13 Aralık 2015 Pazar

Şiirin Neresindesiniz? / Mehmet Taştan

Şiirle ilgilenip de modern Türk şiirinin kurucusu sayılan Yahya Kemal'in, hiç evlenmediğini, çoluk-çocuğa karışmadığını bilmeyen yoktur sanırım. Hayatı boyunca ev-bark sahibi olamayan ve hasta yatağında, bunun acısını, çok dramatik bir şekilde dillendiren şair, ömrünün 16 yılını, İstanbul'da bir otel odasında geçirmiştir. Bunda, Paris'te yaşadığı yıllarda gördüğü sanatçıların, yaşam tarzının etkisi var mıdır, bilmiyorum. Ama o dönemde, Parisli sanatçılar da böyleydi. Butik otellerde yaşayıp, kafelerde yazıyorlardı. 

Örneğin, Aragon'un şairliğiyle özdeşleşen Elsa, Moskova'da âşık olduğu bir subayın elinden tutup Paris'e geldiği zaman böyle yapmıştı. Kentin büyüsü kocasından daha çok etkilemişti O’nu. İki yıl içinde eşinden boşanan Elsa, dönemin entelektüellerinin yaptığı gibi, butik otellerde yaşamaya, kafelerde yazmaya başlamıştı. Bu yaşam tarzıyla, sanat ve edebiyat çevrelerinde saygın dostlar edinmiş, Mayakovski'yi, Çehov'u Fransa’ya o tanıtmış, “Beyaz At” isimli eseriyle Goncourt Ödülü'nü alan ilk kadın yazar oluvermişti.

Mayakovski tanıştırdı, Elsa'yla Aragon'u... Ve zaman, Elsa’nın gözlerinin güzelliği önünde diz çöktü... Bir daha da hiç ayrılmadılar… Aragon, altı hektarlık bir ormanın içindeki, eski bir su değirmenini satın aldı, eşi için. Değirmeni, iç mimar Elsa’nın zevki döşedi ve bir sanat evine dönüştürdü. Sonra, kimler geçmedi ki o evden... Picasso’dan Nazım Hikmet’e kadar... İki sevgili, o evde yaşayıp, orada öldüler. Şimdi o değirmenin bahçesinde yan yana uyuyorlar. 

Şairliği gibi, yaşam tarzı da dönemin Fransız üslubuna benzeyen Yahya Kemal'in kaldığı Park Otel'e, otel deyip de geçmemek lazım. Tıpkı ağır konuğu gibi, Park Otel'in de okurken insanı etkileyen bir tragedyası vardır. İtalyan Büyükelçilik konutu olarak inşa edilen bina, birçok maceradan sonra otele dönüştürülmüş, Atatürk'ten, İngiltere Kralı VIII. Edward'a; güzelliğiyle bir kralı tahtından eden Wallis Simpson'dan, Adnan Menderes'e kadar birçok ünlü simayı ağırlamış bir mekân... Yaşlandıktan sonra gözden düşen, salonların şuh kadınları gibi, Park Otel de, 1960 yıllarda yeni yetme hem cinsleri karşısında ilgi odağı olmaktan çıkmıştır. 1979'da kapanan otelin binası sonraki yıllarda yıkılmış, arsası üzerine inşa edilen gökdelen, yıllarca süren imar kaynaklı bir hukuk sorununa konu olmuştur. 

Şair, Celile'yle yaşadığı o fırtınalı aşkın hatırlarını hep bu otelde yad etmiştir. 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10’da vedalaştığı Celile'nin, göğsündeki çiçekten koparıp verdiği, iki yaprağı bir zarfın içinde ölene dek bu otelde saklamıştır. Celile için yazılmış olmasına rağmen, ölüm temasıyla anılan, “Sessiz Gemi” şiirini, kim bilir ne kadar çok terennüm etmiştir, O'nu hayal ederek:

          Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler,
          Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler...

Çağının iki büyük şairinden Yahya Kemal'in sevgilisi, Nazım Hikmet'in annesi olma ayrıcalığını yaşayan Celile hanımın, yıllar önce söylediği sözler, acaba ne sıklıkla kalbinde acıya, genzinde sızıya dönüşüyordu: “Ellerim ve kalbim hep sizinle kalıyor; yokluğunuzda kanadı kırılmış bir kumruya dönüşüyorum. Gelişinizle kanatları kırık kumrunuza can verdiniz efendim” 

165 numaralı otel odasında yalnız kaldığında hep Celile mi geliyordu şairin aklına? Onunla yaşadıkları, ona söyledikleri… “Ben meydanda saklıyım, sen tenhada aşikâr... Gözleriniz bereketli bir kestane ormanına benziyor, elanın bu kadar yoğun ve korkusuz çeşidini hiç düşünmemiştim... Sen ve şiir muhteşem bir lezzet terkibi oluşturuyorsunuz... Kim bilir, bir uykuya seninle dalmak ne güzeldir... Hangi mevsimde bakarsam bakayım, senin gözlerinde mevsim hep yaz...”

Şiirleri gibi, sevgilisine söylediği sözler de edebiyat tarihine geçen, hatta romanlara konu olan Yahya Kemal'in, başka konularda yazdığı şiirlerde bile Celile'yi bulmak mümkün. Mesela, Üsküp için yazdığı “Kaybolan Şehir” adlı şiir, buram buram Celile kokmaktadır:

          Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
          Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.

Elbette ki usta şairin hayatında yalnızca geçmişin hatıraları yoktur. Orada düşünür, orada yazar, dostlarıyla ve şiir severlerle orada buluşur. O'nu her zaman, otelde görmeye alışık olanlardan biri, ortalarda görünmediği bir günün akşamında sorar:

– Üstad bugün ne ile meşguldünüz, görünmediniz?
– Bir şiir üzerinde çalışıyordum.
– Bitirdiniz mi?
– Hayır! Sabahleyin bir virgül koymuştum. Akşama kadar düşündüm, onu da beğenmedim, sildim.

İlk bakışta latifeymiş gibi görünen bu cevap, aslında onun şiire bakışının hulasasıdır. Öyle ki, devrinin liderlerinden itibar gören bir şair olmasına rağmen, hayatı boyunca hiç şiir kitabı yayınlamamıştır. Çünkü yazdığı şiirler üzerine sürekli düşünmekte, beğenmediği bir mısra senelerce aklında kalmakta, kusursuz hale geleceği günü beklemektedir.

Üstelik bu mükemmeliyetçilik yalnızca Yahya Kemal'e özgü bir durum da değildir. Cumhurbaşkanları ve başbakanlar yetiştiren şair olarak tarihe geçen Necip Fazıl da şiir işçiliği konusunda oldukça titizdir. “Şairlik yalnızca kabiliyet meselesi değil, yapılan işin idrakinde olmaktır” der ve sanatı üzerine düşünmeyen şairi, kuyruğuna basılınca inleyen canlıya benzetir. Yayınlanmış olsalar bile, eksik bulduğu şiirler üzerinde düzeltme yapmaktan çekinmez. Hatta çoğu zaman daha ileri gider ve beğenmediklerini imha eder. Kendisiyle olan bağını koparabilmek için tanımadığı, bilmediği bir çöplüğe attığı bu şiirlerin, kitabına aldıklarından çok olduğunu söyler.

“Ben sana mecburum” şiiriyle dillere pelesenk olan Attila İlhan'da da yazdıkları üzerinde düşünmek, beğenmedikleri üzerinde değişiklikler yapmak vardır. “Tarz-ı Kadim” şiiri, bunun bariz örneklerinden biridir.

Sadi'den Lamartin'e uzanan zengin bir üstatlar kadrosuyla şiirin kapısını aralayan Mehmet Akif ise, yalnız kendi şiirlerindeki hataları düzeltmekle kalmaz; başka şairlerin şiirlerini de hatadan arındırarak okur. Mesela, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirin sonraki baskılarında üç farklı mısrada tashih yapmıştır. Yine Hamid'in, “sahrayı şebih edip mesile” mısraını, okuma kolaylığı sağlamak için, “sahraları döndürüp mesile” şeklinde düzelterek okur.

Kuşkusuz, bu ustalardan hiçbiri lalettayin yazmıyordu. Yaşadıkları çağın en ileri seviyesinde entelektüel donanıma sahiplerdi. İyi birer gözlemciydiler. Türkçenin bütün inceliklerine vâkıf olarak çıktıkları şairlik yolculuğunda, şiir yazarken, sahip oldukları bütün müktesebatı kullanıyorlardı. En iyiyi, en güzeli, mükemmeli yakalamak için adeta çırpınıyorlardı. Bir taş ustası sabrıyla ve bir kuyumcu titizliğiyle varıyorlardı bir şiire. Buna rağmen ortaya çıkan eser içlerine sinmemişse safra kesesinde taş olan hasta gibi sancı çekiyorlardı. Ta ki o bozukluğu giderinceye, o taşı düşürünceye kadar...

Bir şairin hayatından esintilerle başlayıp, usta şairlerin varoluş sürecine evrilen bu yazı, sonunda bizi şu soruya götürüyor:

Mücevherle dolu sanat mağarasına giden o tünelde, bugün itibariyle, Ferhat gibi gürz sallayan kaç şair kaldı acaba? Yoksa bedeli ödenmemiş hayatlarda derinlik mi arıyoruz

 

5 Kasım 2015 Perşembe

Postmodernizm ya da Şiirin İflası / Mehmet Taştan

Şiir yazmak, şiir üzerine düşünmeyi de zorunlu kılıyor elbette. Bu nedenledir ki, başından beri şiire ayırdığım zamanın büyük bir kısmı, şiir okumak ya da şiir üzerine düşünmekle geçer. Bu alışkanlıkla, sayfaya şiir biçiminde aktarılmış, hiç bir metnin, hiçte yoksa bir kaç satırını okumadan geçmem... Sonuna kadar okuyup okumayacağıma ise o ürünün albenisi karar verir... Otuz yılı aşkın bir süredir devam edegelen bu okumalar sırasında, çok beğendiklerim de olmuştur; şiir olarak var olmayı hak ettiğini düşündüklerim de... Ancak birkaç istisna dışında severek okuduğum şiirlerden hiçbirinin yeni dönem şairlere ait olmadığını esefle fark ediyorum. Dergilerde böyle, kitaplarda böyle, antolojilerde böyle... Üstelik bu ürünler, şöyle kıyıda köşede kalmış amatör çalışmalar da değiller... Modern Türk şiirini temsil eden ya da ettiği iddiasında bulunan edebiyat çevrelerinin ortak beğenileriyle ön plana çıkmış ürünler... Ama bir türlü şiir tadı vermiyor insana... Tad... Bir dönemin şiiri üzerine kıymet hükmü oluşturabilmek için kullanılabilecek en kötü ayraç... Siz, bir şiirden tad almayabilirsiniz ama tad alma duyunuzla şiir kalitesini belirleyemezsiniz. O halde, tad alma duyunuzun kıstasları nelerdir? Doğru soru bu, değil mi? 

Bu şiirlerde arayıp ta bulamadığım nedir? kendi mahallelerinin çocuklarını parlatma gayretiyle "yüzyılın şairleri" adıyla çıkarılmış antolojilerdeki son otuz-kırk yılın ürünleri, edebiyat dergilerinde, şiir yıllıklarında yayınlanan onca şiir, niye ruhumda en küçük bir esinti meydana getirmiyor? Nedir bunun sebebi? 

İşte bütün bunlar üzerinde kafa yorarken, geçende ülkemizin hatırı sayılır bir edebiyat dergisinin öncü şairlerinden biriyle buluştum. Sohbetin bir yerinde, onun masasında duran bir kitaptan herhangi bir sayfayı açıp okuduğum bir şiiri kendisine uzattım. O şiirde ne anlatıldığını ya da ne anlamamız gerektiğini sordum. Bunu söylerken de muhatabımın, hiçbir bilgelik ve derinlik içermeyen o metin üzerinde yorum ya da analiz yapmasını beklemiyordum. Çünkü, boyanın tuvale gelişigüzel serpilmesi gibi, birbiriyle ilgisiz kelimelerin alt alta yazıldığı metinden bir tema oluşturmak, bir ana fikir çıkarmak mümkün görünmüyordu. Muhatabım da bu durumun farkına varmış olacak ki, bir zekâ oyunuyla beni savuşturmaya çalıştı. Temasıyla ilgili hiçbir değerlendirmeye girmeden, şiiri basit bulduğunu, kendisinin daha karmaşık anlatımları tercih ettiğini söyledi. Sorun tam da buydu, derin görünsün diye suları bulandırmak... 

Türk şiirinin duayenleri Mevlâna, Yunus Emre sözün derinliğinin saflığında olduğunu biliyor ve öyle söylüyorlardı. Yalnız onlar mı? İkinci yenicilere gelinceye kadar şairin ne dediği belliydi. Kullandığı bir kısım kelimeleri bilmemek ise, bir sözlük meselesiydi. Bunun dışında, şiirin ne dediğini anlama, temasını çözme sorunu yoktu. Teşbihleri, telmihleri bilmeseniz bile, şiirin duygusuna nüfuz ederdiniz. Aruz ve hece adlı iki ayrı ana damardan beslenen ve kinayesinden cinasına kadar zengin bir söz sanatı kadrosuna sahip bulunan Türk şiiri, ilk ciddi kırılmayı ya da cılızlaşmayı serbest şiire geçişle yaşadı. Orhan Veli'yle özdeşleşen bu yeni akımla Türk şiiri, eski Türkçe'den, vezinlerden ve söz sanatlarından uzaklaştı. Sermaye olarak, elinde dil devrimiyle sadeleştirilmiş bir sözlükle gündelik hayatı anlatmak kaldı. Ancak vezni yıkan bu hareket, kelimelerde "yeniyi" tercih ederken, dilin yapısına müdahale etmedi. Vezinle birlikte eski sözlüğe reddiye olarak doğduğu için, şiirin melodisini bozdu ama Türkçe'nin söz dizimini (sentaks) korudu, dilin yapısıyla uğraşmadı. 

Dilin yapısına, yani şiirdeki söz dizimine ve anlam bütünlüğüne müdahaleyi ise 1950'lerde ortaya çıkan ikinci yeniciler gerçekleştirdi. Edip Cansever ve arkadaşlarının önayak olduğu bu savruk söyleyiş, "entelektüel şiir" imajıyla servis edildi ve kabul etmek gerekir ki hedeflenen kitlede de şu ya da bu şekilde belli bir karşılık buldu. Yalnız klasik sanat unsurlarını değil, beraberinde dilin mimari ve melodisini de dışlayan bu akım, şiir adına son elli yılın ana belirleyicisi olarak merkeze oturdu. Geniş halk yığınları bakımından olmasa bile, sıra dışı olmayı yerleşik kabullerden uzaklaşmak olarak görenlerin, bu şiire gösterdiği rağbet, "modern şiir zevki budur" şeklinde bir algıyı dayattı. 

Bu yeni akım, yazdığı şeyin hakkını ve hesabını verecek kadar derin bir şiir vukufiyeti bulunan ustaları sarmalına alamasa da modern Türk şiiri adına son yarım asrın ana belirleyicisi, yeni kuşak şairlerin de umumiyetle yol göstericisi ya da en azından ana etkileyici oldu. Böylece şiirimiz yalnızca, Türkçenin mimarisini ve melodisini terk etmekle kalmadı; yüzyıllar boyunca taşıya geldiği söz sanatlarıyla birlikte, manadaki derinliğini ve söyleyişteki saflığını da kaybetti. Bu kaybediş, bir virgül için sabahtan akşama kadar düşünen şairlerin yerini, zamansız gelen misafire omlet yaparcasına şiir yazıp servis eden insanların doğmasına yol açtı. 

Anlaşılmazlığını okuyucunun yetmezliğine tahmil ettiği için kimsenin "kral çıplak" diyemediği bu şiirler, yalnız söyleyiş biçimi itibariyle değil, poetikası itibariyle de flu ya da karanlıktı. Öyle ki, bu şiire ilişkin manifestolar, kendi dilini yaratmak, anlak, izlek gibi toplum zihninde karşılığı bulunmayan sözlerle doluyordu. "Postmodern şiir fenomeni, şiir kamusunun henüz sınırlarını ve muhteviyatını yeterince tefrik edebildiği bir tanıma sahip değil" ifadesinde olduğu gibi birbiriyle ilgisiz kelimeler aynı cümlede zoraki tutuluyordu. Ama cümlenin ne dediğini anlamak hemen mümkün olmadığı için tekrar tekrar okumak gerekiyordu. 

Onlara göre mısra devri kapanmıştı, şimdi şiire bir bütün olarak bakma zamanıydı. Oysa şiir mısralardan, mısra onu şekillendiren kelimelerden oluşur. "Yasemin" kelimesindeki bütün sessizlerin yumuşak, seslilerin kalından ise inceye doğru giden bir ahenk oluşturduğuna dikkat etmeden bu sözdeki güzelliğin sırrını keşfetmek mümkün değildir. Türkçe'de binlerce kelimede var olan bu insicamı görmeden kusursuz mısraya varılması beklenemez. Hakkı İbrahimhakkıoğlu'nun, "Yandı gül, gülşende bülbül, yandı cânım bir su ver." mısraındaki o ihtişamı sağlayan şey, yalnızca aruzun gücü değil, kullanılan seslerin muazzam iç uyumudur. 

Peki, ikinci yeninin etkisiyle şekillenen şiirler çok kötü de, geleneğe yaslandığını sananların durumu diğerinden daha mı iyi? Değil tabii ki... Ancak, epey zamandır kendini şiirin merkezi ve eliti gören postmodernistler, "geleneğin çevresinde dolaşanları" ciddiye almadıklarından, şiirimizin yaşadığı kuraklığı amatör gelenekçiler üzerinden irdelemek, meselenin özünden uzaklaşmak olur. Bu böyle olmakla birlikte, Türk şiirinin yaşadığı yarım asırlık savrulmayı ve değersizleşmeyi anlayabilmek için Yahya Kemal'in bütüncül bakış açısını hatırlamakta yarar var. O diyor ki: “Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lîme lîme olur, bir kemik çerçevesi kalırsa Türk şiirinin de öyle, önce rûhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, âhengi çetrefilleşti. Nihâyet kuru bir iskelet kaldı. 

Bu tanımlama genel anlamda gerçeği yansıtmakla birlikte, o kavurucu çölün ortasından nehir gibi akan şairler de çıkmıştır elbette... Sezai Karakoç, Attila İlhan, Erdem Beyazıt bunlardan sadece birkaçı... Annelerinden emdikleri Türkçeyi kirletmeden şiirlerine yansıtan, yaşadıkları dönemin yüz akı olmakla kalmayıp, geleceğe de umut aşılayan bu şairlerin ortak özelliği, gelenekten beslenmiş olmalarıdır. Tabii ki, gelenekten murat, geçmişi tekrar etmek değildir. Necip Fazıl, "üstün sanatkâr, sabit bir şekil ve kalıp bağlılığı içinde, her an, her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını yenileyebilendir" sözüyle bu gerçeğe işaret etmektedir. Nasıl ki, Süleymaniye'yi birebir taklit ederek Mimar Sinan olmak mümkün değilse, geçmişin şiir kalıplarını, sembollerini birebir kullanarak bugünün büyük şiirini yazmakta mümkün değildir. Ama o mabet, beş yüz sene dayanacak taşların yontulması ve muazzam bir estetik anlayışıyla nasıl inşa edilmişse, geleceğe taşınacak şiirin de ancak öyle bir dil tutkusu ve estetik anlayışıyla inşa edilebileceğini görmek gerekir. 

Öyle ki, derinliğini saflığından alıp, dil ve estetik anlayışıyla şekillenen mısralar, terennüm edildiği bütün dudaklardan bengisu içmektedir. "Şarabın gazabından kork / Çünkü fena kırmızıdır" (Attila İlhan). "Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü, kör oldum" (Cemal Süreya). "İzmir'in denizi kız, kızı deniz. / Sokakları hem kız, hem deniz kokar" (Cahit Külebi). "Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı / Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak" (İsmet Özel). "Taş taş değil bağrındır taş senin / Nereni, nasıl yaksın söyle bu ateş senin" (Osman Sarı). Her biri saflığın derinliğinde yükselen bu beyitler, yalnızca şairlerinin yıldızını parlatmakla kalmayıp, kalıcı şiirin de istikametini göstermektedirler. 

Bu gerçeği görmeden, şiiri köklerinden koparıp, yalnızca aynı kompartımandakilerin anlayabildiği bir jargona dönüştürmek, o kişileri bir süreliğine iyi hissettirse de yazdıklarını toplumun gönül kubbesinde "baki kalacak hoş sedaya" dönüştürmeye yetmez. 

O şair dosta sorduğum, "son on beş yılda yazılıp ta aklınızda kalan bir şiir var mı?" şeklindeki sorunun cevapsız kalması bunun açık delili...

 

11 Ağustos 2015 Salı

Bu Şehir Sana Benziyor

Vakit yine gece, mevsim yine yaz,
Radyoda, babuba çalıyor yine...
Toprakta nemli bir deniz kokusu,
Ağaçlarda dalga hışırtısı var;
Saçımla oynarken ılık bir rüzgar,
Bu şehir bir anda sana benziyor.

İçimden geçeni hisseder gibi
Gökyüzü mavi bir abiye giymiş;
Bulut mu, değil mi anlayamadım,
Sanki gelinlikle kordona inmiş;
Denizin kalbinde yanan limanda
Bu şehir bir anda sana benziyor.

Fıskiyeyle başı dönen lambalar,
Rengarenk yansıyor palmiyelere;
Gecenin gizemi, ışığın rengi,
Hazdan sarhoş olup düşüyor yere;
Gözlerim dalarken hatıralara,
Bu şehir bir anda sana benziyor.

Mavi tabelaya, şehrin yerine,
Ah senin adını yazmışlar sanki;
O eski günleri anarken kalbim
Sesini yakından duyar gibiyim
Bu şehir, bu deniz, bu koku, bu ten
Seni ilk gördüğüm güne benziyor.

Mehmet Taştan

12 Nisan 2015 Pazar

Darağacında Son Bulan Hayatlar

Bangladeş yönetimi dün gece çok tartışılacak bir infaz daha gerçekleştirdi. Ülkenin önde gelen siyasetçilerinden Muhammad Kamaruzzaman idam edildi. Bu idam size, dış dünyanın bütün telkin ve ısrarına aldırmadan Pakistan'da 4 Nisan 1979 günü asılan Ali Rıza Butto'yu mu hatırlattı yoksa "batıldan merhamet dilemem" diyen ve 26 Ağustos 1966 günü Mısır'da idam edilen Seyyit Kutup'u mu? 
 
İnfazın gerçekleştiği coğrafya itibariyle ilkini, idam sebebi olarak ikincisini hatırlatan Kamaruzzaman'ın idamı, bana dış dünyadan ziyade kendi geçmişimizi hatırlattı. Bu olayla birlikte kafamda oluşan soru şuydu: Acaba kurulduğundan beri ülkemizde kaç insan darağacının gölgesinde can vermiştir? 

TBMM'nin açıldığı 23 Nisan 1920'den son idamın infaz edildiği 25 Ekim 1984'e kadar geçen 64 yıllık süre zarfında meclis onayıyla 712 kişi idam edilmiş. Ancak bu rakama olağanüstü mahkemelerce verilen ve temyiz imkânı bulunmayan 1800-2000 civarında olduğu tahmin edilen idam kararı dâhil değil. Onlar da dâhil edildiğinde, ülkemizde aynı dönemde dokuz günde bir kişiyi idama gönderdiğimiz gerçeği çıkıyor ortaya... 

Bu konuda kadınlar erkeklerden daha şanslı.. Dönem boyunca idam edilen kadın sayısı 15... Bunlardan sadece biri siyasi sebeplerle darağacına gönderilmiş… O da şapka kanununa karşı çıktığından bahisle Erzurum'da asılan Şalcı Bacı... Halka dehşet salmak için gerçekleştirilen bu idamın müsebbibi ise tanıdık bir isim... Çetin Altan'ın dedesi... 

