Pablo
Picasso, henüz minik bir öğrenciyken
tanıştığı "4" rakamına kafayı takmış. Her gördüğü
"4" ü öne doğru fırlamış bir burna benzettiği için,
insan resmine dönüştürerek tamamlıyormuş. Minik Pablo,
bu yüzden matematik problemlerinin çözümüyle hiç ilgilenmiyor,
bu huyundan vazgeçirmeye çalışan öğretmenine, "bunu
yapmak için dayanılmaz istek duyuyorum ve gözüm o anda burundan
başka hiçbir şey görmüyor"
diye cevap veriyormuş.
Picasso'yu
kübizme götüren o süreç, Türk hukukunu barok düşünmeye
taşıyan "3" rakamını çağrıştırıyor bana. Yani
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesini... Daha
doğrusu Strazburg Mahkemesinin 3. madde yorumunu...
"ABD’de
hukuk dokuz yargıcın hukukudur" sözünü, bir hukuk
romantizmi içinde keyifle telaffuz ettiğim öğrencilik günlerinde
başlamıştı Türkiye'nin Strazburg yolculuğu.. Yani 1987'de... Ve
günün birinde, o sözün mutasyona uğrayarak, "Türkiye'de
hukuk, Strazburg yargıçlarının hukukudur" şeklinde
söylenebileceği hiç aklıma gelmezdi.
Öyle
ya... Milletlerarası andlaşmaları kanun değerinde gören bir
anayasanın mer'i olduğu, “sizi buraya tıkan kudret böyle
istiyor” sözüyle "yargıçlık" anlayışını
ortaya koyan Başol ve divan arkadaşlarının, otuz yıl boyunca
Anayasa Mahkemesinde üyelik veya başkanlık yaptığı ya da
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı koltuğunda oturduğu; iktidar
partisi yöneticilerine “kandan başka bir şeyle beslenemeyen
vampirler… metastaz yapan habis bir ur" şeklinde galiz
hakaretler yağdıran iddianamelerin yazılabildiği bir ülkede,
doğudan uzakta bir mahkemenin, iç hukuku dönüştürmede
ana belirleyici olabileceğini nasıl öngörebilirdim ki?
Globalleşmeyi
hülasa etmek için, "Şanghay'da bir kelebek kanat çırpsa,
Meksika Körfezinde fırtına kopar" derler. Doğruymuş
meğer. Mahkeme, Türkiye'de gözaltında tutulan kişilere yönelik
işkencenin yaygınlığına, gözaltı veya tutukluluk sebebiyle
devletin kontrolünde bulunan her ferdin ölüm yada yaralanmasının
makul izahını yapma yükümlülüğünün devlete ait bulunduğuna,
tarafsız ve etkili soruşturmaya vurgu yapan kararlarıyla işkenceyi
gündemimizden çıkardı. Türkiye, iç hukukunu bu kararlar
doğrultusunda yeniden dizayn etti. Susma ve avukat bulundurma
hakkı, mecburi müdafilik, iddianamenin
iadesi, gözaltı sürelerinin kısaltılması, gözetim odalarının,
cezaevlerinin belli bir standarda kavuşturulması bu dönüşümün
yapı taşları oldu.
"Turizmin
tarihi eserlerimize, Ermenilerin arşivlerimize önem vermeyi
öğrettiği" gibi Strazburg Mahkemesi de hukuk alanında
kara kalemden yağlı boyaya geçmemizi sağladı. Bu gelişmeye
paralel olarak içeride, sistem elitlerini pozisyon kaybına götüren süreç,12 Eylül Anayasa değişikliğiyle
taçlanınca, ideolojilerin bekasına endekslenmiş devletçi
yargı, tarihsel konumunu geri dönülmez bir şekilde kaybetti.
Kuşkusuz yeni dönem de kendi sorunlarıyla birlikte doğmuştu ama
neyse ki, tarih nehrinin vuslata erdiği bütün dereleri aynı
debiyle akıtma özelliği var.
Tam
bu noktada roller değişti. Strazburg Mahkemesini, içerideki keyfi
muamelelerine ayak bağı olarak gören darbe suçunun
sanıklarından üçü Strazburg'un kapısını çaldı. Mahkeme,
düzmece delillerle gerçekleşen keyfi tutuklamalarla masumiyet
karinesinin ihlal edildiği iddiasına dayanan ve tutuklama
sürelerinin uzunluğundan yakınan başvuruların tamamını birden
reddetti. Benzer konumdaki diğer sanıklar açısından da bir hayal
kırıklığı ihdas eden bu davalar aslında, Strazburg
Mahkemesindeki dersimizin yeni adıydı: "Adil yargılanma
hakkının kullanılması..." Strazburg ütüsüyle, ütülene
ütülene bu noktadaki kırışıklıklarımızı da düzelteceğimiz
kesin.. Ancak karakuşi kararlarımızı tarihin ufunetli dehlizine
gömdükten sonra da mahkemenin o noktada durmaya hiç niyeti yok.
