11 Ekim 2021 Pazartesi

Sıradan Acılar

Adına hayat denen tek perdelik oyunda
Yolumuzdan geçmeyen yolcular sıradandır. 

Başka gözlerden akan sadece su damlası,

Uzaktan baktığımız acılar sıradandır. 


Kemendin takıldığı başlar bizim değilse,

Şehzadeler sıradan, cellatlar sıradandır.


Kardeşlik dilimizden düşmeyen manifesto,

Sibirya kamplarında ölenler sıradandır.


Gemilerle taşınan köleler gözyaşımız,

Kanı Basra’ya akan zenciler sıradandır.


Kendimize gelince her elem bir felaket,

Başkasının olunca yangınlar sıradandır.


Bu nasıl bir insanlık, bu nasıl bir dünyadır?

Birinin kahkahası, ötekine tufandır!


Mehmet Taştan

4 Ekim 2021 Pazartesi

Şiir Bir Ölümsüzlük Arayışıdır / Mehmet Taştan

Aşil’in topuğu neyse, insanın ölümsüzlük arzusu da odur. En zayıf noktası yani… Öyle ki insan, “size yasak edilen şu ağacın meyvesini yerseniz, ölümsüzlüğe ulaşırsınız” sözüne kanıp, yasak meyveye el uzattığı için cennetten kovulur ve yeryüzüne sürgün edilir. Ama binlerce yıldır yaşadığı dünyada da kendini bu duygudan arındıramaz. O yüzden kutsal metinler dine uygun yaşayanlara, “ölümsüz bir cennet hayatı” vaad eder.

Ölümsüzlük arzusu, yalnız kutsal metinlerde değil, kadim destanlarda da çıkar karşımıza… Sümer mitolojisine göre, yakın bir dostunun ölümüyle sarsılan Uruk Kralı Gılgamış, ölümsüzlük iksirini keşfeden bilgeyi bulmak için yollara düşer. Meşakkatli bir yolculuğun sonunda bilgeyi bulur ve iksiri ister. Ama kral, aldığı otu yiyemeden bir yılana kaptırır ve Uruk şehrine eli boş döner.

Mahiyetleri birbirinden farklı olan ve sonu hüsranla biten bu öykülerden geriye, abı hayat ve bengisu gibi boynu bükük sözler kalır.

“Dünyaya geldim, gitmiyorum” deme saadetine eremeyen insanın arayışı öğrenilmiş çaresizlikle boyut değiştirir. Topraktan aldığını toprağa, göklerden aldığını göklere iade ettikten sonra hayata kattıklarıyla bu dünyada var olmanın yolunu bulur. O yol, unutulmaz bir hayat sürmek, başka hayatların ışığı olmak ya da kreatif bir eser bırakmaktır. Üstelik bu seyirde, statülerin bir önemi yoktur ve konu serbesttir. Mühim olan, dünyada geçirilen zamanı aşan ve insanlarda saygı uyandıran kalıcı bir değer üretebilmektir. Örneğin, MÖ 1. Yüzyılda köle olarak yaşamış olan Spartaküs, köleleri örgütleyerek Roma’ya karşı verdiği özgürlük mücadelesiyle iki bin yıllık bir destana dönüşür. Akşemseddin, tarihin gördüğü en büyük liderlerden biri olan Fatih’in hocası olmakla bengisu içer.

Bundan tam 4300 sene önce Mezopotamya’da yaşamış olan şair Enheduanna ise şiirle ölümsüzleşmeyi fısıldar bize…. O fısıltı, yüzyıllar sonra bir başka şairin, “baki kalan kubbede hoş bir seda imiş” mısraında kristalleşir. Yirminci yüzyılda yaşayan üçüncü bir şair, “yanarım benden evvel can veren eserime” mısraı ile şairlik sebebini ifşa eder.   

Cemil Meriç’in ifadesiyle, eser, şairin “içine kafasındaki bütün ışığı doldurup dalgalara fırlattığı şişedir… Denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak… Kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomarı uçurtma mı yapacaklar?”

Şairin ölümünden yüzyıllar sonra yaşayacak çocuklarca şiirlerinin uçurulması… Tam da şairce bir hayal…

Peki ama buna ulaşmanın yolu ne? Neyi, nasıl yazmalıyız ki, hayatı, dünyadaki bedenimizle sınırlı olmaktan kurtarıp, şiir yoluyla geleceğe taşıyabilelim?

Bu yolun ilk adımı, şiir semasının yıldızlarını kana kana içmektir. “Herkes kendi zannınca oldu gönlümün yâri / Aramadı hiç kimse içimdeki esrarı” mısralarıyla 13. yüzyılda bir yanardağ gibi patlayan Mevlana’yı; “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” şeklindeki beyitle Monteigne’nin ömrünü verdiği Denemeler’i 18. yüzyılda hülasa eden Şeyh Galip’i; “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden” dizlerini 19.yüzyılda bir fikrin sembolü kılan  Namık Kemal'i ve onlarla aynı kafilede uçan diğer usta şairleri döne döne okumaktır.

İçtiğimiz bu şiirler susuzluğumuzu gidermek yerine yangınımızı daha da artıracak ve bizi başka bir soruya götürecektir: O ihtişama nasıl varılır?

Malum, her çiçek kendi tabiatına uygun iklim ve toprakta yetişir. Kalıcı olma iddiasındaki şairin, ihtiyacı olan iklim ve toprağa kavuşabilmek için, düşünsel ve duygusal anlamda taşacak kadar dolması gerekir.  O nedenle şair, okuyarak kendini sürekli yenilemeli; suya atılan taş misali, yerelden evrensele doğru halka halka genişlemelidir. Evrenin özü olan insanı bütün katmanlarıyla tanımalı, hayatı hissederek yaşamalıdır. Baktığını, başka bir nazarla gören titiz bir gözlemci olmalıdır. Asaleti, özgürlüğe bağlılıkta bulmalı; savunduğu değerleri şiirinden önce ruhuna işlemelidir. Böylece olgunlaşan şair yazmak istediği şiirin aradığı kıvama kavuşacak; mısralar, istem dışı bir şekilde coşkuyla döküleceği şelaleye varmış olacaktır.

Şiir kelimelerle yazılır. Onun için şair, kelimelerin tutkulu aşığı olmalı; sözlüğü ana sütü gibi aziz bilmelidir. Mimaride taşın işlevi neyse, şiirde kelimenin işlevi odur. Çürük taşlarla yapılmış bir binanın ömrü ne kadar olursa, ölü ya da özürlü bir dille yazılmış şiirin ömrü de o kadar olur. O yüzden şair, yaşayan Türkçeyi esas almalı, zamana dayanıklı kelimeleri tercih etmeli, dilin mimari ve melodisine sahip çıkmalı, mevsimlik rüzgarlara kapılmamalıdır. Esasen, geçmiş yüzyıllarda yazılmış halk şiirlerinin, çağdaşı oldukları divan şiirlerine göre, bugün daha kolay anlaşılması, bu gerekliliği ortaya koymaktadır.

Şiir bir gelenek işidir. Ancak geleneği sürdürmek, geçmişi tekrar etmek değildir. Aynı ırmaktan sürekli başka suların aktığı gibi gelenekten beslenen her şair, şiir yatağında kendi özgün sesiyle akabilmelidir.

Şiir yolculuğunda genç şairin önündeki engel başkasını taklit etmek, usta şairi bekleyen tehlike ise kendisini tekrar etmektir. Onun için şair, vardığı her menzilde, heybesini açmalı, şiirlerini başkalarından ve kendi geçmişinden ayıklayabilmelidir.

Şiir yalnız diliyle değil, ruhuyla da tazeliğini koruyabilmelidir. Ufka dalan bir adamın dudağında terennüm, aynadaki genç kızın bakışlarında cilve, ateşli bir hatibin dilinde söylev, mazluma güç veren bir direnç olmalıdır. Bir mektup onunla başlamalı, sohbet onunla ısınmalı, ayrılık onunla teselli bulmalı, öfke onunla patlamalıdır. “Hayatım alevler içinde / O beni dağlardaki böğürtlen dikenlerinde mecbur etti yürümeye” mısralarında olduğu gibi aradan binlerce yıl geçse de taşıdığı duygu solmamalıdır.

Bunca meşakkat, bunca çile, faniler dünyasında ölümsüzleşmeyi garanti eder mi? Asla… Yarım asırlık cihan hükümdarı Kanunî bile şair sıfatıyla sadece “Halk içinde muteber nesne yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi” beytiyle hatırlanabildiğine göre, bu yolculuktan Gılgamış gibi eli boş dönmek her zaman mümkün... Ama tarih, aktörlerini vazgeçenlerden değil, ısrar edenlerden seçer.

Tıpkı Mecnun gibi…


 Resim: https://walldump.com/wallpaper/digital-art-minimalism-portal-science-fiction-photoshop-D6EQna9KN

16 Temmuz 2021 Cuma

Gözlerinde Çağ Yanar

Sen geçersin içinden yıllar susar, çağ yanar
Gözlerinde tutuşan mavi bir çerağ yanar.

Düştüğü kuyulardan çıkar gider sefaya
İz bırakır çöllerde ardından çağlar geçer.
Kölenin çığlığıyla yankılanır kolezyum
Sessiz bir seyircinin kalbini dağlar geçer
Unutulur mezarı Zeus’un bir adada
Efsane yatağına görünmez ağlar geçer.

Boynu bükülür gülün; bahçe yanar, bağ yanar
Bu şehrin ebruvanı o koskoca dağ yanar.

Kusva düşer yollara tarihi görmek için
Hicrandan güvercinin saçlarına ak düşer
Kanat çırpar ayrılık Leyla’nın vahasına
Çölün orta yerinde mecnuna firak düşer
Başını taştan taşa vurarak giden nehir,
Bembeyaz gelinlikle denize berrak düşer

Dinamit patlar suda; avcı yanar, ağ yanar
Bir yüzüğün kaşıyla efsane otağ yanar.

Kız Tibet’in suyuyla doldurur kadehini
Avcının sadağında intikam oku kalır
Sular çekilir elbet her tufanın sonunda
Zeytin dalı o kuştan yadigâr doku kalır.
Şirin’in sevdasıyla erir gider koca dağ,
Küllerinin içinde yanık bir koku kalır

Nasıl ateştir böyle; hasta yanar, sağ yanar
Zemheri ayazında kalan Karabağ yanar.

Viralarla denize açılan düşler gibi
Yürüyünce zamana yıllar susar, çağ yanar
Bülbülün bir kanadı düşünce ark içine
Boynu bükülür gülün; bahçe ağlar, bağ yanar
Nil mi akıyor yoksa gözlerinde müjgânın?
Nasıl ateştir böyle; hasta kalkar, sağ yanar?

Bakma öyle ne olur taht yıkılır, tuğ yanar;
Gülme, öyle gülersen gözlerinde çağ yanar!

Mehmet Taştan

8 Temmuz 2021 Perşembe

Hüzünlü Perde

Bir ömür tüketip camın önünde,

Hayatı seyirlik sanıyor perde.
Siniyor yağmurlar göründüğünde,
Rüzgâra ne çabuk kanıyor perde.

Nice hüzünlere aşina, sırdaş,
Geceye arkadaş, güne arkadaş,
Camların canına kıyınca bir taş,
Zıpkın yemiş gibi kanıyor perde.

Yüzünde bir gizem, ardında uzlet,
Ayrılık insana nihai kısmet,
Karanlık gündüzü yenmeye azmet,
Derdimle dertlenip yanıyor perde.

Mehmet Taştan

26 Haziran 2021 Cumartesi

İşmar

Bir kuş gibi boşlukta sendeleyince feryat,

Suların üzerine divitle kaydet beni.
Aynaların diliyle konuşup üç-beş saat,
İçine ateş düşmüş sözlerle yâd et beni.

Gece nöbetlerinde sayıklayan şiirin,
Geçiş üstünlüğünü siren sesine terk et.
Sokak lambalarına fısıldanan düşlerin,
Duvarlara yansıyan gölgelerini seyret.

Geçeli hayli oldu, camdan işmar çağını,
Gel de kirpiklerinle istersen kalbimi oy.
Bükme öyle gülerek nazenin dudağını,
Üşüyen ellerini kalbimin içine koy.

Mehmet Taştan


11 Ocak 2021 Pazartesi

Yaş da Yanar

Aşka düşmek, bir bakışta çıkmaza vurulmakmış,
Gündüz nazlı sevgili, ardında deli gece…
Unut olmaz, ‘gel’ de, gelmez, bir köşede sessizce
Ağla, payına düşen, durmadan ağlamakmış.

Fidanlar susayınca bulutlar görünürmüş,
Yalnız nisan yağmuru ses verirmiş sesine,
Yeter artık çok çektin, erenler ülkesine
Yağmurlu bir sabahı getiren halinle düş.

Mehmet Taştan