28 Ekim 2014 Salı

Reyyana Yürürüz

Üç beş adımda düşen küçük çocuklar gibi 
Hep telaşla açılır kollarımız hayata,
Düşmekten korksak bile yaşamanın hazzıyla
Yüzümüzde gülücükler açar ve biz yürürüz.

Kor düşer bakışlara, ardından ay tutulur,
Greenwich yeni baştan çizilir haritada,
Kaf dağının ardında bekleyen sevgiliye
Altı ay bir güz gider, yalnız bir gün görürüz.

Muhafızları yorgun eski kaleler gibi
Çaresizlik içinde tevekküle dururuz,
Zembereği boşalmış şu vefasız zamana
Kadim şehrin sürgünleri gibi kırgın yürürüz.

Bütün mücadeleler sona erdikten sonra
Sahnede uzaklaşan yalnız bir adam kalır;
Karanlığın içinde kaybolan gölge gibi
Derin bir sessizliğe teslim olup yürürüz.


Bir pul koleksiyonu kadar zariftir hayat,
O yüzden bir zarf gibi pul pul işler insanı,
Mühürle yaralanmış, izi kalmış, ıslanmış
Güneş vurup ağarmış anılarla yürürüz.

Bu dünyadan el etek çekip gittiğimiz gün
Ne gökte martıların çığlıklarını duyar,
Ne de peşimiz sıra yakılan ağıtları…
Ya aşk cehennemine, ya reyyana yürürüz.

Mehmet Taştan

31 Temmuz 2014 Perşembe

Yağmur Islıyor Beni (2009)

Yağmur Islıyor Beni / Mehmet Taştan
Şiir

Berikan Yayınevi
1.Baskı: Temmuz 2009
2.Baskı: Şubat 2010

Yayınevi iletişim Bilgileri:
http://www.berikanyayinevi.com.tr/iletisim.html



28 Temmuz 2014 Pazartesi

İnsan Boşluğu (1987)


İnsan Boşluğu / Mehmet Taştan
Şiir
1. Baskı: Kasım 1987
İstanbul 

17 Temmuz 2014 Perşembe

Bekle Beni Mona Roza

Bekle Beni ve Mona Roza... Biri Rus edebiyatının, diğeri Türk edebiyatının en çok okunan aşk şiiri... Her iki şiiri, öyküleriyle birlikte bilen birinin, bu şiirlerden biri okuduğunda diğerini hatırlamaması zayıf ihtimal... Aralarındaki benzerlik, şekil ve üslup bakımından değil elbette.. Her iki şiirde yaşanarak yazılmış.. Her ikisi de aşk şiiri... Birbirlerine yakın tarihlerde yazılmışlar.. Bekle beni 1943'de, Mona Roza 1950'de kaleme alınmış.. Arkaplan öyküleri, şiirlerin tanınma ve okunma serüvenleri benzeşiyor.. Her iki şiir de kitap sayfalarıyla tanışmadan önce şiir severlerin gönlüne düşmüş. Okuyucuların kişisel gayretleriyle yazılıp, çoğaltılmış, çok okunmuş, çok sevilmiş, çok ezberlenmişler.. Her iki aşkta hüsranla sonlanmış.. Her iki şiirin kadını da o karasevdaya, o tutkuyla yazılan şiire kayıtsız kalmış... Her iki şair de ölesiye susmuş.. Aşkları üzerine, duyguları üzerine, yaşadıkları üzerine konuşmayı zül addetmişler.

Tabii bu iki şiirin, birbiriyle hiç benzemeyen yanları da var. "Bekle beni" şairin cephede ölümle pençeleştiği, çıldırmakla ölmek arasında gidip gidip geldiği bir gecede yazılmış. Mona Roza, rahat bir ortamda dökülmüş kağıda... Yazılış şartlarındaki farklılığın tesiriyledir ki, "bekle beni" şarkı olacak kadar yalın ve kısa; "Mona Roza" bestesi yapılamayacak kadar derin ve uzun... Bekle beni, öykünün efsaneleştirdiği bir şiirdir; Mona Roza şiirin efsaneleştirdiği bir öyküye sahiptir. Bekle Beni şiirinde öykü hazin ama çıplaktır. Bütün ravilerin anlatımları aynıdır. Mona Roza'nın gerçek öyküsü var mıdır? Varsa nasıldır bilinmez. Şiirin yazılmasından altmış yıl sonra ortaya çıkıp konuşan Mona Roza'nın söyledikleri gerçekle ne kadar örtüşüyor, o da meçhul. Çünkü, onun söyledikleri de "buram buram hakikat kokan" şiirin ruh haliyle hiçte uyuşmuyor. Yani orta yerde öykünün efsaneleştirdiği bir şiir değil, şiirin ihtişamıyla üretilmiş birbirine benzemeyen birden fazla öykü vardır. Karakoç konuşmadığı, yanında bu konunun konuşulmasına izin dahi vermediği için bu muğlaklığı gidermek de mümkün değil. Bekle Beni şiirinin şairi Konstantin Simonov da, ilham kaynağı olan Valentina Serova da aramızda değiller. Bu dünyadan göçeli seneler olmuş. Sezai Karakoç da, Mona Roza adını verdiği Muazzez Akkaya da hayatta.. Şair bekar, Roza ise dul... Yaşları seksenin üzerinde... Üstelik her ikisi de İstanbul'da yaşıyor.

Gelelim öyküleriyle birlikte şiirlere... 

Konstantin Simonov, aşık olduğu, "senin yüzün benim kaderim" dediği, sinema oyuncusu Valentina'yla evlendikten kısa bir süre sonra subay olarak askere alınır. Volgograd (Stalingrad) cephesinde ölümle çıldırmak arasında gidip geldiği bir gecede o meşhur şiiri yazar.

"Yağmurlar içinde bekle beni
Karlar tozarken bekle
Ortalık ağarırken bekle 
Kimseler beklemezken 
Sen bekle beni."

Mısralarıyla sevgilisine seslendiği şiiri bir kuryeyle gazeteye gönderir. Gazetede yayınlanınca, sevgilileri cephede olan kızların diline düşer. Savaşta ölen askerlerin yürek hizasındaki ceplerinden bir muska gibi hep bu şiir çıkar. Savaş biter ve Simonov sağsalim döner cepheden. Kavuşur Valentine'sına ama o artık bıraktığı kadın değildir; Sovyet sinemasının en ünlü yıldızlarından biridir. Şair deliler gibi sevdiği kadını, dedikodularla çalkanan hayatı yüzünden 1957'de sessizce terk eder. Valentina 1975 yılında ölür. Simonov cenazeye katılmaz. Ertesi sabah Serova’nın mezarı başında bir saksı içinde mavi hareli, sarı yapraklı bir hercai menekşe bulunur. Kırmızı saksıya iliştirilmiş küçük bir kağıt... Üzerinde işlek bir el yazısıyla yazılmış kısa bir not: "bekle beni..." O kadar.. Başka bir şey yok.. Simonov, 28 Ağustos 1979′a kadar tek başına yaşar Serova'sız dünyada. Ve o gün ölür ya da sevgilinin peşinden gider.

Bizim edebiyatımızın efsane şiiri ise, "Mona Roza siyah güller, ak güller / Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak" mısralarıyla başlar. Daha ilk mısralarda derin yaşanmışlığı ele veren şiir, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde platonik bir aşkı anlatır. Taşra delikanlısı olan Sezai, sınıf arkadaşı Muazzez Akkaya'ya fena halde tutulur. Ama kız üst bir sosyal sınıfa aittir. 1950 Türkiyesinde şampiyon olacak kadar iyi bir ping pong oyuncusudur mesela... Aralarında aynı sınıfta okumanın ortak paylaşımları olsa da, bunlar, şairin deliler gibi sevdiği kıza açılmasına yetmemektedir. Şaire hep uzaktan seyretmek kalır. Ve O'nda gördüğü herşeyi, ona ait her bir ayrıntıyı "mıh gibi aklında tutmak" düşer. Muhacir kızı oluşundan, tesadüfen Geyve'ye birlikte yapılan tren yolculuğuna kadar... Yanardağı patlatan basınç gibi o aşkta şairi patlatır ve o büyük şiir doğar. "Bir gül" anlamına gelen "Mona Roza" adlı, 14 kıtalık şiirde, "Muazzez Akkaya" ismiyle iki kez akrostiş yapılmış şaheser çıkar ortaya...

Bir kıtasında sevgiliye;

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı;
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı,
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı! 

Mısralarıyla seslenen şair bu şiiri ilkkez, fakültenin mezuniyet gecesinde okur. Roza'da o salondadır elbette. Gecenin bitiminde şaire gülen gözlerle yaklaşır: "Bu şiiri bana mı yazdın Sezai" der. Şairin cevabı yine şiircedir: "Evet ama benim Mona Roza'm şiirlerde kaldı."

Şiirin yazılmasına kadar herşeyin hakikat olduğu öykünün, efsaneleşme süreci okunma anından Muazzez Akkaya'nın 2012'de ortaya çıkmasına kadar sürüp gider. Kimi, "Roza intihar etti" der. Kimi "bir subayla evlendiğini ve kocasının Kıbrıs Barış hareketinde şehit düştüğünü" söyler. ABD'de inzivaya çekildiğini söyleyenler de vardır. Bunların hangisi gerçektir bilinmez ama hakikat olan bir şey var ki, Sezai Karakoç bir sevmiş, pir sevmiştir. Mona Roza'dan mahrum kalmanın yasını ömür boyu tutmuş ve hiç evlenmemiştir. O şiirin basılmasını, okunmasını dahi yasak etmiştir. Taa ki 2000'lere kadar...

Mona Roza üzerindeki efsaneler böyle sürüp giderken, şiirseverler ilk günden itibaren çok sevdiği bu şiiri elyazmalarıyla, teksirlerle çoğalttı. Ruhuna nakşedercesine okudu.

Ve nihayet, Muazzez Akkaya'yı gökte arayanlar yerde buldu. ABD'de yaşadığı sanılırken Kadıköy'de ortaya çıktı ve mahalli bir gazeteye konuştu. Özetle, "Sezai'nin beni sevdiğinden de, Mona Roza şiirini bana yazdığından da haberim yoktu" dedi. O muhteşem şiiri yazdıran aşkı Sezai Karakoç'un hal ve tavırlarından anlamamış olması, adına yazılan akrostişli şiirden bunca zamandır habersiz kalması ihtimali, bana hiç inandırıcı gelmese de efsaneyi yıkmaya yetti. Mona Roza tutkunu bir çok yazar-çizer epey kızdı Muazzez Akkaya'ya... Hayallerindeki kadını yıktığı için...

Şair ise hâlâ suskun.. Sanki üzerinde "Bekle Beni Mona Roza" diyen bir sessizlik var....

Şiirin Gördüğü Manzara / Mehmet Taştan

Babasının çalıştığı çiftlikte gözden kaybolan çocuk, bir süre sonra elinde tuttuğu çalıyla çıka gelir.  Kökleriyle birlikte çıkardığı çalıyı babasına göstererek: "Başardım baba başardım" diye haykırır. 

Oğlunun heyecanına ortak olmaya çalışan baba: "aferin oğlum, çiftlikteki zararlı bitkileri temizlemeyi sen de öğrendin" diye karşılık verir. Çocuk bu cevabı hiç mi hiç beğenmez; konuşmaya devam eder: "Hayır baba hayır, öyle değil. Yeryüzü bir ucundan tutmuştu bunun, ben öbür ucundan. İkimiz de var gücümüzle asıldık. Sonunda ben kazandım. Mat ettim yeryüzünü. Aldım bunu, onun elinden." 

