Yaşlı
kadın tanıklık yaptığı davada, cinayeti oğlunun işlediğini
söyleyip, gördüğü olayı bütün teferruatıyla anlatır. Bu
ifade karşısında gözleri derinleşen reis bey, cehreyi hilaller,
geriye yaslanır ve tanığa sorar:
—
Sen ne dediğinin farkında mısın? Bu ifadenin oğlunu nereye götüreceğini biliyor musun?
—
Evet Reis Bey, ne dediğimin
farkındayım. Tanıklığıma itibar ederseniz, oğlumu idam edeceğinizi de biliyorum.
—
Peki, oğlunun idam edilmesini niye
istiyorsun? Oğlunla aranda bir sorun mu var?
—
Hayır, oğlumla aramda hiç bir
sorun yok… Ömrüm boyunca kendisinden gülden ağır bir cevap da
duymadım. Onun ölmesini kesinlikle istemiyorum. Hem hangi anne
evladının ölmesini ister ki! Oğlumun idamından sonra bu dünyanın
bana zehir-zindan olacağını da çok iyi biliyorum. Ama öbür
tarafta yanmaktansa, bu dünyada kavrulmayı tercih ederim.O yüzden
gerçeği olduğu gibi anlattım.
—
Şehre niye gidiyorsun?
—
Oyumu kullanmak için
—
Kimin sürgüne gönderilmesini
isteyeceksin?
—
Aristidis’in
—
Niçin o kötü biri mi?
—
Hayır, asla kötü biri değil ama
hep Aristidis, hep Aristidis.
Bıktık artık değişmeli… Sahi senden bir şey rica etsem yapar
mısın?
—
Nedir o?
— Ben okuma- yazma bilmem de... Şu midye kabuğuna Aristidis yazar mısın?
— Ben okuma- yazma bilmem de... Şu midye kabuğuna Aristidis yazar mısın?
Şeytana
pabucu ters giydiren mantık
Elbette
ki, hak arayışında karşımıza çıkan şey, bu parlak örneklerde
olduğu gibi her zaman adalet değildir. Bazen şeytana pabucu ters
giydiren mantıktır. Bunun en meşhur örneği Evalt
ile Protogoras
arasında geçer.
Avukatlık
mesleğini öğrenme bedelini kazandığı ilk davanın vekâlet
ücretiyle ödemeye söz veren Protogoras, zamanla namlı bir avukat
olur. Ama hiç dava kazanamadığını öne sürerek borcunu
ödemekten kaçınır. Alacağını bir türlü tahsil edemeyen Evalt
çareyi eski öğrencisini dava etmekte bulur. Duruşma salonu önünde
karşılaşan ustayla eski çırak arasında şu konuşma geçer:
Evalt: “Bu davanın sonunda her hâlükârda borcunu ödeyeceksin. Kazanırsan anlaşmamız gereğince ilk davanı kazandığın için, kaybedersen mahkeme kararı gereğince ödeyeceksin” der.
Çırağın
mantığı da ustasından farklı değildir. Genç avukat, ustasına
şöyle cevap verir: “Hayır üstat, bu davanın sonunda her
hâlükârda sana olan borcumu ödemeyeceğim. Kazanırsam mahkeme
kararı gereğince, kaybedersem bu güne kadar kazandığım hiçbir
dava olmadığı için anlaşmamız gereğince ödemeyeceğim.”
Irak'ta
yaşanan mantık ustalığını ise kul hakkına girme korkusu
doğurur. Zamanın Irak valisi Adiy, Basra'ya kadı atamak için, bu
işi yapmaya ehil bulduğu iki hukukçuyu makamına davet eder.
Kasem,
kadılığın vebalinden korktuğu için konuyu öğrenir öğrenmez
söze girer:
— Vallahi kadılığa İyas benden daha layıktır. Bu sözüm doğruysa İyas'ı kadı yapın. Yalansa, yalancıdan kadı olmaz. Beni affedin.
— Vallahi kadılığa İyas benden daha layıktır. Bu sözüm doğruysa İyas'ı kadı yapın. Yalansa, yalancıdan kadı olmaz. Beni affedin.
Ben Nuşirevan’dan
daha az adil değilim
Mahkeme
ya da muhakeme merdivenlerinden geçilerek mantık dehlizine
inilebildiği gibi sanat bahçesine çıkılabildiği de olmuştur
geçmişte... “Knidos
Afroditi” adlı heykel,
kendisinden ziyade, arkaplan öyküsüyle ünlüdür mesela... Adam
öldürmek suçundan yargılanan genç kadının hakkındaki idam
kararı okunurken, avukatı yerinden fırlar ve aniden kadının
elbisesini yırtar. Onun muhteşem vücudunu jüriye gösterip, yakaran bir sesle; “bu güzelliğin toprak olmasına razı olacak
mısınız” diye sorar. Bir anlık şaşkınlık yaşayan jürinin adalet terazisi, bu güzellik karşısında şaşar. Genç kadının cezasını, idamdan manastıra
kapatma cezasına dönüştürür. Ne var ki o, rahibelik kurallarına
da uymaz ve anadan üryan denize girer. Onu bu halde gören
ve geçmişini öğrenen Praksiteles
öyküyü taşa işler. “hayat kurtaran vücut” diye anılan o
heykel böyle doğar.
Bizim
tarihimizde bu tür bir örneğe rastlamak mümkün müdür? Sanmam
ama yürütmenin başı ile yargının başı arasında geçen
“karınca” konulu yazışma, hukukun sanat kristalinde abıhayat
içmesine zarif bir örnektir herhalde:
Kanuni
Sultan Süleyman, Topkapı
Sarayının bahçesindeki meyve ağaçlarına zarar veren
karıncaların itlaf edilmesinin caiz olup olmadığını şu beyitle
sorar:
“Dırahta
ger ziyan etse karınca
Günâhı var mıdır ânı kırınca?”
“Eğer
karınca ağaca zarar veriyor, onu kurutuyorsa, karıncayı yok
etmenin bir vebali var mıdır?” anlamına gelen beytin cevabı,
Ebussuud Efendi
tarafından yine bir bercesteyle verilir:
“Yarın
Hakk’ın dîvânına varınca
Süleyman’dan hakkın alır
karınca.”
Şam Valisi tarafından, evinin yıkılmasına karar verilen Yahudi’nin şikayeti üzerine Hz. Ömer’in bir kemiğe yazdığı, “Ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim” sözü ise yalnız vali Saad’ı titretmekle kalmaz, şairleri de hayran bırakan hukuk vecizesine dönüşür aynı zamanda.
Yargı bağımsızlığının Nirvanası
Kral, “Sen, benim Prusya Kralı
olduğumu biliyor musun?” der hükümran ses tonuyla. Sans-Souci: “Biliyorum efendim. Ama burası da benim tapulu mülküm.
Siz bunu biliyor musunuz?” Bu cevap Kral'ı hiddetlendirir:
“Tapulu mülkün de olsa, burayı zorla alacağım. Bakalım o
zaman ne yapacaksın?” Değirmenci başını kaldırır. Atının
üzerinde ihtişamla duran krala bakar. Saygılı ama kendinden emin
bir edayla cevap verir: “Berlin de hâkimler var.” Değirmencinin
Berlin hâkimlerine duyduğu güven Büyük Friedrich'i derinden
etkiler. Yıkmaktan vazgeçtiği değirmeni, korunacak eserler
listesine alır. Onun yanındaki mütevazı bir tepeye yaptırdığı
saraya da, Sans-Souci Sarayı adını verir.
O
devirde İstanbul'da hâkimler yoktur ama kudretli
kadılar vardır. Hem de iktidarın en muktedir çağında...Fatih
Sultan Mehmet, yeni yaptıracağı caminin inşasında
kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli Rum mimara teslim
eder.
Mimar, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih de buna sinirlenerek mimarın elini kestirir. Mimar, hünkârı şikayet eder. Bu şikâyeti kabul eden Üsküdar Kadısı Hızır Bey, Fatih'i celb eder. Başköşeye geçmek isteyen padişahı, davacıyla aynı hizada ayakta bekletir. Yargılama sonunda, padişah suçlu bulunur. Ceza olarak mimara yapılan haksızlığın aynısının tatbik edilmesine, yani padişahın elinin kesilmesine karar verir. Rum mimar, mahkemenin verdiği bu büyük karar karşısında şaşkına döner ve davasından feragat eder. Mimar kısası istemediği için, Fatih, günde on altın tazminata mahkûm olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır. Ve Fatih, yargıya saygının unutulmaz sembolü olur.
Mimar, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih de buna sinirlenerek mimarın elini kestirir. Mimar, hünkârı şikayet eder. Bu şikâyeti kabul eden Üsküdar Kadısı Hızır Bey, Fatih'i celb eder. Başköşeye geçmek isteyen padişahı, davacıyla aynı hizada ayakta bekletir. Yargılama sonunda, padişah suçlu bulunur. Ceza olarak mimara yapılan haksızlığın aynısının tatbik edilmesine, yani padişahın elinin kesilmesine karar verir. Rum mimar, mahkemenin verdiği bu büyük karar karşısında şaşkına döner ve davasından feragat eder. Mimar kısası istemediği için, Fatih, günde on altın tazminata mahkûm olur ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır. Ve Fatih, yargıya saygının unutulmaz sembolü olur.
Küpün
dolmasına az kaldı
Adliyelerde
yaşananlar, bazen de muhataplarının trajedisi, dinleyenlerin
komedyası oluvermiştir. Karakuşi
ile Kel Ali
fıkraları dillere destandır bu meyanda...
Bir
alacak davasını gören Karakuşi borçluya sorar:
— Niçin ödemiyorsun adamın
parasını?
— Efendim,
alacaklı param olmadığı zaman gelip beni sıkıştırıyor, param
olduğu zaman da arıyorum ama onu bulamıyorum.
Bu
savunmaya itibar eden kadı, asese (kolluk görevlisine) döner ve
hükmünü açıklar.
— Alacaklıyı hapse atın, yeri belli
olsun, borçlunun parası olduğunda gidip ödesin.
Sabahtan
beri sorgulama yapmaktan yorulan Kel Ali, öğle yemeği molası
verdikten sonra, asılacaklar listesini “Kara Ali” ismiyle maruf
cellada uzatır. Cellat listeye bakar, asılacaklar arasında
hakkında henüz karar verilmemiş bir maznun olduğunu fark eder.
Reise döner:
—
Efendim şunun hakkında henüz
karar vermediniz.
Reis
bey müşkülatı hemen halleder:
—
Sen as, biz öğleden sonra kararını
veririz.
Ne yazık ki, hukuk tarihimizde adaletin dip yaptığı
dönemler bu iki kişiyle de sınırlı değildir. Bir zamanlar
“kadılığa” ehil kişilerin o işin sorumluğundan korkarak,
kırbaçlanma hatta öldürülme pahasına kaçındıkları o görev,
14. Yüzyılın sonunda Anadolu’da zulüm ve rüşvet aracı olarak
kullanılabilmiştir. Öyle ki doğu seferi dönüşünde geçtiği
bütün şehirlerde, kadılar hakkında yoğun şikayetler alan
Yıldırım Beyazıt, Bursa’ya vardığında seksen kadıyı
ahşaptan yapılmış bir yapıya doldurup yakmaya karar vermiştir.
Vezirlerin ve paşaların ricalarına kulak tıkayan hünkarı, ancak
sevgili soytarısı yola getirebilmiş, kadılar bu sayede canlarını
kurtarabilmiştir.
“Küpün dolmasına az kaldı” sözünü dilimize armağan eden rüşvetçi Prizren kadısı da geçmiştir bu topraklardan, Zembilli Ali Efendiler de… Tek celsede dosyayı adalete uygun şekilde karara bağlayan nice hakimler de görmüştür bu ülke, şaire “bu dava dedemden kaldı hakim bey” dedirten yargıçlar da... “Ben tarihin hükmünden korkarım” diyecek kadar hukuk titizliği olan Tahir Taner'i de tanışmıştır bu millet, “sizi buraya tıkan kudret böyle istedi” sözüyle tarih önünde mahkum olan reisi de...
Kuşkusuz
yargı öyküleri, yolu yargıdan geçen insan sayısı kadar çok ve
el atılan konular kadar çeşitli.... Geçmişin hikayelerinin
hemhal olmak ve ibret almak dışında pek bir özelliği de yok...
Ama yine de insan, bunları okurken şunu sormadan edemiyor: Bugünün
yargısı, geleceğe nasıl bir öykü bırakacak? O öykülerden
süzülen ana tema ne olacak acaba?
Ne
dersiniz?
* Bu yazı Türkiye Adalet Akademisi, Akademi Kürsü Dergisinin Ocak 2020 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.
* Bu yazı Türkiye Adalet Akademisi, Akademi Kürsü Dergisinin Ocak 2020 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.