7 Ocak 2019 Pazartesi

Yolu yargıdan geçen öyküler / Mehmet Taştan

Yaşlı kadın tanıklık yaptığı davada, cinayeti oğlunun işlediğini söyleyip, gördüğü olayı bütün teferruatıyla anlatır. Bu ifade karşısında gözleri derinleşen reis bey, cehreyi hilaller, geriye yaslanır ve tanığa sorar:
— Sen ne dediğinin farkında mısın? Bu ifadenin oğlunu nereye götüreceğini biliyor musun?
— Evet Reis Bey, ne dediğimin farkındayım. Tanıklığıma itibar ederseniz, oğlumu idam edeceğinizi de biliyorum.
— Peki, oğlunun idam edilmesini niye istiyorsun? Oğlunla aranda bir sorun mu var?
— Hayır, oğlumla aramda hiç bir sorun yok… Ömrüm boyunca kendisinden gülden ağır bir cevap da duymadım. Onun ölmesini kesinlikle istemiyorum. Hem hangi anne evladının ölmesini ister ki! Oğlumun idamından sonra bu dünyanın bana zehir-zindan olacağını da çok iyi biliyorum. Ama öbür tarafta yanmaktansa, bu dünyada kavrulmayı tercih ederim.O yüzden gerçeği olduğu gibi anlattım.

Öykünün devamında ne olmuştur, bilinmez. Bilinmesine de gerek yok zaten… Zira anlatılmak istenen şey, anne ile oğlunun serencamı değil, adaletin ancak anne şefkatinden bile üstün tutulduğu toplumlarda gerçekleşebileceği düşüncesi…

Kuşkusuz bu ideal düşünceyi kristalize eden örneklere yalnız bizim toplumumuzda değil, başka milletlerde de rastlamak mümkündür. Atina’nın efsane yargıcı Aristidis mesela… Milattan önce yaşamış olan Aristidis, yönetim erkinin başı Toklis’le ters düşer ve ikisinden birinin sürgüne gönderilmesi için halk oylamasına karar verilir. Oyunu kullanmak için köyünden Atina’ya doğru gitmekte olan bir köylü, yolda o meşhur yargıçla karşılaşır. Aristidis kendisini tanımayan köylüye sorar:
— Şehre niye gidiyorsun?
— Oyumu kullanmak için
— Kimin sürgüne gönderilmesini isteyeceksin?
— Aristidis’in
— Niçin o kötü biri mi?
— Hayır, asla kötü biri değil ama hep Aristidis, hep Aristidis. Bıktık artık değişmeli… Sahi senden bir şey rica etsem yapar mısın?
— Nedir o?
— Ben okuma- yazma bilmem de... Şu midye kabuğuna Aristidis yazar mısın?

Aristidis kendisine uzatılan midye kabuğuna hiç tereddüt etmeden sürgüne gönderilecek kişi olarak kendi ismini yazar ve onu oy pusulası olarak kullanacak olan köylüye uzatır.Uzatır ve tarihin ölümsüzlük sayfasına yazdırır adını…

Şeytana pabucu ters giydiren mantık

Elbette ki, hak arayışında karşımıza çıkan şey, bu parlak örneklerde olduğu gibi her zaman adalet değildir. Bazen şeytana pabucu ters giydiren mantıktır. Bunun en meşhur örneği Evalt ile Protogoras arasında geçer.
Avukatlık mesleğini öğrenme bedelini kazandığı ilk davanın vekâlet ücretiyle ödemeye söz veren Protogoras, zamanla namlı bir avukat olur. Ama hiç dava kazanamadığını öne sürerek borcunu ödemekten kaçınır. Alacağını bir türlü tahsil edemeyen Evalt çareyi eski öğrencisini dava etmekte bulur. Duruşma salonu önünde karşılaşan ustayla eski çırak arasında şu konuşma geçer:

Evalt: “Bu davanın sonunda her hâlükârda borcunu ödeyeceksin. Kazanırsan anlaşmamız gereğince ilk davanı kazandığın için, kaybedersen mahkeme kararı gereğince ödeyeceksin” der.
Çırağın mantığı da ustasından farklı değildir. Genç avukat, ustasına şöyle cevap verir: “Hayır üstat, bu davanın sonunda her hâlükârda sana olan borcumu ödemeyeceğim. Kazanırsam mahkeme kararı gereğince, kaybedersem bu güne kadar kazandığım hiçbir dava olmadığı için anlaşmamız gereğince ödemeyeceğim.”

Irak'ta yaşanan mantık ustalığını ise kul hakkına girme korkusu doğurur. Zamanın Irak valisi Adiy, Basra'ya kadı atamak için, bu işi yapmaya ehil bulduğu iki hukukçuyu makamına davet eder. Kasem, kadılığın vebalinden korktuğu için konuyu öğrenir öğrenmez söze girer:
— Vallahi kadılığa İyas benden daha layıktır. Bu sözüm doğruysa İyas'ı kadı yapın. Yalansa, yalancıdan kadı olmaz. Beni affedin.

Ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim

Mahkeme ya da muhakeme merdivenlerinden geçilerek mantık dehlizine inilebildiği gibi sanat bahçesine çıkılabildiği de olmuştur geçmişte... “Knidos Afroditi” adlı heykel, kendisinden ziyade, arkaplan öyküsüyle ünlüdür mesela... Adam öldürmek suçundan yargılanan genç kadının hakkındaki idam kararı okunurken, avukatı yerinden fırlar ve aniden kadının elbisesini yırtar. Onun muhteşem vücudunu jüriye gösterip, yakaran bir sesle; “bu güzelliğin toprak olmasına razı olacak mısınız” diye sorar. Bir anlık şaşkınlık yaşayan jürinin adalet terazisi, bu güzellik karşısında şaşar. Genç kadının cezasını, idamdan manastıra kapatma cezasına dönüştürür. Ne var ki o, rahibelik kurallarına da uymaz ve anadan üryan denize girer. Onu bu halde gören ve geçmişini öğrenen Praksiteles öyküyü taşa işler. “hayat kurtaran vücut” diye anılan o heykel böyle doğar.

Bizim tarihimizde bu tür bir örneğe rastlamak mümkün müdür? Sanmam ama yürütmenin başı ile yargının başı arasında geçen “karınca” konulu yazışma, hukukun sanat kristalinde abıhayat içmesine zarif bir örnektir herhalde:

Kanuni Sultan Süleyman, Topkapı Sarayının bahçesindeki meyve ağaçlarına zarar veren karıncaların itlaf edilmesinin caiz olup olmadığını şu beyitle sorar:

Dırahta ger ziyan etse karınca
Günâhı var mıdır ânı kırınca?”

“Eğer karınca ağaca zarar veriyor, onu kurutuyorsa, karıncayı yok etmenin bir vebali var mıdır?” anlamına gelen beytin cevabı, Ebussuud Efendi tarafından yine bir bercesteyle verilir:

Yarın Hakk’ın dîvânına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca.”

Şam Valisi tarafından, evinin yıkılmasına karar verilen Yahudi’nin şikayeti üzerine Hz. Ömer’in bir kemiğe yazdığı, “Ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim” sözü ise yalnız vali Saad’ı titretmekle kalmaz, şairleri de hayran bırakan hukuk vecizesine dönüşür aynı zamanda.

Yargı bağımsızlığının Nirvanası

Bazen de yaşananlar, yargı bağımsızlığının Nirvana’sı gibidir... Hem de monarşi dönemlerinde.. Prusya Kralı Büyük Friedrich, Postam Ormanlarını, at sırtında dolaşırken, ormana nazır bir tepede kurulu bir değirmen görür... Bu değirmeni yıkıp yerine bir saray yaptırmayı geçirir aklından.. Bu düşüncesini hemen hayata geçirmek ister. Değirmenci Sans-Souci'yi çağırır ve oldukça yüksek bir bedelle değirmene talip olur. Sans-Souci, değirmeninin satılık olmadığını söyleyince, işler karışır.
Kral, “Sen, benim Prusya Kralı olduğumu biliyor musun?” der hükümran ses tonuyla. Sans-Souci: “Biliyorum efendim. Ama burası da benim tapulu mülküm. Siz bunu biliyor musunuz?” Bu cevap Kral'ı hiddetlendirir: “Tapulu mülkün de olsa, burayı zorla alacağım. Bakalım o zaman ne yapacaksın?” Değirmenci başını kaldırır. Atının üzerinde ihtişamla duran krala bakar. Saygılı ama kendinden emin bir edayla cevap verir: “Berlin de hâkimler var.” Değirmencinin Berlin hâkimlerine duyduğu güven Büyük Friedrich'i derinden etkiler. Yıkmaktan vazgeçtiği değirmeni, korunacak eserler listesine alır. Onun yanındaki mütevazı bir tepeye yaptırdığı saraya da, Sans-Souci Sarayı adını verir.

O devirde İstanbul'da hâkimler yoktur ama kudretli kadılar vardır. Hem de iktidarın en muktedir çağında...Fatih Sultan Mehmet, yeni yaptıracağı caminin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli Rum mimara teslim eder.
Mimar, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih de buna sinirlenerek mimarın elini kestirir. Mimar, hünkârı şikayet eder. Bu şikâyeti kabul eden Üsküdar Kadısı Hızır Bey, Fatih'i celb eder. Başköşeye geçmek isteyen padişahı, davacıyla aynı hizada ayakta bekletir. Yargılama sonunda, padişah suçlu bulunur. Ceza olarak mimara yapılan haksızlığın aynısının tatbik edilmesine, yani padişahın elinin kesilmesine karar verir. Rum mimar, mahkemenin verdiği bu büyük karar karşısında şaşkına döner ve davasından feragat eder. Mimar kısası istemediği için, Fatih, günde on altın tazminata mahkûm olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır. Ve Fatih, yargıya saygının unutulmaz sembolü olur.

Küpün dolmasına az kaldı

Adliyelerde yaşananlar, bazen de muhataplarının trajedisi, dinleyenlerin komedyası oluvermiştir. Karakuşi ile Kel Ali fıkraları dillere destandır bu meyanda...
Bir alacak davasını gören Karakuşi borçluya sorar:
—  Niçin ödemiyorsun adamın parasını?
— Efendim, alacaklı param olmadığı zaman gelip beni sıkıştırıyor, param olduğu zaman da arıyorum ama onu bulamıyorum.
Bu savunmaya itibar eden kadı, asese (kolluk görevlisine) döner ve hükmünü açıklar.
—  Alacaklıyı hapse atın, yeri belli olsun, borçlunun parası olduğunda gidip ödesin.

Sabahtan beri sorgulama yapmaktan yorulan Kel Ali, öğle yemeği molası verdikten sonra, asılacaklar listesini “Kara Ali” ismiyle maruf cellada uzatır. Cellat listeye bakar, asılacaklar arasında hakkında henüz karar verilmemiş bir maznun olduğunu fark eder. Reise döner:
— Efendim şunun hakkında henüz karar vermediniz.
Reis bey müşkülatı hemen halleder:
Sen as, biz öğleden sonra kararını veririz.

Ne yazık ki, hukuk tarihimizde adaletin dip yaptığı dönemler bu iki kişiyle de sınırlı değildir. Bir zamanlar “kadılığa” ehil kişilerin o işin sorumluğundan korkarak, kırbaçlanma hatta öldürülme pahasına kaçındıkları o görev, 14. Yüzyılın sonunda Anadolu’da zulüm ve rüşvet aracı olarak kullanılabilmiştir. Öyle ki doğu seferi dönüşünde geçtiği bütün şehirlerde, kadılar hakkında yoğun şikayetler alan Yıldırım Beyazıt, Bursa’ya vardığında seksen kadıyı ahşaptan yapılmış bir yapıya doldurup yakmaya karar vermiştir. Vezirlerin ve paşaların ricalarına kulak tıkayan hünkarı, ancak sevgili soytarısı yola getirebilmiş, kadılar bu sayede canlarını kurtarabilmiştir.

“Küpün dolmasına az kaldı” sözünü dilimize armağan eden rüşvetçi Prizren kadısı da geçmiştir bu topraklardan, Zembilli Ali Efendiler de… Tek celsede dosyayı adalete uygun şekilde karara bağlayan nice hakimler de görmüştür bu ülke, şaire “bu dava dedemden kaldı hakim bey” dedirten yargıçlar da... “Ben tarihin hükmünden korkarım” diyecek kadar hukuk titizliği olan Tahir Taner'i de tanışmıştır bu millet, “sizi buraya tıkan kudret böyle istedi” sözüyle tarih önünde mahkum olan reisi de...
Kuşkusuz yargı öyküleri, yolu yargıdan geçen insan sayısı kadar çok ve el atılan konular kadar çeşitli.... Geçmişin hikayelerinin hemhal olmak ve ibret almak dışında pek bir özelliği de yok... Ama yine de insan, bunları okurken şunu sormadan edemiyor: Bugünün yargısı, geleceğe nasıl bir öykü bırakacak? O öykülerden süzülen ana tema ne olacak acaba?

Ne dersiniz?

* Bu yazı Türkiye Adalet Akademisi, Akademi Kürsü Dergisinin Ocak 2020 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.