1 Şubat 2024 Perşembe

Doğunun En Sevimsiz Oyunu: Hülle / Mehmet Taştan

Osmanlının çöküş döneminde, asabi bir paşa öncekilere eklenen bir hiddet anında genç ve güzel eşi Binnaz’ı üçüncü kez boşar. Öfkesi dindikten sonra, evliliğine kaldığı yerden devam etmek ister ama iş işten geçmiştir... Çünkü İslam Hukukuna göre üçüncü boşama, taraflar arasında geçici evlenme engeli oluşturmaktadır. Yani o kadın, başka biriyle gerçek anlamda evlenip, sahici şekilde boşanmadıkça eski eşiyle bir daha evlenemez.  

Paşa bu açmazın içinde kalır. Ne Binnaz’dan vaz geçebilir ne de onu nikahsız şekilde birlikte yaşamaya razı edebilir.

Kendi başlarına işin içinden çıkamayınca, kadı efendiye giderler. Kadı efendi, kuralı olduğu gibi anlatır. Konuluş nedeninin, evliliğin ciddiyetini korumak ve keyfi boşanmaları önlemek olduğunu söyler. Bizimkiler kadı efendiden yüz bulamayınca, hoca kılıklı başka kişilere danışırlar ve meselenin hülle yoluyla halledilebileceğini öğrenirler.

Malum, hülle eski eşler arasında üçüncü boşanma nedeniyle oluşan geçici evlenme engelini aşmak için dul kalan kadının, başka bir erkekle, muvazaalı ve kısa süreli bir evlilik yapıp boşanmasıdır.

Nihayet bu yola karar verilir ama şimdi bu paşa eşi… İstanbul’dan herhangi biriyle evlendirseler olmaz… O kişi, muvazaalı evlilik bittikten sonra da karşılarına çıkar, o hadiseyi hatırlatır, canlarını sıkar. Hatta belki sırf paşaya garaz olsun diye hatunun şurası şöyleydi, burası böyleydi gibi ömür boyu sürecek edepsizliklere başvurabilir. En iyisi, yabancı biriyle bu işi yapıp bitirmek...

Böylesi sıkıntılı işler hep umur görmüş, tecrübeli kadınlara kalır ya… Yine öyle olur. Konağın saltanatlı kadını Vesile Hanım, mesuliyeti üzerine alır.

Güz mevsiminin yaşandığı o günlerde, uzak diyarlardan gelmiş olan iri kıyım bir oduncu, omzundaki baltasıyla “kışlık odun kırdıracak kimse çıkar mı” diye konaklara hayran hayran bakarak dolaşmaktadır. Mahcup bir edayla “oduncu, oduncu” diye seslenmektedir.

Vesile Hanım cibinlikli pencereden onu görür. Başkasına güvenemez. Bizzat kendisi aşağı iner. Dış kapıyı açar. Yarı beline kadar dışarı uzanır. İşveli bir sesle çağırır onu:
        — Oduncu!.. Oduncu!... Gelir misin…?

Baklava dilimli danteller içinde daha bir parlak hale gelen Vesile Hanımın yüzünü görünce de oduncunun rahatı kaçar. Üst tabakadan bir kadın sesi duymanın verdiği izahı mümkün olmayan bir telaşla koşarak Vesile Hanımın yanına gider.

Kırılacak odunların bulunduğu bahçeye girmeyi beklerken, oduncu içeri davet edilir. Konağa alınır. Salonda oturtulur. Kim olduğu, nereden geldiği öğrenilir. Kendisine çay ve kurabiye ikram edilir. O çayını içerken, Vesile Hanım, aşağılayan kinayeli bir üslupla konuşur:
        —   Demek adın Müştak ha… Büyüklerin, ileride çok istekli biri olacağını kestirerek sana bu ismi koymuş olmalılar… Söyle bakalım, n
eye çok isteklisin?

Oduncu utanır. Başını öne eğer. Vesile’yle Binnaz göz göze gelir. Aralarında, her ikisinin de aynı şeyi anladığı imalı bir gülüşme olur. Biraz sonra kendini toparlayan oduncu başını kaldırıp sorar:
        —   Müştak çok istekli demek mi?

Vesile Hanım hiç beklemediği bu soruyu “hıı” diyerek geçiştirir. Ardından kendi isminin anlamını hatırlar. Hemen savar bu münasebetsiz düşünceyi başından. Uygun bir dille mevzuya girer.  Evlenmenin faziletlerini anlatır. Oduncunun efendiliğini över. Evlenme çağının geldiğini söyler. Sözlerini Binnaz’a bakarak bitirir:
        — Müştak Efendi, şimdi sana bir kese altın versem bu hanımla evlenir misin?

Oduncu o ana kadar kaçamak şekilde baktığı Binnaz’a döndüğünde, gördüğü güzellik karşısında gözleri kamaşır. Öylece kala kalır. Ne söylediğinin bile farkına varamadan “evet” deyiverir.

Hemen bir hoca çağrılır. Oracıkta nikâh kıyılır. Oduncu Binnaz’la gerdeğe girer. O ana kadar hep tutuk olan oduncu nihayet odada, odun kırarken hissettiği rahatlığa kavuşur. Ama sabah olup, salona inildiğinde eski güvensiz haline yeniden geri döner.

Vesile Hanım, kahvaltıda damat muamelesi yaptığı oduncuyu karşısına alıp, biraz sohbet ettikten sonra sorar:
        —   Müştak Efendi, şimdi sana iki kese altın versem Binnaz’ı boşar mısın?

Kendisine ait olmayan bu dünyada uzun süre kalamayacağını kestiren oduncu, para açlığını da gideren bu teklifi hemen kabul eder:
        — Olur, diye cevap verir omuz silkerek.

Vesile Hanım, iki kese altını verip boşanmayı sağladıktan sonra ilerde tekrar bir şey ummasın diye soğuk ve acele eden bir tavırla oduncuyu defederken, O arsız bir cesaretle dönüp sorar:
        — Ya yenge, yaptığımız bu işin adı neydi?
        — Hülleydi niye sordun?
        — Hiç merak ettim de…

Oduncu oradan biraz uzaklaştıktan sonra baltayı bir tarafa fırlatır. Konaklara bakarak, başlar avazı çıktığı kadar bağırmaya:
        — Hülleci geldi hülleciiii… Yok mu hülle isteyen?

O günden sonra oduncunun, hülle isteyen başka müşteriler bulup bulamadığı sır kalır. Bir süre sonra da geçici evlenme engelini aşmak için hülle yapma adeti tamamen ortadan kalkar. Ama sanki, yöntem olarak hâlâ hayatın içinde... Zira, kuralın içini boşaltıp, kabuğa sarıldığımızda karşımıza çıkan şey genellikle hülle oluyor. 

Nasıl mı? Şöyle: Binnaz varılmak istenen hedeftir. Karşısındaki erkekse, evlilik kurumunun sorumluluklarından yoksun bir paşa… Bu yetersizliğini göz ardı edip Binnaz’a musallat olmuş; yolun sonuna gelmesine rağmen ondan asla vaz geçmeyip hem kendini hem de onu değersizleştirmiştir. O paşayla, bir görevin gerektirdiği niteliklere sahip olmadan, o görevi üstlenip, yüzüne gözüne bulaştıran ve böylece hem kendisini hem de bulunduğu makamı değersizleştiren kişi arasında bir fark var mıdır? O makam konuşabilse, “taşıdığım ağırlığın bedelini ödeyecek bir donanıma sahip değilsin, lütfen benden uzak dur” demez mi?

Vesile Hanım, Binnaz’da sembolleşen hedefe, ehliyetsiz ve liyakatsiz birini yerleştirmek için canla başla çalışan aracı şahısla aynı özellikleri taşımıyor mu? İlkesiz ve iş bitirici bir vasıta…

Kadı Efendi, eski zamanlara ait öykülerde kaldığı sürece, ilkeli duruşuyla kutsallık derecesinde saygıya layık biridir. Ancak o kişi, öyküden çıkıp gerçek hayata karıştığında ilkeli duruşu rahatsız edici olur ve hemen dışlanır. Hülleye cevaz verenler ise, çoğu zaman kralın soytarısından daha fazla işe yararlar. Çünkü efendilerini eğlendirmekle kalmaz müşkülatlarını da kolayca hallederler. O yüzden sofrada, onlar için daima birer kaşık bulundurulur.

Öykünün son kahramanı oduncu halktan biridir… En temiz olan ve en hızlı kirlenen de odur. O güne kadar alnının teriyle geçinip giderken, kadın ve para zaafına bir anda yenik düşürülmüştür. Ama o, bu durumun farkında bile değildir. Emeği temsil eden baltayı fırlatıp, yüzsüzlüğün ve ahlaksızlığın simsarına dönüşmüştür.

Şimdi buna ne demeli? Hülle hikâyeleri dinlemek için çok eskilere gitmeye gerek var mı? 

Yoksa doğunun bu sevimsiz oyunu hâlâ oynanıyor mu?

* Bu yazı Edebiyat Ortamı Dergisinin Şubat 2024 tarihli 96.sayısında yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder