13 Haziran 2020 Cumartesi

Şair İrtifa Kaybediyor / Mehmet Taştan

Şiir bir duygu seli midir yoksa varlık aleminin karanlık yüzüne tutulan ışık mı? Kuşkusuz bu sorunun cevabı, ele alınan şairin kalitesine ve okuyucunun kapasitesine göre değişir. Çünkü şiir ikna gücünü değil ilka dilini kullanır.  Okuduğu şiirlerde aradığı derinliği bulan Freud şöyle der: "Nereye gittiysem benden önce oradan bir şairin geçmiş olduğunu gördüm” Bu yargı tek kişinin ulaştığı bir sonuç da değildir. Nietzsche, "şair olamayacağımı anladım filozof oldum" sözüyle benzer bir kanaati dile getirir.

Şairleri, varoluş sırrını çözme yolculuğunda filozofların önünde gören bu anlayış, doğal olarak şiiri de bütün bilimlerin anası sayılan felsefenin üzerine çıkarır.

İlk etapta abartılı bulunabilecek bu kanaat, Mevlana, Hayyam, Goethe  gibi içinden çıktıkları toplumları tek başlarına ve evrensel ölçekte temsil edebilme gücüne erişmiş şairlerle birlikte düşünüldüğünde makul bir hale gelir. Üstelik bu öncü rol, son bin yılda kazanılmış bir özellik de değildir. Tarihin derinliklerine inildikçe şiirin toplumsal etkisinin daha da belirginleştiği görülür.

Atina, bilgesini öldüren şehir olmanın utancını, şair Homeros’a yaslanıp, kucağında filozof Platon’u büyütmekle unutturmaya çalışır. Peki batının şiir ve felsefe köklerini oluşturacak kadar gür ve bereketli olan o iki ırmaktan hangisi daha kadimdir? İsmet Özel bu soruyu, bir meydan okuma edasıyla şöyle cevaplar: “Bütün batı felsefesinin dipnot düşmek zorunda kaldığı Platon, şair Homeros'a dipnot düşmekten başka ne yapmıştır?

Şair cevabının tarafgirlikle malul olduğu söylenebilir. Ancak bu yargının Helen kültürüyle sınırlı olmadığı da bir gerçektir. Mesela, İslam öncesinde Araplar, adlarını kahinlerle birlikte andıkları şairlerin yüksek sezgisel güçlere sahip olduklarına inanıyorlardı. Kutsal saydıkları Kabe’nin içini putlarla doldururken, dışını da sözün zirvesi olarak gördükleri şiirlerle süslüyorlardı.  Yani şiir, saygınlığın zirvesinde dolaşıyordu. O yüzden, anneler, çocuklarının şairlik rüyalarını görüyorlardı. 

Arapların, şiire nasıl bir paye biçtiği, vahye karşı gösterdikleri direnç sırasında söyledikleri sözlerle de açıkça ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki, Yasin Suresi’nin, “Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O’na verdiğimiz ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır” şeklinde anlam içeren 69. Ayeti, Mekkeli müşriklerin, belagatin zirvesi olan vahyi de şiir olarak nitelediklerini göstermektedir. Bu niteleme, Mekkelilerin zihnindeki en yüce sözün, şiir olmasından kaynaklanıyordu. O toplumun zihninin doruğunda şiir değil de felsefe bulunsaydı, vahye direnirken muhtemelen Hz Peygamberi filozof, Kur’an’ı da felsefe olarak niteleyeceklerdi.

Doğu ve batının bilgelik yolculuğuna mihmandarlık yapan şiir, bizim kültürümüzün genetik kodlarına kadar sızmıştır. Öyle ki, 8. yüzyılda taşa kazılan Orhun Abidelerinden, 11. Yüzyılda kâğıda yazılan Kutadgu Bilig’e kadar ortaya çıkarılabilen erken dönem eserlerin tamamı şiir formunda yazılmıştır. Ahmet Yesevi tasavvufa ilişkin görüşlerini şiirle söylemiş; en uzun ömürlü devletimizin liderlik sırları Şeyh Edebali tarafından şiirsel bir dille öğütlenmiştir.

Bu güçlü zemin üzerinde boy veren Türk şiiri yüzyıllarca doğunun, daha sonra da batının şiir köklerinden beslenerek evrensel ölçekte büyük şairlere kavuşmuştur. Kiminde Türkçenin zirvesine, kiminde bilgeliğin derinliğine ulaşan şiirimiz, insanımızın tahayyül ve tasavvurlarının şekillenmesinde uzunca bir süre öncü olmuştur. Kuşkusuz bu öncülük hepsinde aynı ağrılıkta olmamış; zamanın ruhuna, şairin yetkinlik ve derinliğine göre değişkenlik göstermiştir. Ancak tohumda ağacı görebilen ustaların şiirlerinde, duygu ve düşünceyi kristalize ederek, sağlam bir kalıba soktukları tartışmasızdır. “Mal sahibi mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi…  Aşk imiş her ne var ise âlemde / İlim kıl u kâl imiş ancak Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu / Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu…” şeklindeki mısralar buna örnek verilebilir.

Bir Osmanlı Paşası, 1829’da Erzurum’da karşılaştığı Puşkin’in şair olduğunu öğrenince şunları söyler: “Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır ne de dünya nimetlerinde gözü… Biz zavallılar şan, iktidar ve para peşinde koşarken; O, yeryüzünün hükümdarıyla aynı hizada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir.”  Tam da şairin, "Sen çarsın, yalnız yaşa, yürü özgür yolunda / Özgür akıl nereye götürüyorsa seni" mısralarıyla örtüşen bu sözler, Türk toplumunun 19.yüzyılda da “şiiri yüksek zekaların rüyası” olarak görmeye devam ettiğini göstermektedir. 

Savaşlar ve göçlerle girdiği 20. Yüzyılın başında tarihinin en büyük kopuşlarını ve alt üst oluşlarını yaşayan milletimiz, o trajedilerin etkisiyle birbirlerine hiç de benzemeyen güçlü şairlerin eş zamanlı yükselişlerine tanıklık etmiştir. Biçim ve içerikteki farklılaşmaya inat, Türkçe duyarlılığı ve anlam derinliğinde birbiriyle yarışan bu şairler okurlarının ruh dünyasına şekil vermeyi başarmışlardır. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak… Boşuna gezmişim yok tabiatta / İçimdeki kadar iniş ve çıkış… Sen yanmasan / Ben yanmasam / Biz yanmasak / Nasıl çıkar Karanlıklar aydınlığa?” şeklindeki mısralar bu dönemde girmiştir hafızamıza…

Namık Kemal’le başlayıp, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl ile devam eden süreçte siyasi bilinç dili olarak da kullanılan şiir, o şairlerin dünya hayatını tamamlamalarıyla birlikte toplumsal ilginin odağı olmaktan çıktı. Zira onların ardından sahneye çıkanlar geleneksel şiirin getirdiği tüm değerlere sırt çevirdiler. Halk kültüründen, folklordan, dilin yapısından ve anlam bütünlüğünden kopmayı ortaya attıkları imgeci şiirin olmazsa olmazı saydılar. Evrensel bilinmezi idrakten vazgeçip, şiiri, bireyin -ötekileri ilgilendirmeyen- tek kişilik meselelerine hasrettiler. Geleneği taklit edenler ise, yazdıkları manzumeleri şiir zannederek samanlıkta kaybolan gerçek şiirin bulunmasını engellemekten başka bir iş yapmadılar. Halk, asırlara dayanan yüksek şiir zevkiyle tadına baktığı bu metinleri hazzetmedi, ezberine almadı. Bunları yazanları da sahiplendiği şairlerden ayrı bir yere oturttu. Yahya Kemal, Mehmet Akif gibi ustalar için kullanmadığı bir sıfatlandırmayla, onları herhangi bir sanat dalını icra edenlerle eşdeğer bir şekilde  “sanatçı” diye anmaya başladı.  Bu adlandırma, "dönülmez akşamın ufku" oldu.

Atatürk’ün, zamansız davetini “Ben Denizkızı Eftalya değilim” diyerek geri çevirecek kadar ilkeli bir duruş olan şairlik imajı yıprandı. Bunalımlarıyla baş edemediği için kaleme sarılan güçsüz bir varlığa dönüştü. Bilgelik şöyle dursun, entelektüel kimliği de eridi. Şiir evrenin dili olmaktan çıkıp, yalnızca şairin anlam verebildiği müphem metinlere dönüştü.

Elbette ki bardağın tamamı boş değildi. Sayıları az da olsa, kendilerini bu tufandan koruyan, gelenekten beslenerek özgün tarzlarıyla şiirimize yeni soluklar kazandıran etkili şairler çıkıyordu. Ancak onların gücü de dumura uğramış şiirimizin toplam kalitesini yükseltmeye yetmiyordu. Çünkü şiir artık bir sektör, kanon tek tip olmuştu. Sektör içindeki gruplar arasındaki iletişim kanalları tıkanmıştı. Bu yüzden bir antolojinin, bir seçkinin veya bir derginin baş tacı ettiği şairin varlığından, diğer mahalledekilerin çoğu zaman haberi bile olmuyordu. Olsa da kaale alınmıyordu. Her grup kendi içinde “körler sağırlar, birbirini ağırlar” oyununu oynuyordu.

İşte tam da bu tablo, şairi asırlar önce çıktığı yeraltı mağarasına geri döndürdü. Elleri ve ayakları bağlandı… Yüzü duvara çevrildi... Gördüğü şey, arkasında yanan ateşin duvarda bıraktığı gölgeden başka bir şey değildi... Kendisinin ve onunla aynı hizada duranların gölgeleri... Ne yazık ki, şimdi onlar yaşadıklarını tabii hayat, gördüklerini de evren zannediyorlar.. Oysa gerçek hiç de öyle değil... Onların gerçeğe varabilmesi için içlerinden birinin zincirlerinin koparılması, yönünün ateşe döndürülmesi, mağaradan yukarı çıkarılması, güneş ve evren gerçeğini görmesi, mağara arkadaşlarını bu yanılgıdan kurtarmak için de oraya son bir kez daha girmesi gerek…

Eğer, bunu başaramazsak, dünyamıza ne Homeros uğrar bir daha ne de Mevlana… Ve sonunda şair, Notre Dame'ın Kamburu'na dönüşür. 


Bu yazı, Şubat 2020'de Edebiyat Ortamı Dergisinin 72. sayısında yayınlanmıştır. 

12 Haziran 2020 Cuma

Şiiri için ne dediler?

Söylenmemişi yakalayan, söylenmişi daha güzel söyleyen, farklı bir kelime dağarıyla şiir dünyamıza giren Taştan, inanıyorum ki gelecekte çok daha üst noktalara şiirinin bayrağını dikecektir. Mısraların kelime taşları yerlerine öylesine güzel oturtulmuş ki onları yerlerinden oynatmak mümkün değil. (Prof. Dr. Saim Sakaoğlu)

Şair sizi öyle bir şiir deryasının içine sürüklüyor ki, her vadide ayrı bir heyecan, ayrı bir insanlık dersi, ayrı bir insanî zaaf ve korkuyla yüzleşiyorsunuz (Hikmet Gülay)

Şiirin nazari yönüyle de ilgilenen cins bir kafa. Geleneğe dayanan modern şiirin temsilcisi... Milli şairlerimizden biri... Fasih, selis ve lirik şiir üslubuna sahip bir şair... (Prof. Dr. Turgut Karabey)

Mehmet Taştan şiirleri, geçmişle bugünü harmanlayan, debisi derin, deltası geniş bir şiirdir. Şiirin sihrini, güzelliğini örten örtüyü kaldırır, güçlü dizeleriyle yüreğimize bir nakış gibi işler. Onun şiirini okurken, bir duygu depremi yaşarsınız. (Veysel Gültaş)

Mehmet Taştan, zihinlerde uyandırdığı geniş çağrışımlarla çağdaş Türk şiirinin imge dünyasına önemli katkılar yapmaktadır. (Prof. Dr. Orhan Kemal Tavukçu)

‘Kelimelerin büyücüsü’  tanımlamasını şair kimliğine çok yakıştırdığım örnek şahsiyet…  (Sevgi Orhan Hazar)

Hukuk camiasının en güçlü şairlerinden…  Şiirlerini okumaktan büyük keyif aldığım bir usta (Haluk Sonuzun)

Mükemmel, asla eskimez ve yüzyıllar sonrasına ulaşır duruyor. (Ferşat Aydın)

Şiirlerinde yalnız duygu zenginliği değil, derin bir kültür ve medeniyet birikimi okunan biri... (Suat Türkay)

Değerli Taştan, "Hayat" şiirinizi kızım siteden çekip getirdi. Haddimi aşarak olağanüstü bir şiir dersem sizi ikna etmiş olur muyum, bilemiyorum? Bu güzelliğe şapka çıkarılır. Dil hâkimiyetiniz her zamanki gibi mükemmel. Sizin bu şiirlerinizin sınırlarımızı aşacağına inanıyorum. (Rafet Öztürk)


11 Haziran 2020 Perşembe

Bu Kapıdan Geçince / Hikmet Gülay

İnsan nasıl bir dünyadır. Nasıl yazılır, nasıl çözülür. İnsanın dünyasına nerede girilir, hangi yollardan geçilir ve o dünyanın neresinde durulur. Hangi yasaklar önümüzü keser ve hangi serbestlikler vizesiz geçiş verir gönül dünyasına. İşte bunların tek bir geçiş yeri vardır dünyamızda; kapı, evet bildiğimiz herhangi bir kapı. Peki insanın dünyasına hangi kapıdan girersek daha rahat bir yolculuk yapabiliriz.

Zannediyorum ki hukukçu şair Mehmet Taştan “Bu kapıdan” adlı şiir kitabında bize o kapıyı gösteriyor. Şair şiirle başladığı yolculukta daha 20 yaşındayken(1987) “İnsan Boşluğu” isimli kitabını yayınlamış ve o genç yaşta şiirin gizeminde insanın boşluğunu aramıştır. Bunun ardından uzun bir aradan sonra kendine gelip yeni şiir kitabını yayınlayabilmesi için yağmurların onu ıslaması ve kendine getirmesi gerekmiştir “Yağmur Islıyor Beni”(2009)
Şair “Bu Kapıdan” isimli üçüncü kitabında bize şiirlerinin ve gönlünün dünyasına giriş yolunu göstermiştir. Onun dünyasına ancak onun gösterdiği yoldan ve onun kapısından girmemiz mümkündür.  Ama bu kapı bildiğimiz sıradan kapılardan değildir. Bu kapının ardında şairin gönlünü yansıtan büyük ve engin bir dünya vardır.

Bu kapıdan, şairin kapısından girin ve kendinizi onun mihmandarlığına bırakın. Girişten itibaren kendinizi bir şiir pınarında buluyor, kimi zaman tarihin bir dönemecinde Fizan’a gidiyor, Babil’e uğruyorsunuz, kimi zaman orta Asya bozkırlarından yola çıkıp Karabağ da konaklıyorsunuz. Kimi zaman ananızın ak sütünden süzülüp babanızın otağında dinleniyorsunuz. Kimi zaman sevgilinin saçlarıyla savruluyor, onun hüznüyle doluyorsunuz. Velhasıl tarih, sevgi ve muhabbet pınarlarından akıp mükemmel bir şiir denizine ulaşıyorsunuz.

Şair, kitabının girişinde: “Şair, düşün en büyük gerçeklik olduğunu söyleyenlerin değil, gerçeklikten büyük düş olmadığını bilenlerin işidir. Şairin payına düşen de, o sırrın rüyasını görmek ve onu söylemektir.” Diyerek bizi nereden alıp nerelere götüreceğinin ipucunu verirken, bir yerde de: “Şiir az sözle çok şey söyleme sanatıdır” diyerek bizi gereksiz maceralara sürüklemeyeceğini sözün özünde bizi dinlendireceğini söylemiştir.

“Bu kapıdan” girdiğinizde:
Bir kapı kapanmadan öbürü açılmazmış
Bütün kapılar sana çıkıyorsa neyleyim
Çemşit olup şaraba ülfet etmedim ama
Sarhoşluk gelip benle içiyor bu kapıdan.
Diyor ve okuyucularına kapıları ardına kadar açıyor ve  devamla diyor ki “Başaklar erdemle eğilir”
Her insanın ay gibi karanlık bir sinesi,
Henüz öğrenmediği bir hayat dersi vardır.
İnsan dilinde saklı, kader dilin ucunda
Düşlerle harelenen gönül bahçesi bir de…

Şair sizi öyle bir şiir deryasının içine doğru sürüklüyor ki, her vadide ayrı bir heyecan, ayrı bir insanlık dersi, ayrı bir insani zaaf ve korkuyla yüzleşiyorsunuz
“Yaşlanıyorum diye kapılırsın telaşa
Zamanı bir su gibi çilersin ellerinle”

Sonra tekrar tarihin ulvi derinliğine yelken açıyor,  gurur ve hüznü aynı mısralarda işleyerek yüreğimize ta derinden dokunuyor:
“Ey barış elçileri, geçtiğiniz yerlerde
Her sahra Selimiye, her dağ minare olur
Plevne’de yüreği patlayan ulu çınar,
Mazlumların kalbine inen biçare olur.”

Hayatın her yanına yetişme arzusu ve hayatın kendi içinde taşıdığı çelişkileri, bu badirede kalmış insanoğlunu ne güzel anlatıyor:
“Koyu akıyor zaman
Bir yanım kan denizi

Öbür yanım hayatla saklambaç oynamakta
Perdenin ardına saklanan rüzgar
Çık dışarı, gördüm seni”

Şair “Bana Hayal Getirin” derken,  tarihin, fiziğin, aşkın, müziğin koridorlarına öyle bir dalış yapıyor ki adeta sersemliyor ve kendinizi o akışa bırakarak nereye varırsa oraya gitmek istiyorsunuz. Zira şiir ırmağının her dönemecinde sizi yeni bir şeyin karşılıyor olması, her an yeni sürprizler beklemenize neden oluyor. Bu da şiirin içinde yeni keşifler ve yeni güzelliklerle karşılaşma keyfini yaşama isteği oluşturuyor. Aynı zamanda da şairin sonsuz enginlikteki ruh yapısı sizi alıp sürüklüyor.
Bana hayal getirin
Faran dağlarında doğan Faraklit
Cebir olsun, Newton olsun içinde
Fuzuli’den kasideler bulunsun
Hafız olsun, Puşkin olsun
Ofelya, Leyla olsun.
Güldesteler getirin.

Sonra zaten şiirle ıslanmış ruhunuz aşk ve sevgi yağmuruyla bir daha ıslanıyor.
Bir şiir mısra mısra kendini fısıldıyor
Damla damla dökülen zarif bir kadın gibi
Yağmur ıslıyor beni, beni yağmur ıslıyor
Yumuşak hecelerle söylenen adın gibi
Şair “Sorma Beni” isimli şiirinde sevgiliye sitem ederken, “İşmar” şiirinde onsuz olamayacağını söylüyor. “Mahzun” şiirinde sevgiliye mahzun olma derken, “Gideceğim” diye sitem ediyor.

Sonra aşk sarhoşu şair doğada geziniyor, dağlarda, bağlarda ve yine biraz tarihte gezindikten sonra değişmez sevgi ve daimi sevgili anne’ye dair ruhundaki ezeli aşkı kağıda döküyor.

Bir sahabenin Hz. Muhammed’e “Kime iyilik edeyim?” diye üç kez “daha sonra kime” diye sorduğunda üçünde de: “annene” cevabını aldıktan sonra dördüncü de: “babana” cevabını aldığı gibi Mehmet Taştan da: “Ne Desem Anne”, “Adın Dilimde Anne”, “Anne” diye üç kez anne dedikten sonra bir kez de: “Ben Geldim Baba” diyerek sanki Peygamberimizin bu hadisine nazire yapmaktadır. Ve böylece aslında ruhunda yatan anne, baba, sevgili, tarih, şuur, tabiat duygularının hepsinin özünün o yüce yaratıcının yönlendirmesiyle oluştuğunu ifade etmektedir.

Tabii bunların yanında hayatın gerçekleri “Çocuk”, “Yaşlı Adam” gibi şiirlerden sonra memleket hasreti ve sevgisinin galebe çaldığı “Erzurum” şiiri devreye girmiştir.
Uykuda soğuk almış, buzlardan rüya şehir
Yaylanın kucağında esneyen hülya şehir.

Ve şair sanki bu güzel rüyanın, bu şiir ırmağının sonuna yaklaştığımızı şiirleriyle hissettirir. “İstasyon” şiiri:
Itri’den bir beste siner raylara
Ve başlar yolculuk dolunaylara

Sonra “Su”, “Nehir”, “Derya”, “Deniz” der. “Limanla Söyleşi”r. Ve bizi sonsuzluk denizine attıktan sonra, önce “Eylül” der. Ve en son bizi “Akşam Suları”nda kendi yalnızlığımıza terk eder gider. Ama giderken de aslında şiire yeni başladığımızı haykırarak belki de “bekleyin" diyerek gider. Gönlümüzde ve ruhumuzda tatlı nağmeler, karışık duygular, yarım kalmış bir lezzetle yeniden buluşmak üzere gider.

7 Haziran 2020 Pazar

Şair ve Şehre Dair / İsmail Topçuoğlu


 Hiç hemşehrici, kavmiyetçi olmadım ama kıyısından köşesinden akrabalıkların, yücelerdeki o şehirden, saflık ve güzellik sembolü o nahiyeden hemşehriliğin, beni gururlandırdığı adam…
 Okumayı sevdiğiniz şairler vardır, dinlemeyi sevdiğimiz şiirler… Ama kaç şairi kendi sesinden dinlemeyi seversiniz…
 Israr ederim, Mehmet Taştan şiirlerini kendi sesinden dinleyin. Leylak mevsimlerini mürekkep mürekkep okumanın tadı bir yana, mavi bir çağlayanın rapsodilerini duyacaksınız. Bir kapıdan değil, bu kapıdan gireceksiniz.
 30 yılı 3 yıl geçmiş tanıyalı Taştan’ı… Dikkat ettim ondan bahsederken hep isim ve soyismini birlikte kullanıyorum. Oysa samimi bulmam yerli yersiz soyisimli hitapları. Belki soyisim alalı 100 yıl olmamış bir Anadolulu olduğumdan, bu satırlar da bu yüzden çıktı. Belki başka satırlara bir önsöz. Ne güzel oldu Mehmet Taştan’ la başlamak… Bugün Erzurum şehri üzerine bir yazısını okuyunca üstadın, fark ettim, ince bir düşündüm. Anladım ki kendisini tanımadığım, Anne sıcaklığına ait varidattan annemin babası … Büyük dedem… Aile gurularımızdan Taştan dedem….
 Üstadın soy ismini adı gibi sevmişim. Kendi vakur, yüreği mert şahsiyetinden, kalemi Erzurum suları gibi berrak, gökyüzü kokan şiirlerinden... Dede özlemi, dede sevgisi gibi sıcak, azametli, mağrur, hürmetli ve ebedi dostluğundan sevmişim Taştan’ı
  Şiirleri kıtalar aşmış, bir mısradaki bir kelimeyi bulmak için pervaneler gibi kâinatı arşınlayan şairler kaldı mı bilmem ama üstadın bir öykü yazayım dediği bir anda günlerce asil bir araba alameti farikası aradığını bilirim, çocuğa isim koyar gibi önerdiğim markanın kullanılmasından gurur duyarım.    
  Mehmet Taştan’ ı okuyun ısrar ederim, gözlerinizin önünde çağ yanacak...
  Beyaz ruhların beyaz rüyaların şehri Erzurum’un büyük şairi Sırrı Akatay’ın,

  “Bir şehir var yaylada teey yücelerde 
  Karlı dağlara sırtını 
  Gönlünü bir garip sevdaya vermiş…
  Uçan kuşları hürriyet dermiş” dediği şehir için Taştan üstad

  “…Senin Beyti Ali den ruh veren oymağın var 
  Horasan Semerkant’a hükmeden otağın var” diyor…
 Yine bugün Taştan’ı  düşünürken anladım, buğulandım ve gururlandım ki Erzurum ırmağı ummana ulaşmış, eski zaman dostluklarının, musahipliklerinin vakar ve gururunun sıcaklığını aynen taşıyarak

Mehmet Taştan’ı okuyun ısrar ederim büyük ve serhat bir şehirden, dünya sınırlarına sığmayan şiirlerden geçeceksiniz.
Sen çok yaşa aziz dostum hemşehrim meslektaşım Mehmet Taştan.