Büyük depremin ardından o bölgeye gönüllü savcılar
gönderileceğini öğrenince listeye adımı yazdırdım. Görevlendirmenin yapıldığı
günün gece yarısında Antakya’ya vardık. Reyhanlı’da sekiz katlı bir öğrenci
yurduna yerleştik. Odada muhtemel bir deprem anında ne yapacağımı
düşündüm. Battaniye ile yatağın yanına uzanmaya karar verdim. Böylece kendime
hayat üçgeni oluşturacaktım.
Üç-dört saatlik bir uykudan sonra Antakya’nın dış
mahallesi olan Narlıca’ya geçtik. Açık araziye kurulmuş çadırlarda çalışan önceki
gruptan görevi devraldık. Yapacağımız iş, depremde hayatını kaybeden
cenazelerin kimliklerini tespit etmek ve adli tıp uzmanının görüşü
doğrultusunda defin ruhsatı vermekti. Kimliği tespit edilemeyen cenazeler ise
DNA incelemesine esas olacak numuneler alındıktan sonra defnedilebiliyordu. Adli
işlemi biten cenazeler diyanet görevlilerince İslami usullere uygun şekilde
yanı başımızdaki tarlaya gömülüyordu. 6 Şubat 2023 sabahına kadar ekili olan
seksen dönümlük bu tarla, artık Deprem Şehitleri Mezarlığıydı.
Kuşkusuz her ölüm acıydı. Ama canımızı en çok yakan, gül yüzlü minnacık
bedenler ve ocak söndüren toplu ölümlerdi. Bu acılar
içinde yapabildiğimiz tek şey, işimizi hızlı ve eksiksiz yapmak, ölü
yakınlarına bir kardeş, bir baba şefkatiyle davranmak, cenazeler üzerindeki
küpe, kolye, yüzük gibi eşyaları özenle çıkarıp yakınlarına teslim etmekti.
Bu şekilde üç gün geçti. Dördüncü günün akşamında,
Hatay 6,4 şiddetindeki depremle bir daha sallandı. Depreme yurdun ikinci kat
koridorunda yakalandım. Odalar hızla boşaldı. Koridor hareketlendi. Ayak
sesleri, bağrışmalar birbirine karıştı. Söylenenler anlaşılmıyordu. Büyük bir
panik havası vardı. Orada duvarın dibine çöktüm. Beni o halde gören biri daha
çökecek gibi oldu ama vazgeçti. Koşup gitti.
Sarsıntı durduğunda aşağı indim. Hava soğuk ve sokak insan kaynıyordu. Çevre evlerde oturanlar da dışarı çıkmıştı. Fanila ya da çıplak ayakla sokağa fırlayanlar vardı. Kısa bir süre sonra iki savcımızın sükunetle yurttan dışarı çıktıklarını gördüm. İsmail Mermerci ve Kadir Coşar'ın bu soğukkanlılıkları hoşuma gitti.
Telefon trafiği başlamıştı. Depremi duyup bizi arayan
yakınlarımızı rahatlatmaya çalışıyorduk. Ama telaş henüz dinmemişti. Az ötede
tanımadığım gruptan birinin, “bizim burada ne işimiz var, hadi gidelim”
dediğini duydum. Canım sıkıldı. Gayriihtiyari, “Çanakkale’ye gidenler dönmeyi
hiç düşünmediler” dedim. Cevap vermedi. Sustu.
Yaklaşık bir saat sonra binayı boşalttık. Narlıca’ya
doğru yol almaya başladık. Böylece depreme beton binada yakalanma riskimiz ortadan kalkmıştı ama duygunun derinleştirici bütün renk ve kokuları üzerimdeydi.
Bir tek şey yoktu: Korku… Yanı başımızdaki kabristanda her bir mezarın başına
dikilen tahtalar, yansıyan cılız bir ışığın etkisiyle birer hayalet gibi uzuyorlardı.
Gökyüzü simsiyahtı. Bir yıldız bile yoktu.
Karanlıkta insanlar ışığa göre belirginlikleri artıp azalan birer silüet
gibiydiler. Herkes yüreğinden başka üzerinde var olan her şeyi çıkarmış, geriye
yalnızca ‘insanlıkları’ kalmıştı.
Soğuk gecede öbek öbek ocaklar yakılmış, etrafında
gruplar halkalanmıştı. Birbirinden farklı zaman ve mekanların insanları belki
de hayatlarında ilk kez bu kadar birbiriyle yakınlaşmıştı. Ateşin başındayken,
depremin etkisinden uzaklaşmak için önce fıkralar anlattım, sonra şiirler
okudum. O sırada Habib-i Neccar’ın Antakyalı olduğunu hatırladım. Hikayesinin
anlatıldığı Yasin Suresini okudum.
Vakit ilerledi. Ama uyuyacak yerimiz yoktu. Mezar
tahtalarını yan yana dizdik. Üzerine battaniyeleri serip, yer yatağı yaptık.
Uykuya daldığımda gece ikiydi. Uyandığımda sabah beş… Uyuyamam sandığım yerden dinlenmiş bir şekilde kalktım. Dışarıda ateş hâlâ yanıyordu. Başında Samandağ’a sevke
hazırlanan askerler vardı. Gecenin
karanlığında bir sır gibi kaybolup gittiler.
Yalnız kaldım. Gün boyu yüzlerine baktığımız, şefkatle
uğurladığımız insanların yattığı mezarlığı seyre daldım. Birbirinden farklı
zamanlarda, farklı yerlerde doğan insanlar, aynı gece depremine ölüm bileti almışlardı. Ve şimdi yan yana yatıyorlardı. Kim bilir, nasıl
bir sabaha uyanma hayaliyle dalmışlardı o ölüm uykusuna… Bir çocuğa, babası
istediği bisikleti alacaktı. Bir kızın düğünü olacaktı. Bir genç işe
başlayacaktı. Bir kadın çocuk doğuracaktı. O kadın bebeğini doğurmuştu ama
karın dikişleri tamamlanamadan ameliyat masasında can vermişti yavrusuyla
birlikte…
Düşünürken gözlerimin buğulandığını hissettim. Kalktım.
Gecenin gizemini bozmadan ve hüznü incitmeden mezarlığa yürüdüm. O an
dudaklarım kıpır kıpırdı. Dilimde Haşir Suresi vardı. Her bir mezarın başında yalnızca
birer numara yazılıydı. Birinin başına kaz tüyünden yapılmış bir mont
bırakılmıştı. Belli ki sahibi genç bir ölüydü. Çok sevdiği ama eskitemeden
ayrıldığı montunu toprağının üstüne bırakmışlardı. Birinin başında bayrak, diğerinde
Trabzonspor forması vardı. Ve birkaçının üstünde üç beş mahzun çiçek... Yolun
sonunda başımı kaldırdım. Şafağın sökmekte olduğunu gördüm. Çadıra geri döndüm.
Narlıca’nın yedinci gecesinde bir araç geldi. İçinde
dört ölü… Anne, baba ve iki çocuk… Bir savcının abisinin ailesi… Fena
halde etkilenmiştim. Hüznümü gizlemeye çalışıyordum ama onları yolcu ettikten
sonra ocağın başına yaklaştığımda, personelin etrafımda halkalandığını fark ettim. İçlerinden
birinin “iyi misin savcım” dediğini duydum. İyiydim, toprağın altı ile
üstü arasında hiçbir fark kalmadığını anlayacak kadar iyi…
Antakya’nın ne halde olduğunu merak ediyordum.
Sekizinci günde görmeye gittim. Uzaktan ayaktaymış gibi görünen şehir yakından bir enkaz
yığınını andırıyordu. Dükkanlar kapalı, binalar bomboştu. Hasarsız bina sayısı
yok denecek kadar azdı. Hasarlı binalar ise her an yıkılma tehlikesi taşıdığından, dar sokaklardan geçişe izin verilmiyordu. Balkonlarda asılı kalmış çamaşırlar,
pencerelerden sarkan perdeler, dış cephe duvarları yıkılmış odalar terk edilmişliğin
yasını tutuyordu.
Meclis binası enkaza dönüşmüştü. Asi Nehri simsiyah
akıyordu. Habib-i Neccar Camii’nin kubbesi çökmüş, enkazı caminin içini doldurmuştu. Dış duvarlarında büyük
yarıklar oluşmuş, bir kısım taşları yerlere dökülmüştü. Pencereden içeri bakarken
muhayyilem beni 21 yıl öncesine götürdü. 2002 yılının yaz aylarında ziyaret
etmiştik bu mabedi. Biz, dış avludayken, o
zaman 6 yaşında olan oğlum Yasin, ezan okumaya başlamıştı. Hoparlörden gelen sesi duyunca, imam önde, ben ve eşim arkada içeri
koşmuştuk. Girdiğimizde, Yasin minberdeydi. Başında hocanın kavuğu vardı. Ezan okumaya
devam ediyordu. Nevin (Özdemir) Ablam, “hoca geliyor, hoca geliyor” diyerek aşağı inmesi için yeğenini iknaya çalışıyordu.
Hışımla içeri giren imam, çocuğu o halde görünce yumuşamış, gülmeye başlamıştı.
Elinden tutup aşağı indirmiştik. Ama artık o kubbe, o minber yoktu. Anılarımız
enkaza dönüşmüştü. Ablamsa depreme Maraş’ta yakalanmış, evi ağır hasar görmüştü.
Yürüdüm. Kurtuluş Caddesi boydan boya bir enkaz
yığınıydı. Yol tek aracın geçebileceği kadar daralmıştı. O yolun sonunda Müze
Oteliyle karşılaştık. Çelik konstrüksiyon bina sapa sağlam ayaktaydı. Birkaç camı
kırılmıştı o kadar. Demek ki fenne uygun yapılınca fantastik yapılar bile
ayakta kalabiliyordu.
Şehre bir de Kharon Kabartması önünden baktım. Ölümle
hayat arasındaki hassas dengeyi temsil eden bu kabartmaya, ayaktaymış gibi
görünen şehrin kılcal damarlarından yalnızca acı yükseliyordu.
Gezerken karşılaştığımız birkaç Antakyalı
depremzedeyle konuştuk. Onları, 84 yıl önce diplomasiyle kazanılan şehrin, Suriyeli
göçmenlerin ardından gelen depremin tetiklediği iç göç yüzünden kaybedilmesi endişesi
sarmıştı. “Ağzımdan yel alsın” dediğim ağır bir korkuydu bu.
Bu yolculukta, dokuzuncu günün sabahına Ankara’daki evimde
uyandım. Artık çadırın altından soğuk üflemiyor; açık kalan omzum üşümüyordu.
Lavabonun önünde sıra beklemek yoktu ve içi temizdi. Duş alma derdim kalmamıştı. Buz gibi havada,
ayaküstü kahvaltı yapmayacaktım. Ocağın başına gitmeyecektim. Ama daha
önceleri hiç dikkatimi çekmeyen bu konfor içimi acıttı.
Mahcubiyetle ayağa kalktım. Pencereden dışarı baktım.
Her şey yerli yerindeydi
ama ya Antakya, Antakya ne haldeydi?