11 Haziran 2020 Perşembe

Bu Kapıdan Geçince / Hikmet Gülay

İnsan nasıl bir dünyadır. Nasıl yazılır, nasıl çözülür. İnsanın dünyasına nerede girilir, hangi yollardan geçilir ve o dünyanın neresinde durulur. Hangi yasaklar önümüzü keser ve hangi serbestlikler vizesiz geçiş verir gönül dünyasına. İşte bunların tek bir geçiş yeri vardır dünyamızda; kapı, evet bildiğimiz herhangi bir kapı. Peki insanın dünyasına hangi kapıdan girersek daha rahat bir yolculuk yapabiliriz.

Zannediyorum ki hukukçu şair Mehmet Taştan “Bu kapıdan” adlı şiir kitabında bize o kapıyı gösteriyor. Şair şiirle başladığı yolculukta daha 20 yaşındayken(1987) “İnsan Boşluğu” isimli kitabını yayınlamış ve o genç yaşta şiirin gizeminde insanın boşluğunu aramıştır. Bunun ardından uzun bir aradan sonra kendine gelip yeni şiir kitabını yayınlayabilmesi için yağmurların onu ıslaması ve kendine getirmesi gerekmiştir “Yağmur Islıyor Beni”(2009)
Şair “Bu Kapıdan” isimli üçüncü kitabında bize şiirlerinin ve gönlünün dünyasına giriş yolunu göstermiştir. Onun dünyasına ancak onun gösterdiği yoldan ve onun kapısından girmemiz mümkündür.  Ama bu kapı bildiğimiz sıradan kapılardan değildir. Bu kapının ardında şairin gönlünü yansıtan büyük ve engin bir dünya vardır.

Bu kapıdan, şairin kapısından girin ve kendinizi onun mihmandarlığına bırakın. Girişten itibaren kendinizi bir şiir pınarında buluyor, kimi zaman tarihin bir dönemecinde Fizan’a gidiyor, Babil’e uğruyorsunuz, kimi zaman orta Asya bozkırlarından yola çıkıp Karabağ da konaklıyorsunuz. Kimi zaman ananızın ak sütünden süzülüp babanızın otağında dinleniyorsunuz. Kimi zaman sevgilinin saçlarıyla savruluyor, onun hüznüyle doluyorsunuz. Velhasıl tarih, sevgi ve muhabbet pınarlarından akıp mükemmel bir şiir denizine ulaşıyorsunuz.

Şair, kitabının girişinde: “Şair, düşün en büyük gerçeklik olduğunu söyleyenlerin değil, gerçeklikten büyük düş olmadığını bilenlerin işidir. Şairin payına düşen de, o sırrın rüyasını görmek ve onu söylemektir.” Diyerek bizi nereden alıp nerelere götüreceğinin ipucunu verirken, bir yerde de: “Şiir az sözle çok şey söyleme sanatıdır” diyerek bizi gereksiz maceralara sürüklemeyeceğini sözün özünde bizi dinlendireceğini söylemiştir.

“Bu kapıdan” girdiğinizde:
Bir kapı kapanmadan öbürü açılmazmış
Bütün kapılar sana çıkıyorsa neyleyim
Çemşit olup şaraba ülfet etmedim ama
Sarhoşluk gelip benle içiyor bu kapıdan.
Diyor ve okuyucularına kapıları ardına kadar açıyor ve  devamla diyor ki “Başaklar erdemle eğilir”
Her insanın ay gibi karanlık bir sinesi,
Henüz öğrenmediği bir hayat dersi vardır.
İnsan dilinde saklı, kader dilin ucunda
Düşlerle harelenen gönül bahçesi bir de…

Şair sizi öyle bir şiir deryasının içine doğru sürüklüyor ki, her vadide ayrı bir heyecan, ayrı bir insanlık dersi, ayrı bir insani zaaf ve korkuyla yüzleşiyorsunuz
“Yaşlanıyorum diye kapılırsın telaşa
Zamanı bir su gibi çilersin ellerinle”

Sonra tekrar tarihin ulvi derinliğine yelken açıyor,  gurur ve hüznü aynı mısralarda işleyerek yüreğimize ta derinden dokunuyor:
“Ey barış elçileri, geçtiğiniz yerlerde
Her sahra Selimiye, her dağ minare olur
Plevne’de yüreği patlayan ulu çınar,
Mazlumların kalbine inen biçare olur.”

Hayatın her yanına yetişme arzusu ve hayatın kendi içinde taşıdığı çelişkileri, bu badirede kalmış insanoğlunu ne güzel anlatıyor:
“Koyu akıyor zaman
Bir yanım kan denizi

Öbür yanım hayatla saklambaç oynamakta
Perdenin ardına saklanan rüzgar
Çık dışarı, gördüm seni”

Şair “Bana Hayal Getirin” derken,  tarihin, fiziğin, aşkın, müziğin koridorlarına öyle bir dalış yapıyor ki adeta sersemliyor ve kendinizi o akışa bırakarak nereye varırsa oraya gitmek istiyorsunuz. Zira şiir ırmağının her dönemecinde sizi yeni bir şeyin karşılıyor olması, her an yeni sürprizler beklemenize neden oluyor. Bu da şiirin içinde yeni keşifler ve yeni güzelliklerle karşılaşma keyfini yaşama isteği oluşturuyor. Aynı zamanda da şairin sonsuz enginlikteki ruh yapısı sizi alıp sürüklüyor.
Bana hayal getirin
Faran dağlarında doğan Faraklit
Cebir olsun, Newton olsun içinde
Fuzuli’den kasideler bulunsun
Hafız olsun, Puşkin olsun
Ofelya, Leyla olsun.
Güldesteler getirin.

Sonra zaten şiirle ıslanmış ruhunuz aşk ve sevgi yağmuruyla bir daha ıslanıyor.
Bir şiir mısra mısra kendini fısıldıyor
Damla damla dökülen zarif bir kadın gibi
Yağmur ıslıyor beni, beni yağmur ıslıyor
Yumuşak hecelerle söylenen adın gibi
Şair “Sorma Beni” isimli şiirinde sevgiliye sitem ederken, “İşmar” şiirinde onsuz olamayacağını söylüyor. “Mahzun” şiirinde sevgiliye mahzun olma derken, “Gideceğim” diye sitem ediyor.

Sonra aşk sarhoşu şair doğada geziniyor, dağlarda, bağlarda ve yine biraz tarihte gezindikten sonra değişmez sevgi ve daimi sevgili anne’ye dair ruhundaki ezeli aşkı kağıda döküyor.

Bir sahabenin Hz. Muhammed’e “Kime iyilik edeyim?” diye üç kez “daha sonra kime” diye sorduğunda üçünde de: “annene” cevabını aldıktan sonra dördüncü de: “babana” cevabını aldığı gibi Mehmet Taştan da: “Ne Desem Anne”, “Adın Dilimde Anne”, “Anne” diye üç kez anne dedikten sonra bir kez de: “Ben Geldim Baba” diyerek sanki Peygamberimizin bu hadisine nazire yapmaktadır. Ve böylece aslında ruhunda yatan anne, baba, sevgili, tarih, şuur, tabiat duygularının hepsinin özünün o yüce yaratıcının yönlendirmesiyle oluştuğunu ifade etmektedir.

Tabii bunların yanında hayatın gerçekleri “Çocuk”, “Yaşlı Adam” gibi şiirlerden sonra memleket hasreti ve sevgisinin galebe çaldığı “Erzurum” şiiri devreye girmiştir.
Uykuda soğuk almış, buzlardan rüya şehir
Yaylanın kucağında esneyen hülya şehir.

Ve şair sanki bu güzel rüyanın, bu şiir ırmağının sonuna yaklaştığımızı şiirleriyle hissettirir. “İstasyon” şiiri:
Itri’den bir beste siner raylara
Ve başlar yolculuk dolunaylara

Sonra “Su”, “Nehir”, “Derya”, “Deniz” der. “Limanla Söyleşi”r. Ve bizi sonsuzluk denizine attıktan sonra, önce “Eylül” der. Ve en son bizi “Akşam Suları”nda kendi yalnızlığımıza terk eder gider. Ama giderken de aslında şiire yeni başladığımızı haykırarak belki de “bekleyin" diyerek gider. Gönlümüzde ve ruhumuzda tatlı nağmeler, karışık duygular, yarım kalmış bir lezzetle yeniden buluşmak üzere gider.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder