Edebiyatçı/Yazar
Beşir Ayvazoğlu 'Eve Dönen Şair' adlı
biyografik bir eserinde, Üstat Yahya Kemal'i başta şiir/sanat
anlayışı olmak üzere yazar, siyasetçi, diplomat kimlikleri ve
özel hayatının bütün yönleriyle dört başı mâmur bir şekilde
anlatır. Kitaba ad veren tanımlama ise aslında Ahmet Hamdi
Tanpınar'a ait olup, Yahya Kemal'in klasik edebiyat
üzerinden yeni bir ses arayışına dair kanaatini belirttiği,
"Filhakika o, kaçış kapıları arayan değil, eve dönen
adamdır" sözünden gelir. 1903 yılında ülkesinden nefret
ederek dönmemecesine kaçan şair, 1912 yılında o yurda tarihinin
ve coğrafyasının geleneğini milli benliğin harcıyla yeniden
inşaya inanmış bir adam olarak döner.
Bazılarınca,
aslında o dağdağalı dönemde, şairin dönebileceği ne hane
vardır, ne bir ocak tütmektedir. Millet darbe üstüne darbeyle
sarsılmakta, memleket parçalanmakta medeniyetimizin viran bağında
baykuşlar tünemektedir.
Ortada
ister ev kalmış olsun, ister yıkılmış konağın kilit taşı;
bir toprağın, bir milleti bin yılda yarattığını bilen üstat,
geleneği küçümsemeden, geçmişe hücum etmeden, müktesebatımızı
yeni bir ruh ile işleme çabasındadır. Bu mefkureye ilişkin Ziya
Gökalp'in "Harabîsin, harabâtî değilsin / Kökün
mâzidedir, âtî değilsin!" eleştirisine: "Ne harabî,
ne harabâtîyim / Kökü mâzide olan âtîyim!" cevabı, umut
ve endişesini gelenekten, kadim sözden alan anlayışını, daha da
ötesi bu bilinçle yine ve yeniden üretme inancını gösterir.
Mehmet Taştan'ın
yeni şiir kitabı Bu Kapıdan'ı elime aldığımda aklıma
'Eve Dönen Şair' metaforunun gelmesi tesadüf
olmasa gerek.
"Yer
mi kayıyor yoksa zaman mı savruluyor?
Daha
kaç yıl sürecek bu dinmeyen fırtına?
Şu
karanlık geceyi anlamlı kılan yıldız,
Kendini
de yakarak göçüyor bu kapıdan." diyor ya Taştan,
elhak eve varılmış, O Kapı'nın kulpundan bir kez daha
tutulmuştur. Ancak o evi bulan ve kapıyı tutanlar için de bahara
daha çok zaman, reyyana ulaşmak için uzun bir yol vardır.
Şirin ebatta ve mutedil oylumlu kitap, şairin 1985-2015 yıllarında yazdıkları arasından seçilmiş yüz şiirden oluşuyor; her biri yıllara yayılmış titiz bir çalışmanın, uzun bir okuma/yazma serüveninin mahsulü, bir güzel adamdan zarfı da mazrufu da güzel, müstesna dizeler içeriyor. Ancak, asla malumatfuruşluk izlenim ve iddiasında olmayan bu şiirden yeterli tadı almak, dahası bu şiirin zevkine varmak için en başta Şi'ri Kadim'den günümüze nazım birikimini, tarihi, coğrafyayı ve bu toprağa ait yaşanmışlıkları bilmek gerekiyor kanaatindeyim.
Eser,
gerek şiirinde mündemiç hayatı ve gerekse inşâ ve inşâdına
âşinâ olduğum poetikasıyla öylesine uyumlu ki. Tam da evinin
kapısında dururken, sık sık gökyüzüne bakan, elini siper edip
derin tarih bilgisiyle ufku tarayan şairdir Taştan.
O
ufuktan yaralı Karabağ, tutsak Urumçi, kadersiz Filistin, bahtı
kırık Kerbela, kanlar içinde Necef, aldatılan Truva, kaybedilmiş
Endülüs, kumlardan fısıldayan İsfahan, daha nice hüzünlü yurt
köşesi görünür. Ve bütün bu yaralı coğrafya, bunca burukluk
içinde bizi kabul edecek biricik sılamız şiire, yani Fizan'a
götürür.
Mehmet
Taştan'ın şiiri, hanenin öz evlatlarından bir oğulun
mâzisine inkâr ya da kutsama uçlarına savrulmaksızın başka
menzillere, başka alemlere yol temrinleridir. Bu şiirin içinden en
başta Erzurum geçer. Tanpınar'ın "Büyük
anneannemin masallarıyla Kerem'den, Yunus'tan okuduğu beyitlerle,
bana öğretmeye çalıştığı yıldız adlarıyla muhayyilemde
büyülü hatırası hala pırıl pırıl tutuşur” dediği; piri
mugan toprak insanını "Soyunun sopunun içinde mesut bir
Kitabı Mukaddes ihtiyarı" olarak târiflediği kent Erzurum.
Erzurum ki baba ocağıdır. Bu şehrin ezberiyle büyünmüştür ve
şairin dimağını tâ çocukluktan Mârifetname'nin (z)engin
bilgi ve hikmeti mayalamıştır. Anadolu'da yerli bir atmosferde
nefes alarak boy atan çocuk Hazreti Ali Cenkleri ile
mertliği, Mârifetname ile ayakları yerde düş
kurmayı öğrenir.
