29 Ağustos 2022 Pazartesi

Hayat Seni Çağırıyor

 

Kıyıda yüzdüğün bu mevsim var ya
Çok çabuk bitecek, büyüyeceksin.
Her sabah boyunu ölçtüğün günler,
Burnunda tütecek, büyüyeceksin.

Belki bir sınavdan çıkıp hüzünle,
Beyaz bir kâğıda dönen yüzünle,
Daldığın rüyayı bekleyen günle
Kendine gelecek, büyüyeceksin.

Gençliğe çalacak ilk aşkın zili,
Çözecek içini sevdanın dili,
Eline değince bir kızın eli,
Tenin titreyecek, büyüyeceksin.

Ruhun hayallerle kanatlanacak,
Her yaşta bir başka dala konacak;
Bazen ıslanacak, bazen yanacak,
Yıllar gel diyecek, büyüyeceksin.

Mehmet Taştan

14 Ağustos 2022 Pazar

Yelkenli mi Olmak İstersiniz Yoksa Gemi mi? / Mehmet Taştan

Bir deniz yolculuğuna yelkenliyle mi çıkmak istersiniz yoksa gemiyle mi?
Bize özgü romantik nedenlerimiz yoksa bu soruya vereceğimiz cevap her halde gemi olurdu. Çünkü gemiler yol almak ya da hızlanmak için dıştan gelecek bir enerji desteğine ihtiyaç duymazlar. İçlerinde var olan motor gücüyle giderler. O yüzden yönlerini tayin ederken, rüzgârın nereden estiğine değil, ellerindeki pusulaya bakarlar. Oysa yelkenliler öyle midir? Yalnızca rüzgârdan aldıkları güçle hareket edebildikleri için onun yönüne ve hızına göre hareket etmek zorundadırlar. “Rüzgârın yönünü değiştiremezsin, yelkenlerini ona göre ayarla” sözü tam da bunun için söylenmiştir. Pusuladan önce rüzgâra bak.

Ama bu soruyu, “hayat yolculuğunda yelkenli mi olmak istersiniz yoksa gemi mi?” biçimine dönüştürdüğümüzde parmakların çoğu yelkenli için kalkıyor. Yani çoğumuz gerçek hayatta ilkel bir deniz aracı olmayı tercih ediyoruz. Kendi enerjimizle, kendi gücümüzle yol almak yerine dışarıdan birilerinin rüzgârımız olup yelkenlerimizi şişirmesini bekliyoruz. O rüzgâr esmeye başladığında, hiçbir şey yapmamıza gerek kalmadan, hayalini kurduğumuz adalara doğru zahmetsizce yol alıyoruz. Bize düşen de yelkenlerimizin yönünü rüzgâra göre ayarlamaktan ibaret kalıyor. Pusula mı? O da ne?

Söylemek gerekir ki kadimden beri var olagelen ve rağbeti hiç azalmayan bu yöntem, hayatı konfor ve hazza indirgeyenler bakımından kestirme ve keşküllü bir yoldur. Ehliyet ve liyakat gerektirmeyen bu seyrin tek kötü tarafı, yelkenleri şişiren rüzgâr durduğunda, denizin ortasında yapayalnız kalakalmak… Tek başına ve ıssız… Ancak o tipler, bu sonucu da göze alırlar. Çünkü böylelerinin, yaptığı işin hakkını verme ve değer üretme kabiliyetleri yoktur. İçlerinde, kendilerini harekete geçirecek bir güç, bir cevher taşımadıklarından; hayat denizine ‘yelkenli’ yerine ‘gemi’ olarak açılmayı tercih etmeleri halinde, bulundukları limanın dışına dahi çıkamayacaklarını bilirler. O yüzden akıllıca olanı değil, kurnazca olanı seçerler.

Akıllıca değildir. Çünkü akıl, sebep-sonuç ilişkisini gözetir. Çalışmanın iyi, tembelliğin kötü sonuç doğuracağını bilir. İyi bir sonuç elde edebilmek için yoğun bir emek verir, değer üretir. Akıl bulduğu verileri, ortak aklın ve kamu vicdanının terazisinde tartar. Haklı-haksız, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi sonuçlara varır. Ona göre de hareket eder. Kurnazın bunlarla hiç işi olmaz. “Akıllı düşünene kadar deli oğlunu everir” sözündeki deli gibi hareket eder. Bir yelkenli olur, arkasına aldığı rüzgârla küçük ütopyasına doğru yelken açar.