Zira
mahkeme, taraf devletlerde, mevzuatın hiç bir parçasının
kendi denetimi dışında tutulamayacağını söylüyor. Yalnız
iç hukuk normlarını değil, her bir üyenin başka devletlerle
yapacağı antlaşmalardan ve uluslararası topluluklara
üyeliklerinden kaynaklanan uygulamaları da dava konusu olay
nedeniyle kendi denetiminde görüyor. Sözleşmeye aykırı bulduğu
hiçbir uluslararası taahhüdün, yargılama konusu olan olayda, üye
devlet bakımından geçerli mazeret sayılamayacağını vaaz
ediyor.
Yani
Anayasamızdaki “usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir” cümlesi, iç
tüketime dönük idealist bir söz olmaktan öteye gitmiyor,
Strazburg'tan bakıldığında. Çünkü onlar, kendi ürettikleri
yargı pratiklerinin, bırakın üye devletlerin kanunlarını,
Anayasalarından bile üstün olduğuna inanıyor ve bunu "üye
devletlerin yetki alanının hiç bir parçası sözleşmenin
denetiminin dışına çıkarılamaz" şeklindeki bir cümleyle
kararlarına açıkça işliyorlar. Yine bunun gibi, Türk
kamuoyunun ortak meşruiyet telakkisi de mahkeme açısından bir
anlam ifade etmiyor. Taraf olduğumuz bir davada, adadaki Türk
askerini işgalci diye tanımlıyor, Kıbrıs Rum kesimini adanın
tek meşru devleti kabul ediyor. Bu kararlara, "sözleşme
kapsamındaki konularda tek müçtehit Strazburg" şeklinde
özetlenebilecek başka kararların eklenmesi de kuvvetle muhtemel...
İyi
de bu yetki genişlemesi nereye kadar? Anayasamızda "egemenlik
kayıtsız, şartsız milletindir, Türk milleti, egemenliğini,
Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle
kullanır" hükmü dururken, "Türkiye'de hukuk,
Strazburg yargıçlarının hukukudur" anlayışına hangi
eşiğe kadar tahammül edilebilir?
Ben
demiştimin (!) aferinini kimselere kaptırmamak için aceleyle
söyleyeyim ki, ilkesel bazda öğrettikleri bir yana konulursa,
spesifik anlamda AİHM'nin kararlarından PKK ve benzeri sol terör
örgütleri dışında kimse memnun görünmüyor. TKP davasında
devleti mahkum ederken RP davasında aksi yönde karar vermesi
hafızalarda taze.. Türk Üniversitelerinde başörtüsünün
serbest bırakılmasını, başı açık olanlar açısından baskı
unsuru olarak addederken, İtalya ilkokullarına, hem de devlet
eliyle haç işaretleri asılmasını, Hristiyan olmayanlar
açısından baskı unsuru saymaması mahkemeye duyulan itimadı
iyice zayıflattı. Darbe suçu sanıklarınca yapılmış her üç
başvuruyu da reddetmesi, öteden beri Strazburg’a soğuk bakan
ulusalcı çevrelere “senden bana yar olmaz” şarkısını bir
kez daha içli içli söyletmiştir herhalde… Bütün bunlara,
ülkücü camiada kadimden beri var olan “ben devletimi elin
gavuruna şikayet etmem” anlayışı eklenirse, ülkemizde
AİHM’e karşı duyulan güvenin düşük seviyede seyrettiği
kolayca görülebilir.
Bu
tablo karşısında -Birleşmiş Milletlerin doğacağı San
Francisco Konferansına katılabilmek için, alelacele mihver
devletlerine savaş ilan edişimizin 68. yılında, Birleşmiş
Milletlerin yapısını anakronik bulduğumuz gibi- günün birinde,
“bu mahkeme de pek bir sivri burunlu oldu” der miyiz
acaba? Ölmemiş olsaydı bu soruyu Picasso'ya sormak
isterdim. Çünkü O'nun cevabı evetse, bir kaç fırça darbesiyle
mahkemeyi de insana dönüştürebilirdi belki.
Ya
da burnu yana kaymış bir kadın çizer, adını Strazburg
koyardı.