12 Temmuz 2016 Salı
9 Temmuz 2016 Cumartesi
Savcılar da duygusaldır
3 Temmuz 2016 Pazar
Yakarak Tarihe Geçenler / Mehmet Taştan
Çin'den, Polonya'ya kadar, girdiği her yeri yakıp yıkan Cengiz Han'a, bir gün sormuşlar:
— Han'ım girdiğiniz bütün şehirleri niçin yakıp
yıkıyorsunuz?
Cengiz Han celallenmeden şu cevabı vermiş:
— Benim Abbasi halifeleri gibi hanlar,
hamamlar yaparak tarihe geçme şansım yok. Ben de yakarak tarihe
geçeceğim.
Sonuç tam da dediği gibi olmuş; Cengiz
Han, şehirler yakan kişi olarak tarihe geçmiştir. Ama O bu
alanda yalnız değildir. Çünkü, yakarak tarihe geçmenin ondan
daha güçlü bir sembolü vardır: O sembol kadındır. Kuşkusuz,
iki yangın arasında derin farklar vardır. Örneğin, Cengiz Han öfkeyle, kadın
tebessümle yakar; Cengiz Han yakıp, yok eder, kadın yaktığını yeniden inşa
eder. Bunlar doğru olmasına doğru da neticede ikisi de yangın... O yüzden olsa
gerek, Nedim:
"Tahammül mülkünü yıktın, Hülagu Han mısın
kâfir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir"
Mısralarıyla
sevgiliye seslenirken, iki yangın arasındaki benzerliği vurgular.
Esasen,
beşerî aşkın ilk kıvılcımları Arafat’ta çakılır. Cennetten kovulup yeryüzüne
gönderilen Adem, Sri Lanka’ya; Havva, Cidde'ye
indirilir. Senelerce birbirlerini ararlar. Nihayet
bir gün Arafat’a varırlar. Burası Mekke yakınlarında, büyük bir çöldür.
Kadınlar daha dikkatli olur, denir ya… Demek ki ilk insandan beri öyle... Önce Havva görür Adem'i. Ama seslenmez. Arayan değil aranan, özleyen değil özlenen olmayı seçtiği için, oracıkta bir fundalığın arkasına saklanır. Adem'in onu bulmasını bekler. Buna naz mı demeli yoksa cilve mi? Onu bilemem ama beklediği olur. Adem de az sonra görür Havva'yı... Böylece yeryüzünde ilk buluşma gerçekleşir. Bu vuslattan hareketle, buluşma yeri anlamına gelen Arafat ismi doğar. O gün bugün orası insanlığın büyük buluşma yeridir.
O
kıvılcım çölün bir başka yerinde, Leyla’nın aşkı ile Mecnun’un yüreğinde
yangına dönüşmüştür. Aşkın bütün deliliklerini yaşayan Mecnun'u, bir gün, bir
köpeğin ayağın öperken görmüşler. Bu hal görenleri epey kızdırmış. Çıkışmışlar:
— Bu
ne hal böyle Mecnun, hiç köpeğin ayağı öpülür mü?
Mecnun
kayıtsızca bakmış onlara:
—
Ben köpeğin ayağını öpmüyorum ki!
—
Ya ne yapıyorsun?
— Bu
köpek, Leyla'mın vahasının köpeğidir. Bastığı yerlere Leyla basmıştır. Onun
ayaklarında Leylamın ayak izlerini kokluyorum.
Bu metafor bizi yeniden Nedim'e götürüyor. O diyor ki: "Bülbülü uyuyor sanmayın, gagasını kanadının altına koymuş, uykuda sevgilinin hayalini kokluyor." Demek aşka düşen akıl iflah olmuyor.
Batıda aşkın ölümsüzleştirdiği Beatrice, akranı olan Dante'yle tanışıp, onu etkilemeye başladığında henüz dokuz yaşındadır. On yıl sonra gerçekleşen ikinci buluşmada şair, kızın güzelliği karşısında öylesine erir ki, aleve sarılı bir ruha döner. “Hayalden yana olduğu kadar, sözden yana da çok zengin olsam, yine de güzelliğinin binde birini bile anlatmaya cesaret edemem” der. Bu son görüşmedir. Bir daha asla buluşamazlar. Kız, yirmi dört yaşında hayata veda eder. Ama şairin gönlünde hep canlı kalır. Dante, bütün eserlerini o aşkın verdiği ilhamla yazar. İlahi Komedya o aşkla doğar. Bu trajik öykü, Floransa'daki Dante Kilisesi'nin bahçesine konulan sepeti bile kutsallaştırır. Şairin mezarı başındaki o sepet, asırlardır, karşılıksız kalmış aşk mektuplarıyla dolup taşan dert küpüne dönüşür.
Kral
ya da şah olmak da bu yangının ateşinden kurtarmaz.
Yer bu
kez Hindistan... Babür hükümdarı Şah Cihan, deliller gibi âşık olduğu, yanındayken
bile çok özlediği sevgili eşini, doğum sonrası durmayan kanama yüzünden
kaybeder. Mümtaz Mahal'in ölümü, Şah Cihan'ı hayata küstürür. O'nun adını
ebedileştirmek için Taç Mahal'i yaptırır. O aşk, Yemuna nehrinin kenarında
yükselen ve şehrin her tarafından görülebilen Taç Mahal’de ölümsüzleşir.
İngiliz Kralı 8.Henry’nin aşk gözünü öyle kör eder ki, gözü ne kiliseyi görür ne de papayı… Her şey Henry'nin, Anne Boleyn'e âşık olmasıyla başlar. Kıza yaklaşmak ister. Ama Boleyn "nikah olmadan asla" der. Kralın onunla nikah kıyabilmesi için mevcut eşinden boşanması gerekmektedir. Ne var ki, Vatikan Kilisesi krala boşanma izni vermez. Çünkü Katolik nikahında boşanma yoktur. Bu yasak, Henry'yi çileden çıkarır. Afaroz edilme pahasına Vatikan’ın aldığı kararı reddeder. Tutar, İngiltere'de Anglikan Kilisesini kurar. Bu kilisesinden aldığı izinle mevcut eşini boşar ve Anne Boleyn'le evlenir. Bu aşkın ilk meyvesi Anglikan mezhebi olur. İkicisi de İngiltere'de kraliyet soyunun değişmesine yol açan 1.Elizabeth…
İngiltere’de yeni bir mezhebin doğuran aşk, Fransa’da da -güncelliğini hiç yitirmeyen- bir düşünürün doğmasına yol açar... Kimden mi söz ediyorum? Tabii ki Montesqıeu’dan…Üstelik O’nu tarih sahnesine çıkaran bu öykü uzak bir coğrafyada ve çok eski bir çağda yaşanır. Yani, İran'da kanat çırpan bir kelebek, Fransa'da fırtına çıkarır.
Olay şöyledir: Eşi tarafından aldatıldığını öğrenen İran Şahı Şehriyar, bütün kadınlara düşman kesilir. Her gece bir başka kadınla olur. Her şafakta geceyi birlikte geçirdiği kadını idam ettirir. Onlarca kadının kurban edildiği bu süreçte, nihayet bir gün sıra Şehrazat adlı bir kıza gelir. O gece şahın odasına giren genç kız dahiyane bir şey yapar. Şafak sökmeden bir masal anlatmaya başlar. Gün ağarır ama masal bitmez. Şah, bitmeyen masalın sonunu dinleyebilmek için, Şehrazat'ın idamını bir sonraki güne erteler. Şehrazat, sonraki gece yarım kalan masalı tamamlar ama sonunu getirmeyeceği yeni bir masala başlar. Bu şekilde her gece devam eden ve fakat sonu getirilmeyen masallar, Şehriyar'ı kıza aşık eder. Şahın bir süre sonra "anlatma sonunu kıyamam sana" deme noktasına geldiği bu masallar dünya edebiyat tarihine muhteşem bir masal külliyatı kazandırmakla kalmaz, masalsı bir aşkın da hikayesi olur. İran’dan Paris’e giden iki acemden bu masalları dinleyen Montesqıeu, o masallardan aldığı ilhamla Acem Mektupları'nı yazar. Kitap, Fransa'da büyük bir yankı uyandırır. Kendisini, Yasaların Ruhu'na götürecek üne kavuşur. O yankı, o çağla sınırlı kalmaz. Geçtiğimiz yüzyılda Sezai Karakoç, “Sen Şehrazat bir lamba, bir hükümdar bakışında / Bir ölüm kuşunun feryadını duyarsın" dizeleriyle yönümüzü bir daha Şehrazat'a döndürür.
Kuşkusuz, aşk yangınlarının ölümsüzleştirdiği kadınların sayısı üçle beşle sınırlı değil. Şarkılardan, şiirlerden ya da başka eserlerden yola çıkarak dilediğiniz kadar örnek bulmakta; bu çarpıcı örneklerden hareketle oluşturulan yargıya, "bütün genellemeler yanlıştır, bu da dahil" sözüyle karşı çıkmakta mümkündür. Ama insanlık tarihindeki ilk cinayetin bir kız uğruna işlendiği ve son peygamber Hz. Muhammed'e, bu dünyada sevdirilen üç şeyden birinin kadın olduğu hatırlanırsa, herhalde bu yargı havada kalmaz.
Yanılıyor muyum yoksa?