yerelle-evrenselin iç içe girerek muhteşem armoniler oluşturduğu bu şiirleri okumak, tanımadığımız bir şehirde yürümek gibi bir his veriyor insana. Bir sonraki adımda neyle karşılaşacağınızı kestirmiyorsunuz. Sürekli sürprizlerle karşılaşıyorsunuz. Şairin gönlünü ıslatan yağmur her seferinde onu öylesine farklı bir ruh iklimine taşımış ki, her bir şiirde adeta birden fazla zamanın içinden geçip, değişik kültürlerden fragmanlar sunuyor bize.
Örneğin, aşk şiiri olarak okumaya koyulduğumuz “Yağmur Islıyor Beni” adlı şiirin üçüncü kıtasında sevgiliye hitap ederken;
O günahsız kadına, benim ilk taşı atan,
Parmakları doğrayan o şehlâ nigâh benim.
Suçluyum, bukağıya vurulmuş cinler kadar,
İnsanı yeryüzüne döndüren günah benim.
Diyerek her bir mısrada ayrı bir çağa ilişkin olguları resmediyor adeta. Nice ceylan gözlerin izleri var yüzünde / Navarin limanından alev alıyor deniz” mısralarında romantizmle tarihsel gerçekliği bütünleştirdiği Deniz şiirini, “Canına can katıldı, kanına kan damladı. / Senin ruhunda şimdi kimler yaşıyor deniz?” şeklindeki zengin çağrışımlı tespit ve sorularla bitiriyor.

Türk şairinin doğu-batı mukayese ve analizleri yapması yeni bir şey değil tabii. Ama Zecharia Sitchin’in “ilahiyat ile kozmolojiyi karıştırdılar” dediği Greklerin düştüğü hataya düşmeden, mitolojik öyküleri sterilize ederek şiirleştirmek, değişik toplumlara ait otantik unsurları birer fon olarak kullanmak Taştan’a özgü bir şey.
Lila şiirinde bulunan;
Mahmur baktı, helikon dağı devrildi birden,
İlham perileri de altında kaldı Lila.

Mısraları ya da Fizan şiirinde bulunan;
Ölüme yasak konmuş tapınak kapısında,
Can havliyle elime uzanan eldi Fizan.

Beyti, mitolojik öykülere ilişkin dikkat çekici örnekler olarak karşımıza çıkarken, Filistin dramını anlattığı şiirinde taa uzaklara giderek başka bir çaresizliği emsalleştiriyor ve sanki bir şeylerin paralelliğini koyuyor önümüze:
Koyu akıyor zaman;
Ay derdest edilmiş gurbet ellerde
Sanki benzi solmuş grinin bile
Yavrusuna tutkun bir anne gibi
Telaşla kalkıyor Kızılderili
Kurtarmak üzere kötü ruhlardan
Dans ediyor ölümle…

Biçim ve içerik olarak büyük bir zenginlikle ördüğü şiirlerinde, halk söyleyişini tercih ettiği “adını gizli tut” şiirinde; “Saçının telini bez niyetine / Dilek ağacına bağla içimde” mısralarıyla ağaçlara bez bağlama alışkanlığımızı soft bir ironiyle şiirleştiriyor.

Vazoda susuzluktan solmuş ayçiçekleri,
Son akşam yemeğinde dil döküyor havari,

Mısralarında Van Gogh ve La Vinci gibi batılı ressamlara atıfta bulunan şair,
Kokusuyla aklımı, başımdan aldı Lila,
Her suya farklı düşen ebruya çaldı Lila.
Beytiyle de doğu kültüründeki karşılığını veriyor adeta.

Şiirdeki form ve konu ayrımlarına göre yapılmış parselasyonlara itibar etmeden aruzun sesini duyarak heceyi ve serbest vezni kullanan şair, Şadiye isimli bir köy kızını şiirine konu edebildiği gibi okyanusta can veren kayıp adanın kuşlarını, insan tuvalinde şiirleştirebiliyor. Kahramanlarını daha çok sıradan, bilinmeyen ama sosyal ya da tarihsel karşılığı olan isimlerden seçen şair, Başka Bir Elsa, Esved, Tamara, İklima gibi şahsiyetleri anlattığı birbirinden güzel şiirlerle hem onları bilinmezliğin esaretinden kurtarıyor, hem de kültürel zenginliğimizin çok zamandır adım atılamayan karanlık noktalarına ışık tutuyor..

“Dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür” mısraıyla başlayıp “Latife de latif gerek gülesin” diye biten atasözü şiirinde karşımıza bir derviş kılığında çıkan şair, “Hüzzam sular çağlarken nihavent diyarına / Kerbela yollarında Hüseyin ölmüş şimdi” mısralarında daha şümullü bir tarihsel söyleyişe sahiptir. Ya da “Cezayir vücudumda Fransız askerleri, / Her parmağım bir Maraş, yüreğim şahan olur” beytinde ait olduğu milletin cismanileşmiş şeklidir sanki şairin dili.

Şiirimizin yapısal dönüşüm sürecini yine şiir diliyle sorgulayıp, “Tanzimat fermanında kaybettiği veznini, / Arka sokaklardaki sözde arayan şiir” şeklinde tasniflere yer veren şair, Fransız ihtilali ve Boston çay partisi gibi evrensel değer kazanmış örneklerle şiirin işlev zenginliğine işaret etmektedir:
Denizleri demleyen direniş gravürü,
Fransız devriminde harbe katılan şiir.
Taştan’ın şiiri, birden fazla bestesi yapılmış şarkılar gibi değişik okumalara davetiye çıkaran, her bir mısraın yüklendiği derin anlamlar nedeniyle bunu mecbur kılan bir yapıya sahip. O yüzden Garipçiler hareketine “şiirsizleştirmenin şiiri” diyen Cemal Süreya’nın tanımlamasını ayraç olarak kullanıp onun şiirine “büyülü kelimelerin şiiri” demek mümkün. Bu yüzden olsa gerek, asırlar önce yedi askı şairlerinden Muğire için kullanılan “kelimelerin büyücüsü” lakabını okuyucuları şimdi onun için kullanıyor. Ama o büyülü şair, sevgilinin gözleri karşısında aman dileyecek kadar çaresizdir:
Bakma öyle ne olur taht yıkılır, tuğ yanar
Gülme, öyle gülersen gözlerinde çağ yanar!