Akıl değer üretir, kurnazlık sonuç… Aklın ürettiği değeri gölgelemeye çalışan kurnazlığın ürettiği sonuç ise,
kavak ağacının on yılda geldiği boya iki ayda ulaşan ve aynı hızla eriyip giden balkabağını hatırlatır daima… 

Kuşkusuz bu ayrımların, hayatı hedonist ya da nihilistçe yaşayanlar için hiçbir önemi yoktur. Ancak, bir devletin yalnızca adaletle ayakta durabileceğine inananlar bakımından “hak” vazgeçilmez bir ölçüdür. Çünkü objektif ölçülerle herkesin layık olduğuna kavuştuğu yerde, doğacak sonuca kimsenin itiraz hakkı kalmaz. Bu adil sonuca itiraz niteliğindeki münferit çıkışları ise ortak akıl reddeder. Tıpkı hilesiz yapılan bir sınavda en yüksek notu alan öğrencinin herkes tarafından takdirle karşılanması, hasetlik eden üç-beş kişinin ise ayıplanması gibi…

Elbette ki bir göreve hak ederek gelmek, meseleyi kökünden halletmez; sadece iyi bir başlangıç sağlar. Denebilir ki, adam kayırma nasıl bir felaket habercisiyse, ehliyet ve liyakatte iyi bir sonucun müjdecisidir, o kadar… Bundan sonra o kişinin yapması gereken şey, sorumluluğunun gereğini layıkıyla yerine getirmek, kazandığını hak etmektir. Zira bireyin, insan kalabilme yolculuğu helal lokma ile başlar. O yoksa ötesi yoktur.  Kim, nerede ve ne şekilde çalışırsa çalışsın, eğer yaptığı işin hakkını vermiyor, muhatap olduğu insanları mağdur ediyorsa, o kişinin, kendi sorumluluk alanına ilişkin çekirdeğin dışına çıkıp, hücrenin sitoplazmasında dolaşmaya ve başkalarına söz söylemeye hakkı olmaz.  Zira "ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" mısraı, şaşmaz bir pusuladır.

İşimizi sevmiyor olabiliriz; haksızlığa uğratılarak belli bir pozisyonda çalışmaya zorlandığımızı iddia edebiliriz. Ancak hiçbir neden yaptığımız işe karşı sadakatsizliğimizi haklı kılmaz. Çünkü işimize karşı göstereceğimiz sadakat, ait olduğumuz topluma karşı olan en temel görevimizdir. Hepimiz, kendi kapımızın önünü temiz tuttuğumuzda sokağın kirliliğinden daha az şikâyet eder hale geliriz. Martin Luther King’in ifadesiyle, “Eğer bizden sokakları süpürmemiz istenirse Michelangelo'nun resim çizdiği, Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürmeliyiz. O kadar güzel süpürmeliyiz ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyor desin.” Varsın birileri bizi çavuş yapmasın ne çıkar... Bizim amacımız hazzın geçiciliğinden kurtulup, değer olmanın sonsuzluğuna yansımak değil mi?

Bu sorumluluğu yerine getirmede, sütçü olmakla müsteşar olmak arasında bir fark yoktur. Birinin süte su katmasıyla, diğerinin görevinde haksızlık yapması aynı kapıya çıkar. Her ikisi için de kıymet hükmü, değer yoksunluğudur.

Her insanın hayatı, kendinin en büyük eseridir. Eğer bu eserin giriş bölümü kişinin aldığı terbiye ve eğitimse, gelişme bölümü iş hayatıdır. İş hayatındaki kalite, aileden alınan terbiyenin ve edinilen birikimin ip uçlarını verir çoğu zaman...  “Helal süt emmiş, temiz süt emmiş…” deyimlerini, tam da bunun için kullanırız. Üstelik bu etki orayla da sınırlı kalmayıp, hayatın toplam kalitesine sirayet eder. Tıpkı Mevlana’nın dediği gibi “testinin içinde ne varsa, dışarıya o sızar.” Ve dışa sızan o damlalar hakkımızdaki değer yargısını oluşur.

Nasıl mı? 1930’lu yıllarda Erzurum Lisesinde matematik öğretmeni olarak görev yapan Şahip Hoca işine sevdalı, adil bir öğretmendir. Hayat, onun adalet duygusunu oğluyla sınar. Sorulara doğru cevap veremediği için oğlunu sınıfta koyar. Vefat edip, toprağa verilirken bütün Erzurum halkıyla birlikte vali de oradadır. Mezarı başında konuşan Müfettiş Nazif Bey onu şu cümlelerle uğurlar; “Ey toprak, bugün sana verdiğimiz bu yüksek sima, adaletten katiyen ayrılmamış, oğlunu bile bilmediği için sınıfta bırakmış olan kişidir.” İşine sevdalı adil bir öğretmen olmak onun tabiatıydı. Haksızlık olmasın diye oğlunu sınıfta koyarken, testinin dışına sızanın bu olacağını asla düşünmemişti. Ama bu olay, onu emsallerinden koparıp adaletin iftihar tablosuna yerleştirdi.

Pusulası mikroskop, haritası lam olan bir bilim insanı: Prof. Dr. Aziz Sancar… Savur Sağlık Ocağı hekimi olarak başladığı yolculuğunu Texas ve Yale Üniversitelerinde sürdürdü. Menzil aramıyor, durmadan değer üretiyordu. Çünkü onu için yol ve yolculuk vardı. 45 yıllık bu seyri, 33 kitap 415 bilimsel makale ile ölümsüzleştirdi. Birçok çalışması ödüle layık görüldü. 2015’te tacını taktığı, Nobel Kimya Ödülüyle bir anda dünyanın yıldızına dönüştü. Ülkemiz adına ne büyük gurur…

Trafik polisi Fethi Sekin… Antepli Şahan’ın ruh ikizi… İzmir Adliyesi önünde görev yapan ve temas ettiği her gönülde taht kuran insan… Kendisiyle barışık, mesleğine sevdalıydı… 5 Ocak 2017 günü teröristlerin bomba yüklü araç ve uzun namlulu silahlarla yaptığı saldırıyı tek başına göğüsleyen ve son kurşununa kadar çarpışıp şehit düşen; böylece bir faciayı önleyip onlarca canı kurtaran kahraman şimdi gönüllerimizin semasında…

Bir zamanlar “kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım” diyen bir Ali’miz vardı. Şimdi o Ali'nin adı: Selçuk Bayraktar... Elektrik-elektronik mühendisi… “Sevmek sorumluluktur, özlemek o sorumluluğu hatırlamaktır” düsturuyla çalıştı; savunma sanayinde yüzyıllık hasretimizin vuslat baharı oldu. Ürettiği İHA'larla teröristleri kıpırdayamaz hale getirmemizi, SİHA’larla inlerine girmemizi sağladı. Ardından açıldığı dünya semalarında güven veren bir kartala dönüştü.

Örnekleri çoğaltmak mümkün… Ama maksat gökyüzündeki yıldızlarımızı saymak değil, yalnızca içinden aydınlananların dışarıya ışık verebileceğine işaret etmek… Bu kişiler ya da işini kusursuz yaptığını bizzat görerek saygıyla yad ettiğimiz diğer insanlar, vicdanımızın niceliğe değil de niteliğe tutkun olduğunu göstermiyor mu? İzlediğimiz filmlerde, mesleğine aşık kahramanlarla kendimizi özdeşleştirmemiz, onların işlerini iyi yapmaları ve kötülerle mücadele etmelerinden kaynaklanmıyor mu?

O halde sorumuza geri dönelim.
Hayat yolculuğunda yelkenli mi olmak istersiniz yoksa gemi mi?

Her insanın hayatı, kendinin en büyük eseridir.
O eserin adı yelkenli mi olsun yoksa gemi mi?
Ne dersiniz?   

* Bu yazı, Nisan 2023'de Edebiyat Ortamı Dergisinin 91. sayısında yayınlanmıştır.