27 Şubat 2023 Pazartesi

Deprem




Hiç böyle bir acıyla karılmamıştı ruhum,
Fay hattından kırılıp yarılmamıştı ruhum.
 

Uzaklardan bakınca Antakya ayaktaydı.
Yaklaşınca enkaza dönüşen vaveylaydı.

Yaslanıp çökmüş evler, toz bürümüş kepenkler,
Issız kaydıraklarda boza dönmüştü renkler…   

İpteki çamaşırlar çırpınıp titriyordu, 

Her köşeden başka bir acı yükseliyordu. 

Bir bebek annesiyle mezara giriyordu,
Kanı çekilmiş adam “dokuzuncu” diyordu.
 

Yetim kalmış bir çocuk oturmuş ağlıyordu,
Geceyi bir kadının feryadı dağlıyordu.

Dünkü yemyeşil tarla, yasa batmış mezardı,
Koynunda genç ihtiyar binlerce ölü vardı. 

Uyuştu damarlarım, keçeye döndü dilim,
Kıyameti gördüm ya ben artık ben değilim. 

Mehmet Taştan

26 Şubat 2023 Pazar

Deprem Günlerinde Antakya / Mehmet Taştan

Büyük depremin ardından o bölgeye gönüllü savcılar gönderileceğini öğrenince listeye adımı yazdırdım. Görevlendirmenin yapıldığı günün gece yarısında Antakya’ya vardık. Reyhanlı’da sekiz katlı bir öğrenci yurduna yerleştik. Odada muhtemel bir deprem anında ne yapacağımı düşündüm. Battaniye ile yatağın yanına uzanmaya karar verdim. Böylece kendime hayat üçgeni oluşturacaktım.

Üç-dört saatlik bir uykudan sonra Antakya’nın dış mahallesi olan Narlıca’ya geçtik. Açık araziye kurulmuş çadırlarda çalışan önceki gruptan görevi devraldık. Yapacağımız iş, depremde hayatını kaybeden cenazelerin kimliklerini tespit etmek ve adli tıp uzmanının görüşü doğrultusunda defin ruhsatı vermekti. Kimliği tespit edilemeyen cenazeler ise DNA incelemesine esas olacak numuneler alındıktan sonra defnedilebiliyordu. Adli işlemi biten cenazeler diyanet görevlilerince İslami usullere uygun şekilde yanı başımızdaki tarlaya gömülüyordu. 6 Şubat 2023 sabahına kadar ekili olan seksen dönümlük bu tarla, artık Deprem Şehitleri Mezarlığıydı.

Kuşkusuz her ölüm acıydı. Ama canımızı en çok yakan, gül yüzlü minnacık bedenler ve ocak söndüren toplu ölümlerdi. Bu acılar içinde yapabildiğimiz tek şey, işimizi hızlı ve eksiksiz yapmak, ölü yakınlarına bir kardeş, bir baba şefkatiyle davranmak, cenazeler üzerindeki küpe, kolye, yüzük gibi eşyaları özenle çıkarıp yakınlarına teslim etmekti.

Bu şekilde üç gün geçti. Dördüncü günün akşamında, Hatay 6,4 şiddetindeki depremle bir daha sallandı. Depreme yurdun ikinci kat koridorunda yakalandım. Odalar hızla boşaldı. Koridor hareketlendi. Ayak sesleri, bağrışmalar birbirine karıştı. Söylenenler anlaşılmıyordu. Büyük bir panik havası vardı. Orada duvarın dibine çöktüm. Beni o halde gören biri daha çökecek gibi oldu ama vazgeçti. Koşup gitti.

Sarsıntı durduğunda aşağı indim. Hava soğuk ve sokak insan kaynıyordu. Çevre evlerde oturanlar da dışarı çıkmıştı. Fanila ya da çıplak ayakla sokağa fırlayanlar vardı. Kısa bir süre sonra iki savcımızın sükunetle yurttan dışarı çıktıklarını gördüm. İsmail Mermerci ve Kadir Coşar'ın bu soğukkanlılıkları hoşuma gitti.

Telefon trafiği başlamıştı. Depremi duyup bizi arayan yakınlarımızı rahatlatmaya çalışıyorduk. Ama telaş henüz dinmemişti. Az ötede tanımadığım gruptan birinin, “bizim burada ne işimiz var, hadi gidelim” dediğini duydum. Canım sıkıldı. Gayriihtiyari, “Çanakkale’ye gidenler dönmeyi hiç düşünmediler” dedim. Cevap vermedi. Sustu.

Yaklaşık bir saat sonra binayı boşalttık. Narlıca’ya doğru yol almaya başladık. Böylece depreme beton binada yakalanma riskimiz ortadan kalkmıştı ama duygunun derinleştirici bütün renk ve kokuları üzerimdeydi. Bir tek şey yoktu: Korku… Yanı başımızdaki kabristanda her bir mezarın başına dikilen tahtalar, yansıyan cılız bir ışığın etkisiyle birer hayalet gibi uzuyorlardı. Gökyüzü simsiyahtı. Bir yıldız bile yoktu.  Karanlıkta insanlar ışığa göre belirginlikleri artıp azalan birer silüet gibiydiler. Herkes yüreğinden başka üzerinde var olan her şeyi çıkarmış, geriye yalnızca ‘insanlıkları’ kalmıştı. 

Soğuk gecede öbek öbek ocaklar yakılmış, etrafında gruplar halkalanmıştı. Birbirinden farklı zaman ve mekanların insanları belki de hayatlarında ilk kez bu kadar birbiriyle yakınlaşmıştı. Ateşin başındayken, depremin etkisinden uzaklaşmak için önce fıkralar anlattım, sonra şiirler okudum. O sırada Habib-i Neccar’ın Antakyalı olduğunu hatırladım. Hikayesinin anlatıldığı Yasin Suresini okudum. 

Vakit ilerledi. Ama uyuyacak yerimiz yoktu. Mezar tahtalarını yan yana dizdik. Üzerine battaniyeleri serip, yer yatağı yaptık. Uykuya daldığımda gece ikiydi. Uyandığımda sabah beş… Uyuyamam sandığım yerden dinlenmiş bir şekilde kalktım. Dışarıda ateş hâlâ yanıyordu. Başında Samandağ’a sevke hazırlanan askerler vardı.  Gecenin karanlığında bir sır gibi kaybolup gittiler.

Yalnız kaldım. Gün boyu yüzlerine baktığımız, şefkatle uğurladığımız insanların yattığı mezarlığı seyre daldım. Birbirinden farklı zamanlarda, farklı yerlerde doğan insanlar, aynı gece depremine ölüm bileti almışlardı. Ve şimdi yan yana yatıyorlardı. Kim bilir, nasıl bir sabaha uyanma hayaliyle dalmışlardı o ölüm uykusuna… Bir çocuğa, babası istediği bisikleti alacaktı. Bir kızın düğünü olacaktı. Bir genç işe başlayacaktı. Bir kadın çocuk doğuracaktı. O kadın bebeğini doğurmuştu ama karın dikişleri tamamlanamadan ameliyat masasında can vermişti yavrusuyla birlikte…

Düşünürken gözlerimin buğulandığını hissettim. Kalktım. Gecenin gizemini bozmadan ve hüznü incitmeden mezarlığa yürüdüm. O an dudaklarım kıpır kıpırdı. Dilimde Haşir Suresi vardı. Her bir mezarın başında yalnızca birer numara yazılıydı. Birinin başına kaz tüyünden yapılmış bir mont bırakılmıştı. Belli ki sahibi genç bir ölüydü. Çok sevdiği ama eskitemeden ayrıldığı montunu toprağının üstüne bırakmışlardı. Birinin başında bayrak, diğerinde Trabzonspor forması vardı. Ve birkaçının üstünde üç beş mahzun çiçek... Yolun sonunda başımı kaldırdım. Şafağın sökmekte olduğunu gördüm. Çadıra geri döndüm.

Narlıca’nın yedinci gecesinde bir araç geldi. İçinde dört ölü… Anne, baba ve iki çocuk… Bir savcının abisinin ailesi… Fena halde etkilenmiştim. Hüznümü gizlemeye çalışıyordum ama onları yolcu ettikten sonra ocağın başına yaklaştığımda, personelin etrafımda halkalandığını fark ettim. İçlerinden birinin “iyi misin savcım” dediğini duydum. İyiydim, toprağın altı ile üstü arasında hiçbir fark kalmadığını anlayacak kadar iyi…

Antakya’nın ne halde olduğunu merak ediyordum. Sekizinci günde görmeye gittim. Uzaktan ayaktaymış gibi görünen şehir yakından bir enkaz yığınını andırıyordu. Dükkanlar kapalı, binalar bomboştu. Hasarsız bina sayısı yok denecek kadar azdı. Hasarlı binalar ise her an yıkılma tehlikesi taşıdığından, dar sokaklardan geçişe izin verilmiyordu. Balkonlarda asılı kalmış çamaşırlar, pencerelerden sarkan perdeler, dış cephe duvarları yıkılmış odalar terk edilmişliğin yasını tutuyordu.

Meclis binası enkaza dönüşmüştü. Asi Nehri simsiyah akıyordu. Habib-i Neccar Camii’nin kubbesi çökmüş, enkazı caminin içini doldurmuştu. Dış duvarlarında büyük yarıklar oluşmuş, bir kısım taşları yerlere dökülmüştü. Pencereden içeri bakarken muhayyilem beni 21 yıl öncesine götürdü. 2002 yılının yaz aylarında ziyaret etmiştik bu mabedi. Biz, dış avludayken, o zaman 6 yaşında olan oğlum Yasin, ezan okumaya başlamıştı. Hoparlörden gelen sesi duyunca, imam önde, ben ve eşim arkada içeri koşmuştuk. Girdiğimizde, Yasin minberdeydi. Başında hocanın kavuğu vardı. Ezan okumaya devam ediyordu. Nevin (Özdemir) Ablam, “hoca geliyor, hoca geliyor” diyerek aşağı inmesi için yeğenini iknaya çalışıyordu. Hışımla içeri giren imam, çocuğu o halde görünce yumuşamış, gülmeye başlamıştı. Elinden tutup aşağı indirmiştik. Ama artık o kubbe, o minber yoktu. Anılarımız enkaza dönüşmüştü. Ablamsa depreme Maraş’ta yakalanmış, evi ağır hasar görmüştü.

Yürüdüm. Kurtuluş Caddesi boydan boya bir enkaz yığınıydı. Yol tek aracın geçebileceği kadar daralmıştı. O yolun sonunda Müze Oteliyle karşılaştık. Çelik konstrüksiyon bina sapa sağlam ayaktaydı. Birkaç camı kırılmıştı o kadar. Demek ki fenne uygun yapılınca fantastik yapılar bile ayakta kalabiliyordu.

Şehre bir de Kharon Kabartması önünden baktım. Ölümle hayat arasındaki hassas dengeyi temsil eden bu kabartmaya, ayaktaymış gibi görünen şehrin kılcal damarlarından yalnızca acı yükseliyordu.

Gezerken karşılaştığımız birkaç Antakyalı depremzedeyle konuştuk. Onları, 84 yıl önce diplomasiyle kazanılan şehrin, Suriyeli göçmenlerin ardından gelen depremin tetiklediği iç göç yüzünden kaybedilmesi endişesi sarmıştı. “Ağzımdan yel alsın” dediğim ağır bir korkuydu bu. 

Bu yolculukta, dokuzuncu günün sabahına Ankara’daki evimde uyandım. Artık çadırın altından soğuk üflemiyor; açık kalan omzum üşümüyordu. Lavabonun önünde sıra beklemek yoktu ve içi temizdi. Duş alma derdim kalmamıştı. Buz gibi havada, ayaküstü kahvaltı yapmayacaktım. Ocağın başına gitmeyecektim. Ama daha önceleri hiç dikkatimi çekmeyen bu konfor içimi acıttı.

Mahcubiyetle ayağa kalktım. Pencereden dışarı baktım.
Her şey yerli yerindeydi ama ya Antakya, Antakya ne haldeydi?