Yine haneden görülen o ufukta Ebu Talipoğlu Ali ile Zaloğlu Rüstem, Elsa ile Leyla, Adem ile Zeus, Hüseyin ile Cemşid, Şirin ile Mathilda, Fuzuli ile Puşkin hayâl ötesi bir dünyada, güller ülkesinde hayat bulur. Meğer ki bu kavuşmada epope'den çağdaş lirizme yeni bir dil yaratma çabası, gücünü zevk-i selimden neşet eden gelenekten alır. Örneğin, Babil şiirinde, antikiteden günümüze uzanan bir dekor ve tarih döngüsünde, aslolan insanın hüsran değişmezliğidir.
Hangi
asma bahçesi dayanır bu tufana?
Ninova
bir kâbustan artakalan düş şimdi.
Hüzün
kuşları konmuş vaktin göz uçlarına,
Necef
kanlar içinde acı bir gülüş şimdi.
Düştü
kayıp gezegen servinin saçlarına,
Yetim
bir çocuk kaldı Samara'dan yarına,
Hüzzam
sular çağlarken nihavent diyarına,
Kerbela
yollarında Hüseyin ölmüş şimdi.
Kalbini
gözyaşıyla nehre çevirdi Basra,
Hülagu,
hangi atla çıkıp geldi bu asra?
Fuzuli'nin
kaside yazdığı şirin kasra,
Vezinsiz
bir şekilde kezzap dökülmüş şimdi.
Bağdat
yanlış hesapla boğuşan bir düş şimdi,
Kerkük
kanlar içinde acı bir gülüş şimdi,
Mezarında
Numan'ın boynu bükülmüş şimdi,
Irak
yerde Babil'in kalbi sökülmüş şimdi!
Mallarmé
"Şiir kelimelerle yazılır, duygularla ve düşüncelerle
değil." sözü nasıl bir gerçeği ifade etmektedir ki, evet
modern zamanlarla birlikte şiir gelmiş ve kelime'ye
dayanmıştır. Ancak şiirin anlam, düşünce, bilinç ve duyuştan
münezzeh olmadığının farkında olan Taştan, kelime
seçiminde ve mısraya yerleştirilmesinde bir sarraf dikkatiyle
davranır.
Kuşkusuz beğendiği, etkilendiği selefleri gibi Mehmet Taştan da mükemmel şiirin peşindedir. Mükemmelliğe, anlamı tastamam karşılayan kelimenin titizlikle seçimiyle birlikte, has şiire, biçim ve özü ayırmadan ölçü, kafiye ve müzikalitenin sağladığı yekpare ahenkle ulaşılabileceğini düşünür.
Kuşkusuz beğendiği, etkilendiği selefleri gibi Mehmet Taştan da mükemmel şiirin peşindedir. Mükemmelliğe, anlamı tastamam karşılayan kelimenin titizlikle seçimiyle birlikte, has şiire, biçim ve özü ayırmadan ölçü, kafiye ve müzikalitenin sağladığı yekpare ahenkle ulaşılabileceğini düşünür.
Var
oluşun bir trajedisi olarak, yer yüzünde insan olmanın ıstırabını
duyan ve bu acıyı duyurma kaygısında olan şairin kuşkusuz bir
hayat duruşu, felsefesi ve değerler sistemi vardır. Bu bilinç
bağlamında, bir 'üst söz' olan şiirin cevherini
zedelememe özeniyle, vaaz etmeden, propaganda yapmadan, sanat ve
hayatı yoğuran simya ile söyler diyeceğini:
"
Koyu akıyor zaman;
Bir
yanım kan denizi
Öbür
yanım hayatla saklambaç oynamakta;
Perdenin
ardına saklanan rüzgâr,
Çık
dışarı, gördüm seni.?"
Yalnız
samimiyet değil, o samimilikten sahih bir ruh biçimlendirme
gayretiyle söyler üstelik. Bunun içindir ki, O'nun dizelerinde
sanatın sanat için mi, toplum için mi, insan için mi ya da salt
estetik için mi olduğuna dair tekçi yaklaşım iddialarının
zemini yiter.
"Susarsan
yağmur yağar, konuşursan gül açar", "Islak, yaralı
bir kuş yüzüne konmuş gibi", "Söyle çocuk, kim
dokundu kalbine/Gördüğün rüyaya kimler uğradı?", "Ali
derken, Hayber'i görür gibi oluşun...","Sen geçersin
içinden yıllar susar, çağ yanar/Gözlerinde tutuşan mavi bir
çerağ yanar", "Çıkalım suların kerevetine,/Sen Murat
nehrine çağla içimde," ve daha yüzlerce mısrada ahenk ve
anlam bütünlüğünü sağlamada tabii ve külfetsiz söyleyişi
yakalamış söz ustasıdır Mehmet Taştan.
Evet,
insanlar geride bıraktıkları kadar kalırlar derler. Var oldukça
şiiri, var olur şair. Hacı Bayram-ı Veli'nin: "Çalab'ım
bir şâr yaratmış / İki cihan âresinde / Bakıcak didar görünür
/ Ol şârın kenâresinde" dediği üzere, Mehmet Taştan'ın
şiirinde salt söz oyunlarının sergilendiği bir maharet gösterisi
aramak günümüz Türk Şiirinin çıkmaz sokaklarına götürür.
Oysa; Çalab'ı, şehri, zamanı ve zamansızlığı, mekanı ve
mekansızlığı, zâhiri ve bâtını anlamak için her pâre taşına
gönül gözüyle bakmak gerekir ki, o duvarda taş ve toprak olma
bilincine erişilsin.
Eşdeğer
güzellik ve kalitede yüz inci arasından birini seçmek zorunda
kalındığında yapılması gerekeni yapıyor ve muhayyer bir
teklifle sizi Mehmet Taştan okumaya davet ediyorum.