Genç yaşta aramızdan ayrılan şair Nazir Akalın'ın şiirde bakış açısının önemini vurgulamak için anlattığı bu öyküyle, Jim Dornon'ın başarı için stratejide algının önemine işaret etmek için kaleme aldığı hikâyenin ana fikri birebir örtüşür: 

İşçilerin yaptıkları iş hakkında ne düşündüklerini öğrenmek için inşaat sahasına giren bir görevli karşılaştığı ilk işçiye sorar:
— Ne yapıyorsun?
— Duvar örüyorum.
Onun yanından ayrılan araştırmacı aynı inşaatta çalışan ikinci işçiye yaklaşır:
— Ne yapıyorsun?
— Ekmek parası kazanıyorum.
Aldığı cevapları not eden araştırmacının üçüncü işçiye sorduğu soru da aynıdır:
Ne yapıyorsun?
Katedral yapıyorum.

Evet sorulan soru aynıdır ama verilen cevap yapılan işe kutsal bir derinlik kazandırmıştır. Özdemir İnce'nin 2010 dünya şair günü bildirisinde anlattığı öykü de ana fikri itibariyle aynı ufka işaret eder:  

New York'ta, Brooklyn Köprüsü üzerinde dilenen kör bir dilenci bir gün, bir şairin dikkatini çeker. Dilencinin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, dilenciye günlük kazancını sorar. Dilencinin cevabından sekiz dolar olduğunu öğrenir. 

Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek bir şeyler yazar; “Şimdi buraya senin kazancını artıracak bir şeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin” der ve oradan ayrılır.   

Şair, bir hafta oraya gelip kendini tanıtınca dilenci: “Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?” Bunun üzerine şair gülümser ve tabelada "Doğuştan körüm, yardım edin, yazıyordu. Bense, bahar gelecek, ama ben yine göremeyeceğim, yazdım "der.   

Çocukla babasının, üçüncü işçiyle diğerlerinin, dilenciyle şairin bahsettiği konu aynıdır. Ama bakış açılarındaki farklılık, alelade bir vakayı yalana dolana baş vurmadan sıradanlıktan kurtarıp, zihnimizden silinmeyecek bir öyküye dönüştürmektedir. 

Şiir budur işte... Hepimizin o özgün bakış açısının sesini duyduğumuzda "evet öyle ama neden ben bunu daha önce görüp keşfedemedim" diye hayıflandığı, şairin sesiyle açtığımız pencere, yalnızca onun şiiriyle gördüğümüz manzaradır. 

Öyle ki o manzara, günlük dilin yalınlığıyla akmakta ama hiç alışılmadık tespit ve tasvirlerle yerleşik kabullerimizin ötesine geçerek bilinç duvarlarımızı sarsmaktadır.  Freud'un "kreatif yazarlık" dediği şeyin şiirsel yansıması da burada çıkar karşımıza… "Her insanın içinde bir şair vardır" sözü burada bulur anlamını… İçimizde saklı duran o hissiyat, o mana okuduğumuz şiirde bürünür ete kemiğe... Montaigne'nin, “Şiirin orta hallisi veya kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir; ama iyisi, yükseği, harikuladesi aklın kurallarını aşar. Onun güzelliğini tam olarak görenler, bir şimşeğin ihtişamına benzer bir pırıltı görmekle kalırlar. Büyük şiir muhakememizi tatmin etmekle kalmaz, allak bullak eder" dediği şey de budur işte.

Üstelik böylesi bir eseri ortaya koymak için okuyup yazmış olmaya bile gerek yoktur her zaman. Yeter ki gönül gözü, evrenin sırlarını görmeye açık olsun. Ümmi bir ozan olan Sümmani'nin, "Yarın mahşer günü dava ederim / Siz mahşer yerine gelmez misiniz?" mısralarındaki yalınlık, "mahşer" şuuruyla bir anda katedral yaptığını söyleyen işçinin bilinç düzeyine sıçrar ve şairi faniliğin kıskacından kurtarır. Ümmiliğine ilaveten gözleriyle de dünyayı görmekten mahrum kalan Aşık Veysel'in "Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece" mısraları, ontolojik bir bakışın draje sözü olur. 

Özgün bakış açısıyla büyülenmiş mısralar yalnızca tanınmış şairlerde bulunmaz. Yazdıkları anlaşılmamış ya da yeterince tanınmamış şairlerden de yakıcı mısralar okumak mümkündür... Anlık ilhamları şiirsel söyleyişe çevirmesiyle maruf Sunay Akın, "yine bir kömür kütürdedi sobada / kayıp bir madencinin kalbi rast geldi / atıverdi sıcak odada" dizlerinde maden facialarına ağıt olur adeta… Mehmet Emin Alper'in "eski bir dostun dediği gibi / bir kurşunun nedir ki bir kuştan istediği" mısraları, o saf söyleyişin derinliğiyle kalbi olan herkesi titretmeye yetiyordur herhalde. 

Aruzu öne çıkarmak için heceyi "köylü vezni" diye küçümseyen Ahmet Haşim'e aldırmadan "Şairim / Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası / Ayak seslerinden tanırım / Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım" mısralarını kaleme alan Bedri Rahmi Eyüboğlu, bu şiirle yalnızca merdiven şairine ağzının payını vermekle kalmaz, kendi şiirinin de zirvesine çıkmış olur. O zirvede, serbest veznin getirdiği biçimsel rahatlık, bakıştaki özgünlük, dildeki saflık öne çıkan başlıklardır. 

Kendi gök kubbemizin "en uzak iki yıldızı" olan Nazım Hikmet ve Necip Fazıl için de durum aynı değil mi? Tutku derecesinde bağlıları mebzul olan bu iki şairimizi, "hangi dünyaya kulak kabartmışsak öbür dünyaya sağır kesiliyoruz" ön yargısını aşarak okuduğumuzda, içimize hangi şiirleri işliyor? 

Hangi meşrep veya mezhepten olursak olalım Nazım'ın, "gelinler aynada saçını tarar / aynanın içinde birini arar" mısralarını okurken, kendini yavuklusuna hazırlayan taşra gelinlerinin o nahifliği, o mutlu telaşı gelmez mi gözümüzün önüne?.. Ya da Necip Fazıl'ın "Ne hasta bekler sabahı / Ne taze ölüyü mezar / Ne şeytan bir günahı / Seni beklediğim kadar" kıtasında, kimlik katmanlarını aşan bir derinlik bulunmuyor mu? 

Bunca öykü, bunca örnekle nereye götürmek istiyorum sizi?
Şuraya: Şiir yazmak, kelimelerle oyun oynamak değildir. Hele hele, dilin mimarisini, melodisini bozarak varılacak bir menzil hiç değildir. Tıpkı Stephen King'in dediği gibi "toprak altında duran bir fosili, bir gerçekliği, bir yaşanmışlığı bulup ortaya çıkarmaktır." Herkesin görüp, yaşadığını, hissettiğini herkesi hayran bırakacak bir lisanla yeniden deşifre edebilme sanatıdır şiir. Yani şiir ihdas edilmez; var olanın ama bakir kalanın içinden her seferinde farklı bir duyuşla yeniden çıkarılır. 

Eğer bunu yapmıyorsak bizi bekleyen fanilik, bizden önce şiirimizi bulur. Ve şairliğimizin, "dünyaya bir kere geldim, mahşere dek buradayım" iddiası viran kalır. 

Sizce de öyle değil mi?

17 Ocak 2014 Cuma

Gideceğim

Düşler büyüteceksin bir saksının içinde,
Ve her sabah su döküp güneşe koyacaksın,
Dökülen hüzünleri seçeceksin elinle;
Belki bir akşamüstü veda edip seninle
Küs olup gideceğim.

Kanepeye uzanıp, okuduğun kitapta,
Devrik bir cümle ile çıkacağım karşına,
Kanatlanan belleğin konarken daldan dala;
Kuru bir yaprak gibi dalından düşüp yola
Güz olup gideceğim.

Küçük bir çaydanlığa demlediğin duygular,
Sıcak bir melodiyle dökülecek bardağa,
Isınırken ellerin, titreyecek dudağın;
Arkasında bir tufan beklese de bu dağın
Köz olup gideceğim.

Elindeki aynanın içindeymişim gibi,
İşveli bakışlarla süzeceksin kendini.
Birden soluklaşacak aynadaki o halim,
Üç beş parça şiire dönüşecek hayalim
Söz olup gideceğim.

Mehmet Taştan