İnsan nasıl
bir dünyadır. Nasıl yazılır, nasıl çözülür. İnsanın dünyasına nerede girilir,
hangi yollardan geçilir ve o dünyanın neresinde durulur. Hangi yasaklar önümüzü
keser ve hangi serbestlikler vizesiz geçiş verir gönül dünyasına. İşte bunların
tek bir geçiş yeri vardır dünyamızda; kapı, evet bildiğimiz herhangi bir kapı.
Peki insanın dünyasına hangi kapıdan girersek daha rahat bir yolculuk
yapabiliriz.
Zannediyorum
ki hukukçu şair Mehmet Taştan “Bu kapıdan” adlı şiir kitabında bize o kapıyı
gösteriyor. Şair şiirle başladığı yolculukta daha 20 yaşındayken(1987) “İnsan
Boşluğu” isimli kitabını yayınlamış ve o genç yaşta şiirin gizeminde insanın
boşluğunu aramıştır. Bunun ardından uzun bir aradan sonra kendine gelip yeni
şiir kitabını yayınlayabilmesi için yağmurların onu ıslaması ve kendine
getirmesi gerekmiştir “Yağmur Islıyor Beni”(2009)
Şair “Bu
Kapıdan” isimli üçüncü kitabında bize şiirlerinin ve gönlünün dünyasına giriş
yolunu göstermiştir. Onun dünyasına ancak onun gösterdiği yoldan ve onun
kapısından girmemiz mümkündür. Ama bu
kapı bildiğimiz sıradan kapılardan değildir. Bu kapının ardında şairin gönlünü
yansıtan büyük ve engin bir dünya vardır.
Bu kapıdan,
şairin kapısından girin ve kendinizi onun mihmandarlığına bırakın. Girişten
itibaren kendinizi bir şiir pınarında buluyor, kimi zaman tarihin bir
dönemecinde Fizan’a gidiyor, Babil’e uğruyorsunuz, kimi zaman orta Asya
bozkırlarından yola çıkıp Karabağ da konaklıyorsunuz. Kimi zaman ananızın ak
sütünden süzülüp babanızın otağında dinleniyorsunuz. Kimi zaman sevgilinin
saçlarıyla savruluyor, onun hüznüyle doluyorsunuz. Velhasıl tarih, sevgi ve
muhabbet pınarlarından akıp mükemmel bir şiir denizine ulaşıyorsunuz.
Şair,
kitabının girişinde: “Şair, düşün en büyük gerçeklik olduğunu söyleyenlerin
değil, gerçeklikten büyük düş olmadığını bilenlerin işidir. Şairin payına düşen
de, o sırrın rüyasını görmek ve onu söylemektir.” Diyerek bizi nereden alıp
nerelere götüreceğinin ipucunu verirken, bir yerde de: “Şiir az sözle çok şey
söyleme sanatıdır” diyerek bizi gereksiz maceralara sürüklemeyeceğini sözün özünde
bizi dinlendireceğini söylemiştir.
“Bu kapıdan”
girdiğinizde:
Bir
kapı kapanmadan öbürü açılmazmış
Bütün
kapılar sana çıkıyorsa neyleyim
Çemşit olup şaraba ülfet
etmedim ama
Sarhoşluk gelip benle içiyor bu kapıdan.
Diyor ve
okuyucularına kapıları ardına kadar açıyor ve devamla diyor ki “Başaklar erdemle eğilir”
Her
insanın ay gibi karanlık bir sinesi,
Henüz
öğrenmediği bir hayat dersi vardır.
İnsan
dilinde saklı, kader dilin ucunda
Düşlerle
harelenen gönül bahçesi bir de…
Şair sizi
öyle bir şiir deryasının içine doğru sürüklüyor ki, her vadide ayrı bir
heyecan, ayrı bir insanlık dersi, ayrı bir insani zaaf ve korkuyla
yüzleşiyorsunuz
“Yaşlanıyorum
diye kapılırsın telaşa
Zamanı
bir su gibi çilersin ellerinle”
Sonra tekrar
tarihin ulvi derinliğine yelken açıyor,
gurur ve hüznü aynı mısralarda işleyerek yüreğimize ta derinden
dokunuyor:
“Ey
barış elçileri, geçtiğiniz yerlerde
Her
sahra Selimiye, her dağ minare olur
Plevne’de
yüreği patlayan ulu çınar,
Mazlumların
kalbine inen biçare olur.”
Hayatın her
yanına yetişme arzusu ve hayatın kendi içinde taşıdığı çelişkileri, bu badirede
kalmış insanoğlunu ne güzel anlatıyor:
“Koyu
akıyor zaman
Bir
yanım kan denizi
Öbür
yanım hayatla saklambaç oynamakta
Perdenin
ardına saklanan rüzgar
Çık
dışarı, gördüm seni”
Şair “Bana
Hayal Getirin” derken, tarihin, fiziğin,
aşkın, müziğin koridorlarına öyle bir dalış yapıyor ki adeta sersemliyor ve
kendinizi o akışa bırakarak nereye varırsa oraya gitmek istiyorsunuz. Zira şiir
ırmağının her dönemecinde sizi yeni bir şeyin karşılıyor olması, her an yeni
sürprizler beklemenize neden oluyor. Bu da şiirin içinde yeni keşifler ve yeni
güzelliklerle karşılaşma keyfini yaşama isteği oluşturuyor. Aynı zamanda da
şairin sonsuz enginlikteki ruh yapısı sizi alıp sürüklüyor.
Bana
hayal getirin
Faran
dağlarında doğan Faraklit
Cebir
olsun, Newton olsun içinde
Fuzuli’den
kasideler bulunsun
Hafız
olsun, Puşkin olsun
Ofelya,
Leyla olsun.
Güldesteler
getirin.
Sonra zaten
şiirle ıslanmış ruhunuz aşk ve sevgi yağmuruyla bir daha ıslanıyor.
Bir
şiir mısra mısra kendini fısıldıyor
Damla
damla dökülen zarif bir kadın gibi
Yağmur
ıslıyor beni, beni yağmur ıslıyor
Yumuşak
hecelerle söylenen adın gibi
Şair “Sorma
Beni” isimli şiirinde sevgiliye sitem ederken, “İşmar” şiirinde onsuz
olamayacağını söylüyor. “Mahzun” şiirinde sevgiliye mahzun olma derken,
“Gideceğim” diye sitem ediyor.
Sonra aşk
sarhoşu şair doğada geziniyor, dağlarda, bağlarda ve yine biraz tarihte
gezindikten sonra değişmez sevgi ve daimi sevgili anne’ye dair ruhundaki ezeli
aşkı kağıda döküyor.
Bir
sahabenin Hz. Muhammed’e “Kime iyilik edeyim?” diye üç kez “daha sonra kime”
diye sorduğunda üçünde de: “annene” cevabını aldıktan sonra dördüncü de:
“babana” cevabını aldığı gibi Mehmet Taştan da: “Ne Desem Anne”, “Adın Dilimde
Anne”, “Anne” diye üç kez anne dedikten sonra bir kez de: “Ben Geldim Baba”
diyerek sanki Peygamberimizin bu hadisine nazire yapmaktadır. Ve böylece
aslında ruhunda yatan anne, baba, sevgili, tarih, şuur, tabiat duygularının
hepsinin özünün o yüce yaratıcının yönlendirmesiyle oluştuğunu ifade
etmektedir.
Tabii
bunların yanında hayatın gerçekleri “Çocuk”, “Yaşlı Adam” gibi şiirlerden sonra
memleket hasreti ve sevgisinin galebe çaldığı “Erzurum” şiiri devreye
girmiştir.
Uykuda
soğuk almış, buzlardan rüya şehir
Yaylanın
kucağında esneyen hülya şehir.
Ve şair
sanki bu güzel rüyanın, bu şiir ırmağının sonuna yaklaştığımızı şiirleriyle
hissettirir. “İstasyon” şiiri:
Itri’den
bir beste siner raylara
Ve
başlar yolculuk dolunaylara
Sonra “Su”, “Nehir”, “Derya”, “Deniz” der. “Limanla
Söyleşi”r. Ve bizi sonsuzluk denizine attıktan sonra, önce “Eylül” der. Ve en
son bizi “Akşam Suları”nda kendi yalnızlığımıza terk eder gider. Ama giderken
de aslında şiire yeni başladığımızı haykırarak belki de “bekleyin" diyerek
gider. Gönlümüzde ve ruhumuzda tatlı nağmeler, karışık duygular, yarım kalmış
bir lezzetle yeniden buluşmak üzere gider.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder