2 Ağustos 2013 Cuma

Şiir bumerang gibidir (*)

Yeni kitabınız “Yağmur Islıyor Beni” adıyla çıktı. Bu ad nasıl doğdu?
Aslında epey zamandan beri, bir yandan şiir yazarken, öbür yandan “kitabın adı ne olabilir” diye düşünüyordum. Bu süreçte, kafamda birkaç isim belirdi. Ama bir süre sonra o isimlerin bende, ilk duyuştaki etkiyi bırakmadıklarını fark ettim. “Yağmur ıslıyor beni” adını düşünmeye başladığımda, bu da diğerleri gibi bir süre sonra sıradanlaşacak mı diye bekledim. Öyle olmadığını, geçen zamana rağmen tazeliğini koruduğunu görünce de, bu isimde karar kıldım. Ve böylece kitabın adı: “Yağmur Islıyor Beni” oldu.

Kitabınızı henüz okumamış olanlar için nasıl tanımlarsınız?
Berikan Yayınevi'nden çıkan kitap 120 sayfa. İçinde 74 şiir var. Ağırlık hece şiiri. Sadece yedisi serbest. Şiirlerimde insanın içindeki dünyayı, dünyanın içindeki insanı anlatmaya çalıştım. Ve kaşıktaki iki damla yağı dökmeden mutluluk gizinin izini sürdüm.

Fizan, Babil, Bedesten gibi birçok şiirinizde lirik bir üslup, zengin bir içerik var. Bunu nasıl sağlıyorsunuz? O tür şiirleri yazmak için ön hazırlık yapıyor musunuz?
Kendimi geliştirmek ve kaliteli ürünler verebilmek adına devamlı okurum ama belli bir konuda şiir yazmaya karar verip, hazırlandığım hiç olmadı. Tabii belli bir dönem yoğunlaştığım konularda şiirsel duyuşlar hissetmeye başlayınca oturup o konuda şiir yazarım. O olur. Ama önce karar, sonra şiir olmaz. Zaten içselleştirilmemiş bir bilginin şiire dönüşebileceğine de pek ihtimal vermem. Ama şiir şekillendikten sonra, içinde tereddüde düştüğüm bir bilgi varsa, emin olmak için mutlaka test ederim.

Kitabınızın ağırlıklı konularından biri aşk. Sizce aşk nedir?
Bütün mesafelere anlam kazandıran Greenwech’in yerine sevgiliyi koyup, O’na doğru yürümektir. Her şeyde O’nu görmek, hayatı onun bakışlarında yaşamaktır. Belki buna, kendinden uzaklaşıp, onda kaybolmakta diyebilirsiniz. Ama ben tersini söylüyorum. Çünkü kayboluş denilen şey, aslında rafine bir var oluştur. İnsanın, sevgilide kendisini gerçekleştirmesidir. Aşkın çeşidi ilahi olmuş, beşeri olmuş fark etmiyor. Goethe’nin dediği gibi aşk terbiye ediyor insanı.

Şiirlerinizde zaman kavramı önemli bir yer tutuyor? Zamanla niçin bu kadar ilgilisiniz?
Safiye Sultan’a atfedilen bir söz vardır. Der ki, “tek sana sözüm geçmez cellâdımsın ey zaman.” Gerçekten öyle… Hep o bize hükmeder. Sevinçli anlarımızda durdurmak istediğimiz zaman, bir yakınımızı kaybettiğimizde, şok acılar yaşadığımızda içinden çıkmak için çırpındığımız bir kâbus olur. Öylesi zamanlarda peygamberlere özgü şeyler gelir aklımıza. Mucize yani… Bir mancınığa konup yaşadığımız zamanın dışına fırlatılmak isteriz... Olmaz tabii… Geriye tek şey kalır, zamanın geçmesini, acıların mayışmasını beklemek. İşte, zamanın bu gücü çekiyor beni. O yüzden giriyor şiirlerime…

Türkçeyi çok iyi kullandığınız, sizi okuyan herkesin kabul ettiği bir gerçek. Peki, bunun sırrı nedir? Nasıl bir dille yazıyorsunuz, bir kelimeyi şiirinizde kullanıp kullanmama ölçünüz nedir? Yeni sözcüklere bakışınız nasıldır?
Şiir yazarken şu dili kullanayım, bu dili kullanayım diye bir ayrıma gitmiyorum. Bir şiirin rüyasını hangi dille görmüşsem o dille yazıyorum. Sadece terkiplerden ve telaffuzu zor olan ya da şiirsel olmayan kelimelerden kaçınıyorum. Dilin tabii akışı içinde değişip yenilenen kelimelere de bir itirazım yok. Hatta bu değişim zoraki bile olsa, üretilen yeni kelime arızasız ve ahenkliyse, ona da evet. Ama kökeni ne olursa olsun, milletin diliyle ıslanıp yeniden şekillenmiş, böylece bizim olmuş, insanımızın çağlar üstü hafızasıyla kalitesi test edilmiş kelimelere, sırt dönmeye de gönlüm razı değil. Üstelik şair olarak Türkçeye karşı bir sorumluluğum da var benim. Hem şarkılarımıza, deyimlerimize yerleşmiş kelimeleri nasıl atarız? Şarkıdaki “bir ihtimal daha var” mısraını “bir olasılık daha var” diye değiştirmek mümkün mü? “Endamının hayalini gözlerimden silemem” mısraını imha etmeye gönlünüz razı olabilir mi? Selimiye’yi, Aspendos’u, Sümela Manastırını çağımıza ait değil diye yıkmak gibi bir şey bu…

Şarkı ve türkülerin de birer güftesi olduğunu düşünerek sorarsak, bir duyguyu ya da bir sevgiyi ifade etmenin en iyi yolu şiir midir?
Bu soruyu, şair kimliğimle, kolayca evetlerim ama bu cevap objektif olmaz. Çünkü hissettiklerimizi estetik kılarak dışa vurmaktan söz ediyorsak, o zaman şunu söylemeliyiz ki, önemli olan o duyguyu ifade etmek için aracı kıldığımız sanatın türü değil, sanatçının ufkudur. Zira sanatın başka dallarında da, sevgiliye adanmış muhteşem eserler verildiğini görebiliyoruz pekâlâ.

Örnek vermenizi istesek?
Örnek... Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Üstat Kalesi” dâhiyane bir şeydir… Mimar Sinan’ın, Mihrimah Sultan için yaptığı camiler hakeza… Ki bunu biraz açmak istiyorum: Sinan, Sultan’a âşık olur. Kehlesi yok diye mi bilmiyorum ama alamaz O’nu. Unutamaz da. Tutar, Üsküdar’daki Mihrimah Sultan camiini inşa eder. Bu camii, etek giymiş kadın gibidir. Gel zaman, git zaman Sultan yaşlanır ama Mimar’ın gönlünde hep genç kalır. Üstelik aşk gözünü öylesine kör etmiştir ki, bu defa padişahtan izin bile almaz; bu kez Edirnekapı’da, Mihrimah Sultanın adına ikinci camiyi yapar. Camilerin tek özelliği sevgilinin adını taşıması değildir elbet… Konumlarını öyle bir ayarlar ki, Mihrimah Sultan’ın her doğum gününde, Edirnekapı’daki camiin minaresinde güneş batarken, Üsküdar’daki çift minarenin ortasından ay doğuyor. Bilirsiniz, Mihrimah, güneş ve ay demektir. Kıyamete kadar sürecek bir tablo bu. Zannımca bu tablonun bize söylediği başka şeyler de var. Ama şimdi onlara girmeyeyim. Sadece şunu söyleyeyim. Kendisi için ihtişamlı bir türbe yapmaya muktedir olan O koca Sinan ölünce de, vasiyeti üzerine sevgilisinin yattığı Süleymaniye haziresinde mütevazı bir yere gömülür. Bu ne aşk! Bu ne ihtişam!

Gerçekten öyle… Sizin poetikası olan bir şair olduğunuzu biliyoruz. Şiiri his ve ahenk olarak mı görüyorsunuz yoksa bir kısım şairlerin yaptığı gibi ona belli bir misyon yada fonksiyon yüklüyor musunuz?
Tamam, “melali anlamayan nesle aşina değiliz” mısraına hiçbir itirazım yok. Her gerçek şairin, bu kıvamda şiirleri olmalıdır elbette. Nedim’in, “Dâim arayan bulsa civanım seni bende / Bir gonca gül olsan da senin gülşenin olsam” ya da Yahya Kemal’in “Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene / Biz sen de olmasak bile sen bizdesin yine,” mısralarına kim ne diyebilir ki… Valery’nin “asıl sanat eserinin, kendi varlığından başka bir gayesi yoktur” sözü de kulağa çok hoş geliyor. Ama denir ki “vizyon abartılırsa illüzyon olur.”
Akif’in, Çanakkale şehitleri için yazdığı o muhteşem eseri çekerseniz, o destanın aşk boyutu anlaşılmaz. Ya da Muhibbi’nin, Ziya Paşa’nın mısraları ezberimizin bir parçası olmuşsa, hüküm ve hikemiliği şiirden çıkarıp atamayız. Atmamalıyız da. Yani şiir, insanın içindeki dünyaya hitap ettiği gibi, dışındaki dünyaya da hitap edebilmeli, sosyal meseleler karşısında da bir duruşu olmalıdır. İstiklal marşının kurtuluş harbinde yaptığı gibi belli bir sosyal fonksiyon üstlenebilmelidir. Şiirin böyle bir görevi ve işlevi vardır. Ancak belli bir ideolojinin emrine girmemeli, slogana dönüşmemelidir. Yani şiir fişek gibi olmalı yakmalı okuyanı ama kurşun asker olamamalıdır.

O zaman şöyle soralım, konu ve şekil bakımında şiire bakışınız nasıldır?
Dante’nin dediği gibi “insanım, insanla ilgili hiçbir şey bana yabancı değildir.” Dünyanın merkezi insandır ve “her insan bir dünyadır.” Şair, nazarını her iki dünyaya çevirebilmeli, duygusal ve sosyal varlık olarak insanı, onu kuşatan süje ve objeleri duyarlı bir bakışla şiire dönüştürebilmelidir. Bunu yaparken bazen gördüğü ihtişam onu esir alacaktır; bazen onun bakışları, maruz kalanı muhteşem kılacaktır. Yani çirkin ve absürt olmayan her şey şiirin konusu olabilir. Şiirin hangi tarz ve formda yazılacağı meselesine gelince, geçmişin hafızası geleceğin sırrıdır. Şair kendi geleceğini ancak şiir kültürünün ortak hafızasından beslenerek kurabilir. Şiir akımlarının ortaya koyduğu birikimlerden, vezinlerden, edebi sanatlardan yararlanabilir. Yeter ki, o konu ve tarz çeşitliliğinde dolaşan şairin özgün üslubu fark edilebilsin. Ancak geçmişi anlamakla, geçmişe takılıp kalmak arasındaki farkı da doğru okumak gerekir. Bu manada şiirimi, klasik tasnifler içinde bir yere oturtmayı, belli bir biçim ya da konuya hapsetmeyi kabul edilebilir bulmuyorum. Bu kalıpları aşıp, yakınla uzağı, hal ile hayali, geçmişle geleceği, fert ile toplumu tutarlı bir bütünlük içinde şiire dönüştürmeye çalışıyorum.

Şairi için, kendi şiiri ne anlam ifade eder?
Bumerang gibidir. Önce şairini vurur.

(*) Mehmet Taştan'la, Gökhan Pirinççi tarafından yapılan röportaj Olur Dergisinin Nisan 2010 sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder