29 Eylül 2013 Pazar

Picasso'nun Burnu / Mehmet Taştan

Pablo Picasso, henüz minik bir öğrenciyken tanıştığı "4" rakamına kafayı takmış. Her gördüğü "4" ü öne doğru fırlamış bir burna benzettiği için, insan resmine dönüştürerek tamamlıyormuş. Minik Pablo, bu yüzden matematik problemlerinin çözümüyle hiç ilgilenmiyor, bu huyundan vazgeçirmeye çalışan öğretmenine, "bunu yapmak için dayanılmaz istek duyuyorum ve gözüm o anda burundan başka hiçbir şey görmüyor" diye cevap veriyormuş.

Picasso'yu kübizme götüren o süreç, Türk hukukunu barok düşünmeye taşıyan "3" rakamını çağrıştırıyor bana. Yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesini... Daha doğrusu Strazburg Mahkemesinin 3. madde yorumunu...

"ABD’de hukuk dokuz yargıcın hukukudur" sözünü, bir hukuk romantizmi içinde keyifle telaffuz ettiğim öğrencilik günlerinde başlamıştı Türkiye'nin Strazburg yolculuğu.. Yani 1987'de... Ve günün birinde, o sözün mutasyona uğrayarak, "Türkiye'de hukuk, Strazburg yargıçlarının hukukudur" şeklinde söylenebileceği hiç aklıma gelmezdi.

Öyle ya... Milletlerarası andlaşmaları kanun değerinde gören bir anayasanın mer'i olduğu, “sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” sözüyle "yargıçlık" anlayışını ortaya koyan Başol ve divan arkadaşlarının, otuz yıl boyunca Anayasa Mahkemesinde üyelik veya başkanlık yaptığı ya da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı koltuğunda oturduğu; iktidar partisi yöneticilerine “kandan başka bir şeyle beslenemeyen vampirler… metastaz yapan habis bir ur" şeklinde galiz hakaretler yağdıran iddianamelerin yazılabildiği bir ülkede, doğudan uzakta bir mahkemenin, iç hukuku dönüştürmede ana belirleyici olabileceğini nasıl öngörebilirdim ki?

Globalleşmeyi hülasa etmek için, "Şanghay'da bir kelebek kanat çırpsa, Meksika Körfezinde fırtına kopar" derler. Doğruymuş meğer. Mahkeme, Türkiye'de gözaltında tutulan kişilere yönelik işkencenin yaygınlığına, gözaltı veya tutukluluk sebebiyle devletin kontrolünde bulunan her ferdin ölüm yada yaralanmasının makul izahını yapma yükümlülüğünün devlete ait bulunduğuna, tarafsız ve etkili soruşturmaya vurgu yapan kararlarıyla işkenceyi gündemimizden çıkardı. Türkiye, iç hukukunu bu kararlar doğrultusunda yeniden dizayn etti. Susma ve avukat bulundurma hakkı, mecburi müdafilik, iddianamenin iadesi, gözaltı sürelerinin kısaltılması, gözetim odalarının, cezaevlerinin belli bir standarda kavuşturulması bu dönüşümün yapı taşları oldu.

"Turizmin tarihi eserlerimize, Ermenilerin arşivlerimize önem vermeyi öğrettiği" gibi Strazburg Mahkemesi de hukuk alanında kara kalemden yağlı boyaya geçmemizi sağladı. Bu gelişmeye paralel olarak içeride, sistem elitlerini pozisyon kaybına götüren süreç,12 Eylül Anayasa değişikliğiyle taçlanınca, ideolojilerin bekasına endekslenmiş devletçi yargı, tarihsel konumunu geri dönülmez bir şekilde kaybetti. Kuşkusuz yeni dönem de kendi sorunlarıyla birlikte doğmuştu ama neyse ki, tarih nehrinin vuslata erdiği bütün dereleri aynı debiyle akıtma özelliği var.

Tam bu noktada roller değişti. Strazburg Mahkemesini, içerideki keyfi muamelelerine ayak bağı olarak gören darbe suçunun sanıklarından üçü Strazburg'un kapısını çaldı. Mahkeme, düzmece delillerle gerçekleşen keyfi tutuklamalarla masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına dayanan ve tutuklama sürelerinin uzunluğundan yakınan başvuruların tamamını birden reddetti. Benzer konumdaki diğer sanıklar açısından da bir hayal kırıklığı ihdas eden bu davalar aslında, Strazburg Mahkemesindeki dersimizin yeni adıydı: "Adil yargılanma hakkının kullanılması..." Strazburg ütüsüyle, ütülene ütülene bu noktadaki kırışıklıklarımızı da düzelteceğimiz kesin.. Ancak karakuşi kararlarımızı tarihin ufunetli dehlizine gömdükten sonra da mahkemenin o noktada durmaya hiç niyeti yok.

Zira mahkeme, taraf devletlerde, mevzuatın hiç bir parçasının kendi denetimi dışında tutulamayacağını söylüyor. Yalnız iç hukuk normlarını değil, her bir üyenin başka devletlerle yapacağı antlaşmalardan ve uluslararası topluluklara üyeliklerinden kaynaklanan uygulamaları da dava konusu olay nedeniyle kendi denetiminde görüyor. Sözleşmeye aykırı bulduğu hiçbir uluslararası taahhüdün, yargılama konusu olan olayda, üye devlet bakımından geçerli mazeret sayılamayacağını vaaz ediyor.

Yani Anayasamızdaki “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir” cümlesi, iç tüketime dönük idealist bir söz olmaktan öteye gitmiyor, Strazburg'tan bakıldığında. Çünkü onlar, kendi ürettikleri yargı pratiklerinin, bırakın üye devletlerin kanunlarını, Anayasalarından bile üstün olduğuna inanıyor ve bunu "üye devletlerin yetki alanının hiç bir parçası sözleşmenin denetiminin dışına çıkarılamaz" şeklindeki bir cümleyle kararlarına açıkça işliyorlar. Yine bunun gibi, Türk kamuoyunun ortak meşruiyet telakkisi de mahkeme açısından bir anlam ifade etmiyor. Taraf olduğumuz bir davada, adadaki Türk askerini işgalci diye tanımlıyor, Kıbrıs Rum kesimini adanın tek meşru devleti kabul ediyor. Bu kararlara, "sözleşme kapsamındaki konularda tek müçtehit Strazburg" şeklinde özetlenebilecek başka kararların eklenmesi de kuvvetle muhtemel...

İyi de bu yetki genişlemesi nereye kadar? Anayasamızda "egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir, Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır" hükmü dururken, "Türkiye'de hukuk, Strazburg yargıçlarının hukukudur" anlayışına hangi eşiğe kadar tahammül edilebilir?

Ben demiştimin (!) aferinini kimselere kaptırmamak için aceleyle söyleyeyim ki, ilkesel bazda öğrettikleri bir yana konulursa, spesifik anlamda AİHM'nin kararlarından PKK ve benzeri sol terör örgütleri dışında kimse memnun görünmüyor. TKP davasında devleti mahkum ederken RP davasında aksi yönde karar vermesi hafızalarda taze.. Türk Üniversitelerinde başörtüsünün serbest bırakılmasını, başı açık olanlar açısından baskı unsuru olarak addederken, İtalya ilkokullarına, hem de devlet eliyle haç işaretleri asılmasını, Hristiyan olmayanlar açısından baskı unsuru saymaması mahkemeye duyulan itimadı iyice zayıflattı. Darbe suçu sanıklarınca yapılmış her üç başvuruyu da reddetmesi, öteden beri Strazburg’a soğuk bakan ulusalcı çevrelere “senden bana yar olmaz” şarkısını bir kez daha içli içli söyletmiştir herhalde… Bütün bunlara, ülkücü camiada kadimden beri var olan “ben devletimi elin gavuruna şikayet etmem” anlayışı eklenirse, ülkemizde AİHM’e karşı duyulan güvenin düşük seviyede seyrettiği kolayca görülebilir.

Bu tablo karşısında -Birleşmiş Milletlerin doğacağı San Francisco Konferansına katılabilmek için, alelacele mihver devletlerine savaş ilan edişimizin 68. yılında, Birleşmiş Milletlerin yapısını anakronik bulduğumuz gibi- günün birinde, “bu mahkeme de pek bir sivri burunlu oldu” der miyiz acaba? Ölmemiş olsaydı bu soruyu Picasso'ya sormak isterdim. Çünkü O'nun cevabı evetse, bir kaç fırça darbesiyle mahkemeyi de insana dönüştürebilirdi belki.

Ya da burnu yana kaymış bir kadın çizer, adını Strazburg koyardı.