9 Temmuz 2016 Cumartesi

Savcılar da duygusaldır

Hakim ve savcılar genelde devletin soğuk yüzü olarak bilinir. Ancak, Ankara Adliyesinde görev yapan deneyimli Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan farklı bir özelliğiyle dikkat çekiyor. Taştan, savcılık mesleğinin yanı sıra "şair kimliği" ile tanınıyor; akademik çevrelerde ve edebiyat dergilerinde bu sıfatla adından söz ettiriyor. Kısa bir süre önce, "Bu Kapıdan" adlı üçüncü şiir kitabı çıktı. Taştan'a bir savcıyla aynı bedende yaşayan şairi sorduk. Sanıldığının aksine "Savcılar da duygusaldır" diyen Taştan'la şiiri konuştuk.

Savcılar genelde sert mizaçlı, ısrarla "kanun" diyen insanlar olarak bilinir; şairler ise duygusal... Bu iki sıfatı birlikte nasıl taşıyorsunuz?
Aslına bakarsanız her ikisinin de bir takım şekli kuralları vardır. Bu birinde mevzuattır, diğerinde sanatsal unsurlar... Eğer kurallar tek başına bu iki işi yapmaya yetseydi, bütün bilgiler, gelişmiş bilgisayarlara yüklenir, mükemmel sonuçlar vermesi beklenirdi. Ama bu yapılmıyor? Niye? Çünkü her ikisinde de insan gerçeğine inmek gerekiyor. Onun için rahatlıkla denebilir ki, savcılar da duygusaldır ve de öyle olmalıdır. Eğer duygu boyutunu yok sayarak bu işi yaparsanız, günün birinde o meşhur piyesteki "reis bey" gibi, haksız yere mahkum ettirdiğiniz kişiye, "dünyada suçu bağışlanmadık insan kalmaması için beni affedin" demek zorunda kalabilirsiniz. Böyle bir yanılgıya düşmemek için, empati yoluyla olayın taraflarını anlamaya çalışırsınız. Bunu yaparsınız ama duygusallığa teslim olmaya hakkınız yoktur.

EMPATİYİ BİR YERDE BLOKE EDİYORSUNUZ 

Çünkü teslim olmaya kalktığınızda da en ağır suçu işleyen kişinin arkasında da masum bir eş, masum bir çocuk, masum bir anne olduğunu görürsünüz. Onu gördüğünüz de belki işinizi doğru yapma noktasında bir tereddüte düşebilirsiniz. Dolasıyla işinizi yaparken zaafiyete düşmeme adına o empatiyi belirli bir yerde durdurmak, bloke etmek zorundasınız. Ama doğru sonuca varmak için, dile dökülmeyen o sessizliği mutlaka okumak gerekir.

Savcı ve şairliğin sizin hayatınızdaki yeri nedir?

Onlar iki yanımdan akan iki nehir gibidir. İkisi de insana akar. İkisinin de dayanılmaz bir cazibesi vardır. Biri dış dünyaya yansıyanın, diğeri görünmeyenin peşinden gider. Birinde kamu vicdanını tatmin edecek sonuca varmak için çırpınırsınız; diğerinde okuyucunun gönlünde yer tutacak bir şiiri yazmak için... Ben o iki nehri de çok seviyorum. Biri dersimse, diğeri benim teneffüs alanımdır ya da kendimi gerçekleştirme alanım... Şunu da söylemeliyim ki, öldükten sonra bu dünyada var olmaya devam edeceksem, bunun savcı kimliğimle değil de, şair kimliğimle olacağını sanıyorum.

Biri diğerini etkiliyor mu?
Kesinlikle... Şiir, iyi bir kültürel arkaplan, dil hakimiyeti ve gramer vukufiyeti gerektiriyor. Şiir için edindiğim bu birikimi, mesleki faliyetimde kullanıyorum. Savcılık, önyargılardan uzaklaşmayı, insana insan olarak bakmayı gerektiriyor; şiirimi de bu evrensel bakış açısıyla şekillendirmeye çalışıyorum.

YENİ BİR KİTAP OKUMANIN HEYECANINI VERİYOR

Şair kimliğinizle ile hukukçu kimliğinizin buluştuğu zamanlar olur mu ?

Bazen olur. Bundan on yıl önce, Adana Cezaevinde, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle bir program yapılmıştı. Şairlik yönümü bilen personelim benden, o gece için bir şiir istemişti. "Hangi yasak meyveye uzandı ki ellerin / Gözlerin pınar gibi birden boşaldı kadın" mısralarıyla başlayan mahkum kadın temalı şiir böyle doğmuş; epeyce de olumlu yankı bulmuştu.

Hakim-savcıların genel anlamda şiire edebiyata ilgisi nasıldır?
Çok yoğun bir tempoda çalıştıkları için başka alanlara, bu bağlamda şiire ve edebiyata düzenli şekilde zaman ayıranların sayısının çok fazla olduğunu söyleyemem. Ama çoğunun yanında şiir bahsi açıldığında, yüz kaslarının gevşediğini, o duyguyla hemhal olduklarını görüyorsunuz. Bu Adalet Akademisinde böyle, seminerlerde böyle, hukukçu platformlarında böyle...

Yeni kitabınızı birkaç cümleyle anlatmanızı istesek?
Otuz yıllık bir şiir serüvenin hulasası.. Gelenekten izler taşıyor ama başkasının izinden gidenlerin kendi ayak izlerini bırakamayacağının da farkında... Okuyucusuna "bir gün bir kitap okudum hayatım değişti" dedirtecek çapta değil, ama yeni bir kitap okumanın heyecanını verecek türde...

Şiir okuyucusunun az olması şair olarak sizde karamsarlığa yol açıyor mu?
Pazar yeri kalabalık olur ama herkes aldığını bir iki gün içinde, hadi bilemedin bir hafta içinde tüketir. Antika dükkanları ise sakin olur; çoğu insan yerini bile bilmez. Oradan bir şey alanlar da, tüketmek için değil, hayatlarına katmak için götürürler evlerine.. Şiir de böyle bir şeydir işte... Müşterisi az ama özeldir... 

http://www.hurriyet.com.tr/savcilar-da-duygusaldir-40136778

3 Temmuz 2016 Pazar

Yakarak Tarihe Geçenler / Mehmet Taştan

        Çin'den, Polonya'ya kadar, girdiği her yeri yakıp yıkan Cengiz Han'a, bir gün sormuşlar:

        — Han'ım girdiğiniz bütün şehirleri niçin yakıp yıkıyorsunuz?

        Cengiz Han celallenmeden şu cevabı vermiş:

 — Benim Abbasi halifeleri gibi hanlar, hamamlar yaparak tarihe geçme şansım yok. Ben de yakarak tarihe geçeceğim.

   Sonuç tam da dediği gibi olmuş; Cengiz Han, şehirler yakan kişi olarak tarihe geçmiştir. Ama O bu alanda yalnız değildir. Çünkü, yakarak tarihe geçmenin ondan daha güçlü bir sembolü vardır: O sembol kadındır. Kuşkusuz, iki yangın arasında derin farklar vardır. Örneğin, Cengiz Han öfkeyle, kadın tebessümle yakar; Cengiz Han yakıp, yok eder, kadın yaktığını yeniden inşa eder. Bunlar doğru olmasına doğru da neticede ikisi de yangın... O yüzden olsa gerek, Nedim:

          "Tahammül mülkünü yıktın, Hülagu Han mısın kâfir
            Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir"

Mısralarıyla sevgiliye seslenirken, iki yangın arasındaki benzerliği vurgular.

Esasen, beşerî aşkın ilk kıvılcımları Arafat’ta çakılır. Cennetten kovulup yeryüzüne gönderilen Adem, Sri Lanka’ya; Havva, Cidde'ye indirilir. Senelerce birbirlerini ararlar. Nihayet bir gün Arafat’a varırlar. Burası Mekke yakınlarında, büyük bir çöldür.

Kadınlar daha dikkatli olur, denir ya… Demek ki ilk insandan beri öyle... Önce Havva görür Adem'i. Ama seslenmez. Arayan değil aranan, özleyen değil özlenen olmayı seçtiği için, oracıkta bir fundalığın arkasına saklanır. Adem'in onu bulmasını bekler. Buna naz mı demeli yoksa cilve mi? Onu bilemem ama beklediği olur. Adem de az sonra görür Havva'yı... Böylece yeryüzünde ilk buluşma gerçekleşir. Bu vuslattan hareketle, buluşma yeri anlamına gelen Arafat ismi doğar. O gün bugün orası insanlığın büyük buluşma yeridir. 

O kıvılcım çölün bir başka yerinde, Leyla’nın aşkı ile Mecnun’un yüreğinde yangına dönüşmüştür. Aşkın bütün deliliklerini yaşayan Mecnun'u, bir gün, bir köpeğin ayağın öperken görmüşler. Bu hal görenleri epey kızdırmış. Çıkışmışlar:

— Bu ne hal böyle Mecnun, hiç köpeğin ayağı öpülür mü?
         Mecnun kayıtsızca bakmış onlara:
         —  Ben köpeğin ayağını öpmüyorum ki!
         —  Ya ne yapıyorsun?
        — Bu köpek, Leyla'mın vahasının köpeğidir. Bastığı yerlere Leyla basmıştır. Onun ayaklarında Leylamın ayak izlerini kokluyorum.

Bu metafor bizi yeniden Nedim'e götürüyor. O diyor ki: "Bülbülü uyuyor sanmayın, gagasını kanadının altına koymuş, uykuda sevgilinin hayalini kokluyor." Demek aşka düşen akıl iflah olmuyor. 

Batıda aşkın ölümsüzleştirdiği Beatrice, akranı olan Dante'yle tanışıp, onu etkilemeye başladığında henüz dokuz yaşındadır. On yıl sonra gerçekleşen ikinci buluşmada şair, kızın güzelliği karşısında öylesine erir ki, aleve sarılı bir ruha döner. “Hayalden yana olduğu kadar, sözden yana da çok zengin olsam, yine de güzelliğinin binde birini bile anlatmaya cesaret edemem” der. Bu son görüşmedir. Bir daha asla buluşamazlar. Kız, yirmi dört yaşında hayata veda eder. Ama şairin gönlünde hep canlı kalır. Dante, bütün eserlerini o aşkın verdiği ilhamla yazar. İlahi Komedya o aşkla doğar. Bu trajik öykü, Floransa'daki Dante Kilisesi'nin bahçesine konulan sepeti bile kutsallaştırır. Şairin mezarı başındaki o sepet, asırlardır, karşılıksız kalmış aşk mektuplarıyla dolup taşan dert küpüne dönüşür.  

Kral ya da şah olmak da bu yangının ateşinden kurtarmaz.

Yer bu kez Hindistan... Babür hükümdarı Şah Cihan, deliller gibi âşık olduğu, yanındayken bile çok özlediği sevgili eşini, doğum sonrası durmayan kanama yüzünden kaybeder. Mümtaz Mahal'in ölümü, Şah Cihan'ı hayata küstürür. O'nun adını ebedileştirmek için Taç Mahal'i yaptırır. O aşk, Yemuna nehrinin kenarında yükselen ve şehrin her tarafından görülebilen Taç Mahal’de ölümsüzleşir.

İngiliz Kralı 8.Henry’nin aşk gözünü öyle kör eder ki, gözü ne kiliseyi görür ne de papayı… Her şey Henry'nin, Anne Boleyn'e âşık olmasıyla başlar. Kıza yaklaşmak ister. Ama Boleyn "nikah olmadan asla" der. Kralın onunla nikah kıyabilmesi için mevcut eşinden boşanması gerekmektedir. Ne var ki, Vatikan Kilisesi krala boşanma izni vermez. Çünkü Katolik nikahında boşanma yoktur. Bu yasak, Henry'yi çileden çıkarır. Afaroz edilme pahasına Vatikan’ın aldığı kararı reddeder. Tutar, İngiltere'de Anglikan Kilisesini kurar.  Bu kilisesinden aldığı izinle mevcut eşini boşar ve Anne Boleyn'le evlenir. Bu aşkın ilk meyvesi Anglikan mezhebi olur. İkicisi de İngiltere'de kraliyet soyunun değişmesine yol açan 1.Elizabeth… 

       İngiltere’de yeni bir mezhebin doğuran aşk, Fransa’da da -güncelliğini hiç yitirmeyen- bir düşünürün doğmasına yol açar...  Kimden mi söz ediyorum? Tabii ki Montesqıeu’dan…Üstelik O’nu tarih sahnesine çıkaran bu öykü uzak bir coğrafyada ve çok eski bir çağda yaşanır. Yani, İran'da kanat çırpan bir kelebek, Fransa'da fırtına çıkarır.

        Olay şöyledir: Eşi tarafından aldatıldığını öğrenen İran Şahı Şehriyar, bütün kadınlara düşman kesilir. Her gece bir başka kadınla olur. Her şafakta geceyi birlikte geçirdiği kadını idam ettirir. Onlarca kadının kurban edildiği bu süreçte, nihayet bir gün sıra Şehrazat adlı bir kıza gelir. O gece şahın odasına giren genç kız dahiyane bir şey yapar. Şafak sökmeden bir masal anlatmaya başlar. Gün ağarır ama masal bitmez. Şah, bitmeyen masalın sonunu dinleyebilmek için, Şehrazat'ın idamını bir sonraki güne erteler. Şehrazat, sonraki gece yarım kalan masalı tamamlar ama sonunu getirmeyeceği yeni bir masala başlar. Bu şekilde her gece devam eden ve fakat sonu getirilmeyen masallar, Şehriyar'ı kıza aşık eder. Şahın bir süre sonra "anlatma sonunu kıyamam sana" deme noktasına geldiği bu masallar dünya edebiyat tarihine muhteşem bir masal külliyatı kazandırmakla kalmaz, masalsı bir aşkın da hikayesi olur. İran’dan Paris’e giden iki acemden bu masalları dinleyen Montesqıeu, o masallardan aldığı ilhamla Acem Mektupları'nı yazar. Kitap, Fransa'da büyük bir yankı uyandırır. Kendisini, Yasaların Ruhu'na götürecek üne kavuşur. O yankı, o çağla sınırlı kalmaz. Geçtiğimiz yüzyılda Sezai Karakoç, “Sen Şehrazat bir lamba, bir hükümdar bakışında / Bir ölüm kuşunun feryadını duyarsın" dizeleriyle yönümüzü bir daha Şehrazat'a döndürür.

        Kuşkusuz, aşk yangınlarının ölümsüzleştirdiği kadınların sayısı üçle beşle sınırlı değil. Şarkılardan, şiirlerden ya da başka eserlerden yola çıkarak dilediğiniz kadar örnek bulmakta; bu çarpıcı örneklerden hareketle oluşturulan yargıya, "bütün genellemeler yanlıştır, bu da dahil" sözüyle karşı çıkmakta mümkündür. Ama insanlık tarihindeki ilk cinayetin bir kız uğruna işlendiği ve son peygamber Hz. Muhammed'e, bu dünyada sevdirilen üç şeyden birinin kadın olduğu hatırlanırsa, herhalde bu yargı havada kalmaz. 

         Yanılıyor muyum yoksa?