Tabii şapka kanununa karşı çıktığı için asılan tek kişi Şalcı Bacı değildir. 1925 yılı Kasım Aralık ayları içinde Erzurum'da 15, Rize'de 8, Kayseri'de 5, Maraş'ta 5, Sivas'ta 2 kişi idam edilmiştir. Ama Şapka Kanunundan önce yazdığı "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı eserinden dolayı şapka karşıtı ilan edilen İskilipli Atıf hocanın idamı bu mevzudaki en bilinen vakıadır. 

Malum, cumhuriyet kurulduktan sonraki toplu idamlar Şeyh Sait isyanıyla başlar. 29 Haziran 1925'te Diyarbakır'da Şeyh Sait 46 arkadaşıyla birlikte asılır. Atatürk'e suikast girişimi nedeniyle İzmir'de 14, Ankara 4 kişi olmak üzere toplam 18 kişi asılır. Menemen olayının ardından 3 Şubat 1931 günü 28 kişi idam edilmiştir. 

Dersim isyanları sebebiyle 18 Kasım 1937'de Seyyit Rıza ve yedi arkadaşı asılmıştır. 

16-17 Eylül 1961'de Yassıada'da Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi. Böylece TBMM'nin kuruluşundan beri idam edilen milletvekili sayısı 16'ya yükselmiştir. 

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan 6 Mayıs 1972'de Ankara'da idam edilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra asılan 50 kişiden 8 si sağ görüşlü, 16'sı sol görüşlü kişilerden oluşuyor. Geriye kalanlar ise adli mahkûm. 

Yağlı ilmekler, 1961 e kadar daha çok dindar insanların ve Kürtlerin başı üzerinde sallanırken, 12 Mart'tan sonra solu da etkisi altına almıştır. Ve 25 Ekim 1984'te Hıdır Aslan'ın asılmasıyla ülkemizin idamı defteri fiilen kapanmıştır. Ya da en azından şimdilik böyle... 

İstiklâl Mahkemesi başkanı Kel Ali'nin basına "İskilipli Atıf Hoca da dahil olmak üzere bütün İstanbullu sanıkların masumiyetinin ortaya çıktığını, yakında tahliye edileceklerini" beyan etmesinden kısa bir süre sonra, İskilipli Atıf Hoca ve Babaeski Müftüsü Ali Rıza'nın idamına karar verilmesi, İzmir suikastında haklarında verilen 10'ar yıl hapis cezasına itiraz eden İsmail Canbulat ile İsmail Turgut’un, "sen misin karara itiraz eden" dercesine idam edilmesi,  Diyarbakır'da kararın açıklanmasından önce idam edilecek kişi sayısınca darağacı hazırlanması, Dersim maznunlarının pazar günü kurulan mahkemece idam edilmesi yapılan işe yargılama demeyi imkansızlaştırıyor. 

Öyle ki, mahkeme başkanı Kel Ali'nin öğle yemeğine giderken henüz hakkında karar verilmemiş bir kişinin de asılmasını emrettiği, celladın "ama efendim, onun hakkında henüz karar vermediniz" itirazına, "sen as, yemekten sonra kararını veririz" diye karşılık verdiği halk arasında anlatılır durur. 

Kuşkusuz işlenen suça uygulanacak temel cezayı belirleyen hakim değil kanundur. Ancak eğer hakim kendisini hukukun değil de iktidar sahiplerinin aracı olarak görmeye başlamışsa ortaya çıkan da karar değil "yargısız infaz" oluyor. Ve tarih nefes almaya başladığı anda tetikçilerini hiç affetmiyor. 

Tıpkı Üç Alilerde olduğu gibi...

12 Mart 2015 Perşembe

İstasyon

Düşerken hayali dolunayların,

Suyuna karışır kalbim rayların;
Kaynar üzerinde buharlı tren,
Acep bu tren mi yâri götüren?
Dağların içine gömülen raylar,
Hanlar, istasyonlar, kervansaraylar;
Zaman tüneline dalar giderim
Düdük seslerinde büyür kederim.

Bir mercan beldenin çift katlı garı,
İçi alev ateş, yüzü sapsarı;
Bakınır ardından giden trenin,
Acısıyla dolar terk edenlerin;
Gönlü çocuk kalmış lacivert şefle
Buluştukça dolar içi esefle...
Itri’den bir beste siner raylara,
Ve başlar yolculuk dolunaylara.

Mehmet Taştan