18 Mart 2018 Pazar

Düşünceli bir yazı / Mehmet Taştan

İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biri düşünen bir varlık olmasıdır. O yüzden olsa gerek, birbirinden farklı yüzyıllarda yaşamış, değişik kültürlere mensup bilgeler, "insan düşünceden ibarettir, geriye kalan et ve kemiktir" (Mevlâna), "düşünüyorum öyleyse varım" (Descartes) şeklindeki sözlerle, düşünmeyi insan olmanın ana belirleyicisi saymışlardır.

Kuşkusuz bir düşüncenin varlığından haberdar olunabilmesi, onun beyin hapsinden kurtulup, dış dünyaya yansımasıyla mümkündür. ‘Ruhun kendi kendiyle konuşması’ (Platon) şeklindeki düşüncelere, -hukuk dışı yöntemlere başvurulmadıkça- kimsenin nüfuz etme şansı olmayacağına göre, uygulamada 'düşünce' diye tanımladığımız şey aslında, söz, yazı, resim ya da başka yollarla dış dünyaya yansımış ifadedir. 'İfade', yalnızca 'düşünceyi' bilinir hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda onun başka düşüncelerle yüzleşmesini, kendini dayanıklılık ya da kalite testine tabi tutmasını, yanlış ya da köhne olduğu anlaşılan düşüncelerin silinip gitmesini, böylelikle toplumun ilerlemesini, bireyin gelişip güçlenmesini sağlar. Buradan hareketle denebilir ki, ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün kuvveden fiile geçmiş halidir ve düşüncenin varlığının teminatıdır. Bu iki kavram arasındaki içiçelik nedeniyledir ki uygulamada bunlardan birinin yerine diğerinin ikame edilerek rahatlıkla kullanılabildiği görülmektedir.  

Bilimi, ona ihtiyacı olan üretir. Her hukuk kuralı da onu doğuran şartların habercisidir. Düşünmeyi insanın ontolojik temeli sayan felsefî yaklaşımlar; "kucağında doğduğu toplumun anarşist kabul ettiği fikirler olmasaydı, insanlık hâlâ taş devrini yaşıyor olacaktı; bugünkü medeniyet seviyesini geçmişte yaşanan sakıncalı fikirlere borçluyuz" biçimindeki vecizeler gerçeğin bizatihi kendisi olsa da insanlığın, "düşünce hürriyetini" ya da onun ete kemiğe bürünmüş hali olan "ifade özgürlüğünü" normatif güvenceye kavuşturması yüzyıllar boyunca ödenen ağır bedeller sonucu olmuştur.

Bedeli ödenmiş hayatlar  

Tarihsel süreçte, dünyanın birçok yerinde düşüncelerinden dolayı gadre uğramış sayısız örnek bulmak mümkündür. Engizisyon hâkiminin, "eğer dünyanın dönmediğini ve düz olduğunu söylersen yanmaktan kurtulursun" teklifine verdiği, "ben dönmüyor desem de dünya dönüyor" şeklindeki cevapla aydınlanmanın sembolü olmayı seçen Galile (1564-1642) en bilenen örnektir. 

Bunu ya da Engizisyon’un peşine düştüğü kişilerin ellerindeki ‘sakıncalı’ görülen yazılı malzemeleri, âleme ibret için insanların gözü önünde yakmasını, Ortaçağ karanlığının skolastik yapısına bağlanabiliriz. Ancak, Fransız Devrimi (1789) sonrasında, ünlü kimyager Lavoisier (1743-1794)'nin uğradığı akıbet, düşüncenin suç sayılmasına ilişkin vahim örneklerin, Ortaçağla sınırlı olmadığını göstermektedir. Havada oksijenin varlığını ve yanmanın bir oksidasyon olayı olduğunu keşfeden bilgin, “ıslatınca, tütün ağırlaşır” tespitinde bulunduğu için, tütüncülerin vergi kaçakçılığı suçuna iştirak ettiğinden bahisle suçlu bulunmuştur. Mahkeme başkanının, “ihtilalin bilginlere ihtiyacı yoktur” diyerek ölüme gönderdiği Lavoisier, “giyotine giderken kitabına ayraç koyan adam” olarak tarihe geçmiştir. Ölümünden iki yıl sonra yeniden yargılanıp beraat etmiş; itibarı iade olunmuştur. Bu olay, Albay Dreyfus davasının, yargılamanın iadesi yolunun ilk örneği olmadığını göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. 

Ne yazık ki bu örnekler, belli bir coğrafyayla sınırlı değildir. Kutsal kitabında, "Onlar sözü dinlerler sonra da en güzeline uyarlar" (Zümer Suresi-18), hükmü bulunan toplumlarda da düşüncelerinden dolayı haksızlığa uğramış insanların var olduğunu görüyoruz.
 
Türk bilgin Serahsî (1009-1090), Karahanlılar’ın vergi politikalarını eleştirdiği ve olumsuz yönde fetvalar verdiği için, Özkend şehrindeki kale zindanının kuyusuna atılmıştır. 15 yıl kaldığı kuyudan yukarıda toplanan öğrencilerine anlatmak suretiyle 30 ciltlik 'El Mebsut' adlı eserini tamamlamıştır. Onu kuyuya atanların kim olduğu bilinmezken, O günümüz Türkçesine de kazandırılan eserleriyle aramızda yaşamaktadır. 

Lodoslu bir havada, kollarına kuş kanatlarına benzer araçlar takarak, Galata Kulesi’nden Üsküdar Doğancılara uçan Hezârfen Ahmed Çelebi (1609-1640) de, kreatif zekasının talihsizliğini yaşamıştır. Bu başarısından dolayı 4. Murat tarafından kese kese altınlarla taltif edilmiş; ancak bu korkutucu adamın bekası caiz görülmediğinden Cezayir'e sürülmüş, orada vefat etmiştir.

Büyük felaketlerin ilham ettiği çare
 
Şüphesiz ki, geçmiş bu vahim örneklerden ibaret değildir. Farklı inançlara, değişik düşüncelere hoşgörüyle yaklaşılabildiği mevsimleri de görmüştür. İyinin ve kötünün iki ucuna tanıklık ederek yol alan insanlık, 20. yüzyılın ortalarında, tarihinin en büyük iki trajedyasını bir arada yaşamıştır: Nazi Soykırımı ve 2. Dünya Savaşı... 1946'ya, "batık bir gemiden arta kalan enkaz" olarak çıkan insanlık, böylesi felaketlerin bir daha yaşanmaması için; temel amacı, insan haklarını korumak, insanın güvenli ve haysiyetli bir şekilde yaşamasını sağlamak olan 'hukuku' yeniden hatırlamıştır. Bu hatırlayış, insanı merkez alan, yeni ulusal ve uluslararası hukuki metinlerin doğmasına yol açmıştır.
 
Genellikle Anayasaların ilk maddelerinde devletin yapısına, niteliklerine ilişkin hükümler yer alırken, Nazi felaketini yaşayan Almanya'nın 1949 tarihli Anayasasının 1. maddesinde, "insanın onur ve haysiyeti dokunulmazdır. Tüm devlet erki ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür" şeklindeki hükme yer vermesi, geçmişten ders çıkarma arzusunun yasal delilidir. Bu düzenleme, 13.yüzyılın sonunda, kurucu devlet başkanına, "insanı yaşat ki devlet yaşasın" diyen Şeyh Edebali (1206-1326)’nin vizyonunu göstermesi bakımında da çok anlamlıdır.
 
Sırf, Yahudi, Polonyalı, çingene, özürlü, eşcinsel oldukları için Naziler tarafından öldürülen on milyon civarında insan, yalnız Alman Anayasasının değil, 1950 doğumlu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin de hem doğuş sebebi hem de kırmızı çizgisi oluvermiştir. Bu nedenlerdir ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Nazi soykırımının (Holokost) olmadığına ya da abartıldığına ilişkin hiçbir söyleme; toplum içerisinde azınlıkta olan bir gruba yönelik dışlayıcı bir dile müsamaha göstermemektedir. İlkini tarihi gerçekleri inkâr, ikincisini nefret söylemi olarak nitelemektedir. 

Savaş felaketlerinin bir daha yaşanmaması için, dünya barışını koruma amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ise, 1948'de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini ilan etmiştir. Bunu, 1976 tarihinde yürürlüğe giren Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi takip etmiştir. Böylelikle, milli mevzuatların yanında, temel insan hakları içinde yer alan ifade özgürlüğü -en azından teorik anlamda- uluslararası bir hukuki güvenceye kavuşmuştur.
 
Türkiye de her üç belgeyi imzalamak suretiyle, insan hakları ve insanın doğal haklarından olan ifade özgürlüğü konusundaki duyarlılığını uluslararası hukuki metinlerle tahkim etmiştir.
 
“Yaratılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü” anlayışımızla uyumlu bulunan bu tercih, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerin, Anayasadan başlayarak iç hukukumuzu dönüştürmesinin yolunu açmıştır.
 
Zaman zaman geri gidişler yaşansa da ülkemizin üzerine oturduğu yörünge ifade özgürlüğünün korunup geliştirilmesinden yanadır.
 
Doğru olan da budur zaten.

(*) Bu yazı, "İfade Özgürlüğü Üzerine Makaleler" adlı kitapta yayınlanan makalenin giriş bölümüdür.