16 Ağustos 2013 Cuma

Sırma'nın gözüyle haçlı seferleri / Mehmet Taştan

Ramazan aylarında, şehirlerimizde kitap fuarları açmak ne hoş bir gelenektir. Kocatepe Camii avlusunda bu münasebetle açılmış kitap fuarında dolaşırken aldığım kitaplardan biri İhsan Süreyya Sırma'nın "Haçlı seferleri" olmuştu.

İyi ki de almışım. Önceki kitaplarından tanıdığım hocanın ilmi kariyeri ile lisan donanımı bir araya gelince ortaya güçlü bir eser çıkmış. Eser deyince, öyle çok hacimli bir şey zannetmeyin, Mayıs 2013'de beyan yayınlarından çıkmış 176 sayfalık bir kitap.. Hocanın ifadesine göre, "Türkçe'de, haçlı seferlerinin tamamını birden ele alan ilk kitap" (s.10). Duru bir Türkçeyle kaleme alınmış. Hemen her sayfada, bilginin kaynağına ilişkin batılı yazarlardan oluşan dipnotlar var.. Doğu'dan üç tarihçiyi esas almış. En çokta İbnu'l Esîr'i.. Okurken önemli cümlelerin altını çizmek gibi alışkanlığınız varsa yanınızdan kaleminizi eksik etmeyin. Çünkü altını çizeceğiniz epey cümle çıkacaktır.

İslam dünyası ile batı dünyasının genel durumu anlatılmış önce. Her iki coğrafyada azınlıkta kalan din ve mezheplerin, konum ve statüleri mukayeseli olarak işlenmiş... Ardından haçlı seferlerinin sebepleri tek tek sıralanmış.. Bize bakan yüzüyle en dikkat çekici sebep, müslümanların kendi içlerindeki mezhep ve iktidar kavgalarının yol açtığı güçsüzleşme... Ve bu iç çatışmalarla güçsüzleşen şark ülkelerindeki zenginliğin, batının iştahını kabartması.. Ne kadar tanıdık değil mi?

Öykü, 1095 'de, Papa II.Urbain'in Vatikan'dan Fransa'ya geçip 300 din adamıyla yaptığı Clermont-Ferrand toplantısıyla başlıyor. On bin askerle 1270 de Filistin'e çıkarma yapan İngiliz haçlılarının mağlup edildiği 9. haçlı seferiyle sona eriyor. 175 yıl süren macerada, kendi halindeki köylü hıristiyanların, papazlar tarafından nasıl vahşet aracı kılındıkları, Avrupa-Kudüs güzergahındaki şehirlerin nasıl yağmalandığı, çocukların öldürüldükten sonra şişlerle kızartılıp nasıl yendiği batılı kaynaklar referans gösterilerek sırayla anlatılıyor. 1096 itibariyle hıristiyan dünyasının en büyük şehri olan İstanbul'un yağmalanması, 1097 de Antakya'nın düşürülüp yağmalanması, 1099'da Kudüs'ün düşmesi ve şehirdeki 70 bin sivilin katledilmesi öne çıkan başlıklar... Tapınak Şövalyeleri... Ve Kudüs fatihi Selahattin Eyyübi... Onlarca kişi adı, yer ismi ve geçtikleri her yerde kan içip vahşet kusan haçlılar.. Bizans imparatoru İshak'ın, kardeşi Aleksis tarafından darbe ile tahtan indirilip gözleri oyulduktan sonra zindana atılması (s. 141) olayında eski bir fars hikayesini hatırlıyorsunuz.. Kan dökmeden ve barış içinde Kudüs'e giren haçlı komutan II Frederic'te (s.148) Selahattin Eyyübi'yi ve Fatih'i...

Peki hiç kusuru yok mu bu kitabın? Elbette var.. Beşer ürünü olan her şey gibi bu eser de kusursuz değil. Kitabın sonuna ayrıntılı bir dönem kronolojisi eklenebilirdi mesela. Kitapta harita olmaması bir başka eksiklik.. Haritasız tarih anlatmak pusulasız kaptanlık yapmaya benzer.. Böyle bir çalışmada, her yüzyıla ilişkin birden fazla harita olmalıydı kanaatimce.. Bunlar kolaylıkla ikmal edilebilecek kusurlar tabii...

Amma, 175 yıl süren haçlı seferleri sırasında, 1.Kılıç Arslan'ın haçlılara karşı 1096'da kazandığı Drakon Savaşı (s.45) dışında Selçuklunun verdiği onca mücadeleye karartma uygulanması anlaşılabilir gibi değil. Dahası, 1176 'da Miryokefalon'da haçlı destekli Bizans ordusunu yenerek bu ülkeyi tapulu mülkümüz kılan 2. Kılıç Arslan'dan, hediyeler karşılığı Haçlıların Anadolu üzerinden Kudüs'e geçişine izin veren komutan (s.131) diye söz etmek "Şarkın en sevgili Sultanı Selahattin'i / Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran" mısralarına kan ağlatmaktır. Bu çirkin iftiranın kaynağı da İbnu'l Esîr... Bu bir yana, yazarımız yer yer kasaba savaşlarını (s.53) bile anlattığı eserinde, tarihin en mühim harplerinden biri olan Miryokefalon savaşının adını bile anmamış nedense? Halbuki, 1176'da Miryokefalon'da ikiyüzbin kişilik Bizans ordusu darmağadın edilmeseydi, ondan sadece onbir yıl sonra yani 1187'de, Kudüs fethedilebilir miydi? O Bizans ordusu, Kudüs'teki haçlıların yardımına koşmaz mıydı? Sırf bu illiyet bağı nedeniyle bile olsa anlatmalıydı o savaşı, hem de bütün teferruatıyla..

Hoca, Selahattin Eyyübi'nin kürt olduğunu yazdığı satırın dipnotunda İbnu'l Esîr dedikten sonra iyice coşmuş. Onun kürt olmadığını söyleyenleri "faşist dürtülerle.. heyezan savuran" (s.104) kişiler olarak nitelemiş. Selahattini Eyyübi, Kürttür, Türktür veya Araptır. Bu konuda bir fikrim olsa da muhteviyatı mühim değil. Çünkü biz onu etnik kökeni nedeniyle değil, Kudüs fatihi olduğu için, zülmün kalesini yıktığı için seviyoruz. Adalet ve hoşgörüsüyle düşmanlarını bile hayran bıraktığı için seviyoruz. Kökenine bakmadan Halid Bin Velid'i, Selmanî Farisî'yi, Zenci muhadram Necaşî'yi sevdiğimiz gibi seviyoruz.

Sevmek sahiplenmeyi getirir. Yedi uyurları sevenlerin, dünyanın 33 ayrı yerindeki mağarayı "gerçek ashab-ı kehf burasıdır" diye takdim etmesi, Yunus Emre'nin mezarının dokuz ayrı yerde bulunması nasıl faşist dürtülerle savrulmuş hezeyanlar değilse, Selahattin Eyyübi'yi sahiplenme saikiyle, etnik kökenine ilişkin farklı görüşler serdetmek te öyle tezyif edilecek bir davranış biçimi değildir. Hele de farklı düşünenlerin arasında, sosyoloji ilminin kurucusu olan İbnî Haldun gibi bir deha varsa...

Onu da geçtik. Barış ve kardeşlik vurgusuna en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde ajite edici sözler sarf etmek, "haçlı seferlerinin en önemli sebebi olarak mezhep ve iktidar hırsından kaynaklanan kardeş kavgalarımızı gösteren" bir söylemle bağdaşmamış. Üstelik bu talihsizlikler, kitabın bütünü üzerindeki inandırıcılığa da gölge düşürmüş.

33 telif esere ve çok değerli çevirilere imza atmış olan Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, kitabın sonraki baskılarında bu eleştirileri dikkate alır mı? Bilmiyoruz. Ama böyle de kalsa okunmaya değer... Ne de olsa "içinde biraz yalan, biraz abartı bulunmayan tarih tad vermez" derler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder