8 Haziran 2016 Çarşamba

İki Cihan Arasında Bir Güzel Şiir / Murat Doğanay

  Edebiyatçı/Yazar Beşir Ayvazoğlu 'Eve Dönen Şair' adlı biyografik bir eserinde, Üstat Yahya Kemal'i başta şiir/sanat anlayışı olmak üzere yazar, siyasetçi, diplomat kimlikleri ve özel hayatının bütün yönleriyle dört başı mâmur bir şekilde anlatır. Kitaba ad veren tanımlama ise aslında Ahmet Hamdi Tanpınar'a ait olup, Yahya Kemal'in klasik edebiyat üzerinden yeni bir ses arayışına dair kanaatini belirttiği, "Filhakika o, kaçış kapıları arayan değil, eve dönen adamdır" sözünden gelir. 1903 yılında ülkesinden nefret ederek dönmemecesine kaçan şair, 1912 yılında o yurda tarihinin ve coğrafyasının geleneğini milli benliğin harcıyla yeniden inşaya inanmış bir adam olarak döner.

 Bazılarınca, aslında o dağdağalı dönemde, şairin dönebileceği ne hane vardır, ne bir ocak tütmektedir. Millet darbe üstüne darbeyle sarsılmakta, memleket parçalanmakta medeniyetimizin viran bağında baykuşlar tünemektedir.

  Ortada ister ev kalmış olsun, ister yıkılmış konağın kilit taşı; bir toprağın, bir milleti bin yılda yarattığını bilen üstat, geleneği küçümsemeden, geçmişe hücum etmeden, müktesebatımızı yeni bir ruh ile işleme çabasındadır. Bu mefkureye ilişkin Ziya Gökalp'in "Harabîsin, harabâtî değilsin / Kökün mâzidedir, âtî değilsin!" eleştirisine: "Ne harabî, ne harabâtîyim / Kökü mâzide olan âtîyim!" cevabı, umut ve endişesini gelenekten, kadim sözden alan anlayışını, daha da ötesi bu bilinçle yine ve yeniden üretme inancını gösterir.
  Mehmet Taştan'ın yeni şiir kitabı Bu Kapıdan'ı elime aldığımda aklıma 'Eve Dönen Şair' metaforunun gelmesi tesadüf olmasa gerek.
  "Yer mi kayıyor yoksa zaman mı savruluyor?
  Daha kaç yıl sürecek bu dinmeyen fırtına?
  Şu karanlık geceyi anlamlı kılan yıldız,
  Kendini de yakarak göçüyor bu kapıdan." diyor ya Taştan, elhak eve varılmış, O Kapı'nın kulpundan bir kez daha tutulmuştur. Ancak o evi bulan ve kapıyı tutanlar için de bahara daha çok zaman, reyyana ulaşmak için uzun bir yol vardır.

  Şirin ebatta ve mutedil oylumlu kitap, şairin 1985-2015 yıllarında yazdıkları arasından seçilmiş yüz şiirden oluşuyor; her biri yıllara yayılmış titiz bir çalışmanın, uzun bir okuma/yazma serüveninin mahsulü, bir güzel adamdan zarfı da mazrufu da güzel, müstesna dizeler içeriyor. Ancak, asla malumatfuruşluk izlenim ve iddiasında olmayan bu şiirden yeterli tadı almak, dahası bu şiirin zevkine varmak için en başta Şi'ri Kadim'den günümüze nazım birikimini, tarihi, coğrafyayı ve bu toprağa ait yaşanmışlıkları bilmek gerekiyor kanaatindeyim.
  Eser, gerek şiirinde mündemiç hayatı ve gerekse inşâ ve inşâdına âşinâ olduğum poetikasıyla öylesine uyumlu ki. Tam da evinin kapısında dururken, sık sık gökyüzüne bakan, elini siper edip derin tarih bilgisiyle ufku tarayan şairdir Taştan.

   O ufuktan yaralı Karabağ, tutsak Urumçi, kadersiz Filistin, bahtı kırık Kerbela, kanlar içinde Necef, aldatılan Truva, kaybedilmiş Endülüs, kumlardan fısıldayan İsfahan, daha nice hüzünlü yurt köşesi görünür. Ve bütün bu yaralı coğrafya, bunca burukluk içinde bizi kabul edecek biricik sılamız şiire, yani Fizan'a götürür.

   Mehmet Taştan'ın şiiri, hanenin öz evlatlarından bir oğulun mâzisine inkâr ya da kutsama uçlarına savrulmaksızın başka menzillere, başka alemlere yol temrinleridir. Bu şiirin içinden en başta Erzurum geçer. Tanpınar'ın "Büyük anneannemin masallarıyla Kerem'den, Yunus'tan okuduğu beyitlerle, bana öğretmeye çalıştığı yıldız adlarıyla muhayyilemde büyülü hatırası hala pırıl pırıl tutuşur” dediği; piri mugan toprak insanını "Soyunun sopunun içinde mesut bir Kitabı Mukaddes ihtiyarı" olarak târiflediği kent Erzurum. Erzurum ki baba ocağıdır. Bu şehrin ezberiyle büyünmüştür ve şairin dimağını tâ çocukluktan Mârifetname'nin (z)engin bilgi ve hikmeti mayalamıştır. Anadolu'da yerli bir atmosferde nefes alarak boy atan çocuk Hazreti Ali Cenkleri ile mertliği, Mârifetname ile ayakları yerde düş kurmayı öğrenir.


  Taştan'ın şiirlerinde serapa görülen teşbihlerde, istiarelerde, eğretilemelerde, kelimelerin çağrışım gücünde, hatta imgelerde bu şehrin ve o kitabın göz izi vardır. Bundandır en kıymetli olanın, sevgilinin güzelliği de şehre naziredir. Yâre yollanan mendillerde, işmarlarda İbrahim Hakkı zarafetinin tedrisi vardır. Hele karşınızda Palandöken'in silueti tüm gizem ve heybetiyle duruyor ise, değil Kaf Dağı'na inanmamak, masal atına binip yola revan olmamak divaneliktir.

     Yine haneden görülen o ufukta Ebu Talipoğlu Ali ile Zaloğlu Rüstem, Elsa ile Leyla, Adem ile Zeus, Hüseyin ile Cemşid, Şirin ile Mathilda, Fuzuli ile Puşkin hayâl ötesi bir dünyada, güller ülkesinde hayat bulur. Meğer ki bu kavuşmada epope'den çağdaş lirizme yeni bir dil yaratma çabası, gücünü zevk-i selimden neşet eden gelenekten alır. Örneğin, Babil şiirinde, antikiteden günümüze uzanan bir dekor ve tarih döngüsünde, aslolan insanın hüsran değişmezliğidir.

Hangi asma bahçesi dayanır bu tufana?
Ninova bir kâbustan artakalan düş şimdi.
Hüzün kuşları konmuş vaktin göz uçlarına,
Necef kanlar içinde acı bir gülüş şimdi.

Düştü kayıp gezegen servinin saçlarına,
Yetim bir çocuk kaldı Samara'dan yarına,
Hüzzam sular çağlarken nihavent diyarına,
Kerbela yollarında Hüseyin ölmüş şimdi.

Kalbini gözyaşıyla nehre çevirdi Basra,
Hülagu, hangi atla çıkıp geldi bu asra?
Fuzuli'nin kaside yazdığı şirin kasra,
Vezinsiz bir şekilde kezzap dökülmüş şimdi.

Bağdat yanlış hesapla boğuşan bir düş şimdi,
Kerkük kanlar içinde acı bir gülüş şimdi,
Mezarında Numan'ın boynu bükülmüş şimdi,
Irak yerde Babil'in kalbi sökülmüş şimdi!

Mallarmé "Şiir kelimelerle yazılır, duygularla ve düşüncelerle değil." sözü nasıl bir gerçeği ifade etmektedir ki, evet modern zamanlarla birlikte şiir gelmiş ve kelime'ye dayanmıştır. Ancak şiirin anlam, düşünce, bilinç ve duyuştan münezzeh olmadığının farkında olan Taştan, kelime seçiminde ve mısraya yerleştirilmesinde bir sarraf dikkatiyle davranır.


Kuşkusuz beğendiği, etkilendiği selefleri gibi Mehmet Taştan da mükemmel şiirin peşindedir. Mükemmelliğe, anlamı tastamam karşılayan kelimenin titizlikle seçimiyle birlikte, has şiire, biçim ve özü ayırmadan ölçü, kafiye ve müzikalitenin sağladığı yekpare ahenkle ulaşılabileceğini düşünür.

Var oluşun bir trajedisi olarak, yer yüzünde insan olmanın ıstırabını duyan ve bu acıyı duyurma kaygısında olan şairin kuşkusuz bir hayat duruşu, felsefesi ve değerler sistemi vardır. Bu bilinç bağlamında, bir 'üst söz' olan şiirin cevherini zedelememe özeniyle, vaaz etmeden, propaganda yapmadan, sanat ve hayatı yoğuran simya ile söyler diyeceğini:
" Koyu akıyor zaman;
Bir yanım kan denizi
Öbür yanım hayatla saklambaç oynamakta;
Perdenin ardına saklanan rüzgâr,
Çık dışarı, gördüm seni.?"

Yalnız samimiyet değil, o samimilikten sahih bir ruh biçimlendirme gayretiyle söyler üstelik. Bunun içindir ki, O'nun dizelerinde sanatın sanat için mi, toplum için mi, insan için mi ya da salt estetik için mi olduğuna dair tekçi yaklaşım iddialarının zemini yiter.

  Taştan'ın Şiiri, "melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz" diyen Ahmet Haşim duyarlılığı ile aynı kumaştan dokunmuştur. Sanat tutumunda, ıstırapları, sevinçleri, emelleri, hasretleri olmayanların şair olamayacaklarını bilir ve şiirini değeri kaybolmayacak söz, modası geçmeyecek tema, her dem taze aşk ile Anadolu'dan Maveraünnehir'e akıtmaya çabalar.

"Susarsan yağmur yağar, konuşursan gül açar", "Islak, yaralı bir kuş yüzüne konmuş gibi", "Söyle çocuk, kim dokundu kalbine/Gördüğün rüyaya kimler uğradı?", "Ali derken, Hayber'i görür gibi oluşun...","Sen geçersin içinden yıllar susar, çağ yanar/Gözlerinde tutuşan mavi bir çerağ yanar", "Çıkalım suların kerevetine,/Sen Murat nehrine çağla içimde," ve daha yüzlerce mısrada ahenk ve anlam bütünlüğünü sağlamada tabii ve külfetsiz söyleyişi yakalamış söz ustasıdır Mehmet Taştan.

Evet, insanlar geride bıraktıkları kadar kalırlar derler. Var oldukça şiiri, var olur şair. Hacı Bayram-ı Veli'nin: "Çalab'ım bir şâr yaratmış / İki cihan âresinde / Bakıcak didar görünür / Ol şârın kenâresinde" dediği üzere, Mehmet Taştan'ın şiirinde salt söz oyunlarının sergilendiği bir maharet gösterisi aramak günümüz Türk Şiirinin çıkmaz sokaklarına götürür. Oysa; Çalab'ı, şehri, zamanı ve zamansızlığı, mekanı ve mekansızlığı, zâhiri ve bâtını anlamak için her pâre taşına gönül gözüyle bakmak gerekir ki, o duvarda taş ve toprak olma bilincine erişilsin.

Eşdeğer güzellik ve kalitede yüz inci arasından birini seçmek zorunda kalındığında yapılması gerekeni yapıyor ve muhayyer bir teklifle sizi Mehmet Taştan okumaya davet ediyorum.