13 Haziran 2020 Cumartesi

Şair İrtifa Kaybediyor / Mehmet Taştan

Şiir bir duygu seli midir yoksa varlık aleminin karanlık yüzüne tutulan ışık mı? Kuşkusuz bu sorunun cevabı, ele alınan şairin kalitesine ve okuyucunun kapasitesine göre değişir. Çünkü şiir ikna gücünü değil ilka dilini kullanır.  Okuduğu şiirlerde aradığı derinliği bulan Freud şöyle der: "Nereye gittiysem benden önce oradan bir şairin geçmiş olduğunu gördüm” Bu yargı tek kişinin ulaştığı bir sonuç da değildir. Nietzsche, "şair olamayacağımı anladım filozof oldum" sözüyle benzer bir kanaati dile getirir.

Şairleri, varoluş sırrını çözme yolculuğunda filozofların önünde gören bu anlayış, doğal olarak şiiri de bütün bilimlerin anası sayılan felsefenin üzerine çıkarır.

İlk etapta abartılı bulunabilecek bu kanaat, Mevlana, Hayyam, Goethe  gibi içinden çıktıkları toplumları tek başlarına ve evrensel ölçekte temsil edebilme gücüne erişmiş şairlerle birlikte düşünüldüğünde makul bir hale gelir. Üstelik bu öncü rol, son bin yılda kazanılmış bir özellik de değildir. Tarihin derinliklerine inildikçe şiirin toplumsal etkisinin daha da belirginleştiği görülür.

Atina, bilgesini öldüren şehir olmanın utancını, şair Homeros’a yaslanıp, kucağında filozof Platon’u büyütmekle unutturmaya çalışır. Peki batının şiir ve felsefe köklerini oluşturacak kadar gür ve bereketli olan o iki ırmaktan hangisi daha kadimdir? İsmet Özel bu soruyu, bir meydan okuma edasıyla şöyle cevaplar: “Bütün batı felsefesinin dipnot düşmek zorunda kaldığı Platon, şair Homeros'a dipnot düşmekten başka ne yapmıştır?

Şair cevabının tarafgirlikle malul olduğu söylenebilir. Ancak bu yargının Helen kültürüyle sınırlı olmadığı da bir gerçektir. Mesela, İslam öncesinde Araplar, adlarını kahinlerle birlikte andıkları şairlerin yüksek sezgisel güçlere sahip olduklarına inanıyorlardı. Kutsal saydıkları Kabe’nin içini putlarla doldururken, dışını da sözün zirvesi olarak gördükleri şiirlerle süslüyorlardı.  Yani şiir, saygınlığın zirvesinde dolaşıyordu. O yüzden, anneler, çocuklarının şairlik rüyalarını görüyorlardı. 

Arapların, şiire nasıl bir paye biçtiği, vahye karşı gösterdikleri direnç sırasında söyledikleri sözlerle de açıkça ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki, Yasin Suresi’nin, “Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O’na verdiğimiz ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır” şeklinde anlam içeren 69. Ayeti, Mekkeli müşriklerin, belagatin zirvesi olan vahyi de şiir olarak nitelediklerini göstermektedir. Bu niteleme, Mekkelilerin zihnindeki en yüce sözün, şiir olmasından kaynaklanıyordu. O toplumun zihninin doruğunda şiir değil de felsefe bulunsaydı, vahye direnirken muhtemelen Hz Peygamberi filozof, Kur’an’ı da felsefe olarak niteleyeceklerdi.

Doğu ve batının bilgelik yolculuğuna mihmandarlık yapan şiir, bizim kültürümüzün genetik kodlarına kadar sızmıştır. Öyle ki, 8. yüzyılda taşa kazılan Orhun Abidelerinden, 11. Yüzyılda kâğıda yazılan Kutadgu Bilig’e kadar ortaya çıkarılabilen erken dönem eserlerin tamamı şiir formunda yazılmıştır. Ahmet Yesevi tasavvufa ilişkin görüşlerini şiirle söylemiş; en uzun ömürlü devletimizin liderlik sırları Şeyh Edebali tarafından şiirsel bir dille öğütlenmiştir.

Bu güçlü zemin üzerinde boy veren Türk şiiri yüzyıllarca doğunun, daha sonra da batının şiir köklerinden beslenerek evrensel ölçekte büyük şairlere kavuşmuştur. Kiminde Türkçenin zirvesine, kiminde bilgeliğin derinliğine ulaşan şiirimiz, insanımızın tahayyül ve tasavvurlarının şekillenmesinde uzunca bir süre öncü olmuştur. Kuşkusuz bu öncülük hepsinde aynı ağrılıkta olmamış; zamanın ruhuna, şairin yetkinlik ve derinliğine göre değişkenlik göstermiştir. Ancak tohumda ağacı görebilen ustaların şiirlerinde, duygu ve düşünceyi kristalize ederek, sağlam bir kalıba soktukları tartışmasızdır. “Mal sahibi mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi…  Aşk imiş her ne var ise âlemde / İlim kıl u kâl imiş ancak Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu / Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu…” şeklindeki mısralar buna örnek verilebilir.

Bir Osmanlı Paşası, 1829’da Erzurum’da karşılaştığı Puşkin’in şair olduğunu öğrenince şunları söyler: “Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır ne de dünya nimetlerinde gözü… Biz zavallılar şan, iktidar ve para peşinde koşarken; O, yeryüzünün hükümdarıyla aynı hizada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir.”  Tam da şairin, "Sen çarsın, yalnız yaşa, yürü özgür yolunda / Özgür akıl nereye götürüyorsa seni" mısralarıyla örtüşen bu sözler, Türk toplumunun 19.yüzyılda da “şiiri yüksek zekaların rüyası” olarak görmeye devam ettiğini göstermektedir. 

Savaşlar ve göçlerle girdiği 20. Yüzyılın başında tarihinin en büyük kopuşlarını ve alt üst oluşlarını yaşayan milletimiz, o trajedilerin etkisiyle birbirlerine hiç de benzemeyen güçlü şairlerin eş zamanlı yükselişlerine tanıklık etmiştir. Biçim ve içerikteki farklılaşmaya inat, Türkçe duyarlılığı ve anlam derinliğinde birbiriyle yarışan bu şairler okurlarının ruh dünyasına şekil vermeyi başarmışlardır. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak… Boşuna gezmişim yok tabiatta / İçimdeki kadar iniş ve çıkış… Sen yanmasan / Ben yanmasam / Biz yanmasak / Nasıl çıkar Karanlıklar aydınlığa?” şeklindeki mısralar bu dönemde girmiştir hafızamıza…

Namık Kemal’le başlayıp, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl ile devam eden süreçte siyasi bilinç dili olarak da kullanılan şiir, o şairlerin dünya hayatını tamamlamalarıyla birlikte toplumsal ilginin odağı olmaktan çıktı. Zira onların ardından sahneye çıkanlar geleneksel şiirin getirdiği tüm değerlere sırt çevirdiler. Halk kültüründen, folklordan, dilin yapısından ve anlam bütünlüğünden kopmayı ortaya attıkları imgeci şiirin olmazsa olmazı saydılar. Evrensel bilinmezi idrakten vazgeçip, şiiri, bireyin -ötekileri ilgilendirmeyen- tek kişilik meselelerine hasrettiler. Geleneği taklit edenler ise, yazdıkları manzumeleri şiir zannederek samanlıkta kaybolan gerçek şiirin bulunmasını engellemekten başka bir iş yapmadılar. Halk, asırlara dayanan yüksek şiir zevkiyle tadına baktığı bu metinleri hazzetmedi, ezberine almadı. Bunları yazanları da sahiplendiği şairlerden ayrı bir yere oturttu. Yahya Kemal, Mehmet Akif gibi ustalar için kullanmadığı bir sıfatlandırmayla, onları herhangi bir sanat dalını icra edenlerle eşdeğer bir şekilde  “sanatçı” diye anmaya başladı.  Bu adlandırma, "dönülmez akşamın ufku" oldu.

Atatürk’ün, zamansız davetini “Ben Denizkızı Eftalya değilim” diyerek geri çevirecek kadar ilkeli bir duruş olan şairlik imajı yıprandı. Bunalımlarıyla baş edemediği için kaleme sarılan güçsüz bir varlığa dönüştü. Bilgelik şöyle dursun, entelektüel kimliği de eridi. Şiir evrenin dili olmaktan çıkıp, yalnızca şairin anlam verebildiği müphem metinlere dönüştü.

Elbette ki bardağın tamamı boş değildi. Sayıları az da olsa, kendilerini bu tufandan koruyan, gelenekten beslenerek özgün tarzlarıyla şiirimize yeni soluklar kazandıran etkili şairler çıkıyordu. Ancak onların gücü de dumura uğramış şiirimizin toplam kalitesini yükseltmeye yetmiyordu. Çünkü şiir artık bir sektör, kanon tek tip olmuştu. Sektör içindeki gruplar arasındaki iletişim kanalları tıkanmıştı. Bu yüzden bir antolojinin, bir seçkinin veya bir derginin baş tacı ettiği şairin varlığından, diğer mahalledekilerin çoğu zaman haberi bile olmuyordu. Olsa da kaale alınmıyordu. Her grup kendi içinde “körler sağırlar, birbirini ağırlar” oyununu oynuyordu.

İşte tam da bu tablo, şairi asırlar önce çıktığı yeraltı mağarasına geri döndürdü. Elleri ve ayakları bağlandı… Yüzü duvara çevrildi... Gördüğü şey, arkasında yanan ateşin duvarda bıraktığı gölgeden başka bir şey değildi... Kendisinin ve onunla aynı hizada duranların gölgeleri... Ne yazık ki, şimdi onlar yaşadıklarını tabii hayat, gördüklerini de evren zannediyorlar.. Oysa gerçek hiç de öyle değil... Onların gerçeğe varabilmesi için içlerinden birinin zincirlerinin koparılması, yönünün ateşe döndürülmesi, mağaradan yukarı çıkarılması, güneş ve evren gerçeğini görmesi, mağara arkadaşlarını bu yanılgıdan kurtarmak için de oraya son bir kez daha girmesi gerek…

Eğer, bunu başaramazsak, dünyamıza ne Homeros uğrar bir daha ne de Mevlana… Ve sonunda şair, Notre Dame'ın Kamburu'na dönüşür. 


Bu yazı, Şubat 2020'de Edebiyat Ortamı Dergisinin 72. sayısında yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder