20. yüzyılın, üzerinde en çok konuşulan
eserlerinden biri kuşkusuz George Orwell’ın “1984” adlı romanıdır. ‘Kendi’
kalmaya çalıştığı için hayatı kâbusa dönen roman
kahramanı Winston Smith evinde bile özgür değildir. Çünkü odasına
yerleştirilen tele-ekran tarafından sürekli izlenmektedir. Ancak eserin
yazıldığı 1948 tarihi itibariyle tele-ekran kurgusu fazlaca fantastik bulunmalı
ki kitaba “1984” adı verilmiş…
O gün kurgu olan şey, yüzyıl geçmeden
gerçek oldu. Evlerimizde yaptıklarımız bile başkaları tarafından izlenir
ve kayda alınır hale geldi. Kişisel verilerimiz, not defterimizin meselesi
olmaktan çıktı. Bize hizmet sunan kurum ya da şirketlerin ana belleklerinde yer
tutmaya başladı. Artık, hayatımızı kolaylaştıran her hizmetin
görünmez bedeli olarak, kişisel verilerimiz hizmeti sunanların eline
geçmekte... Yararlandığımız hizmetler arttıkça başkalarınca depolanan kişisel
verilerimiz de o nispette çoğalmakta, özel hayatımız başkalarının kontrolündeki
dijital materyallerin kusursuz hafızasında saklanmaktadır.
Kullandığımız cep telefonları, kimlerle
hangi sıklıkta görüştüğümüzü, hangi gün ve saatte nerede olduğumuzu unutmaz.
Girdiğimiz internet siteleri, dinlediğimiz müzikler, izlediğimiz filmler nasıl
biri olduğumuzun anlaşılmasına imkân sağlayacak izler bırakır bir yerlerde…
Kredi kartını kullandığımız banka, on yıl önce yediğimiz yemeğin
faturasını belleğinde saklar. Kaldığımız oteller, seyahat
biletlerimiz, pasaportumuza basılan damgalar geçmişimizin hafıza kartlarıdır.
Oturduğumuz evin girişinden, kamusal alanlara kadar güvenliğimizi sağlasın diye
kurulan kameralar sektirmeden bizi takip ederler. Hatta üzerine vazife olmadığı
halde kullandığımız güzergâhları kayıt altına alan otomobilimizin elektronik
beyni, eve olan uzaklığımızı ve ne kadar zamanda evde olabileceğimizi
söyleyerek, kuşatılmışlık duygumuza tavan yaptırabilir.
Soy kütüğümüz, malvarlığımız, mahkeme
kayıtlarımız, hastanelerdeki tetkik ve tedavi bilgilerimiz hep kayıt
altındadır. Üstelik eskiden sadece tozlu raflara girmeyi göze alabilen az
sayıdaki meraklının ulaşabileceği bu bilgiler, şimdi ilgili kişinin bir tuşa
dokunma mesafesi kadar yakınındadır.
Söylemek gerekir ki, bu veri
depolamalarının mühim bir kısmı ticari kaygılardan ziyade, kamusal
gerekliliklerden kaynaklanmaktadır. Zira kamu güvenliğinin
sağlanması, kamu sağlığının korunması, suç işlenmesinin önlenmesi ya da işlenen
bir suçun faillerine ulaşılabilmesi bakımından bu kayıtların tutulması
hayati öneme sahiptir. Ancak özel hayatın gizliliği, anayasal bir hak
olduğundan, meşru bir sebep olmaksızın bireyin kişisel verilerine girilmesi,
kullanılması, ifşa edilmesi suç sayılmıştır.
Düzenleme ilk bakışta gayet basit
görünmektedir. Haklı bir sebep varsa bireyin kişisel verilerine girebiliriz,
yoksa giremeyiz. Ne var ki, yasa metinlerini beyaz kâğıda yazmak,
hayata uygulamaktan her zaman daha kolaydır. Çünkü hayat, yasa koyucunun
öngördüğü ihtimallerin daima ötesine geçmektedir.
Yine
öyle oldu. Aradığımız cevabın, elimizle koyduğumuz yerde durmadığını gösteren
soru da aile hekimi bir dostumdan geldi. “Biliyorsun” dedi. “Kadın ve
erkeğin evlenmeden önce sağlık taramasından geçmesi ve sağlık raporu
alması gerekiyor. Önüme gelen taraflardan birisi aidsli çıkarsa, bunu mahrem bilgi deyip saklamalı mıyım yoksa evleneceği kişiye söylemeli miyim”
diye sordu.
“Söylemelisin. Çünkü
orta yerde birbiriyle yarışan iki hak var” dedim. “Aidsli hastanın kişisel
verisi, evleneceği kişinin sağlığı, hatta belki hayatı… Yarışan haklar
arasında adil denge kurmak gerekir.[1] Bir
kişinin kişisel verisini koruyacağız diye diğer tarafı ona feda edemeyiz.”
“Ben de öyle düşünüyorum ama İstanbul’da
gerçekleşen bir olayda, sağlık müdürlüğü, hekime, ‘yönetmelik ve genelgeler
hastanın mahremiyetini üçüncü kişiyle paylaşmayı yasaklıyor, onun için bu
bilgiyi müstakbel eşine söyleyemezsin’ demiş.”
Vakanın devamında ne olmuştur bilmiyorum
ama Sağlık Müdürlüğünün görüşünü kabul etmek mümkün değildir.
Çünkü kurallar arasında bir astlık
üstlük ilişkisi vardır. Kelsen Piramidi adı verilen o hiyerarşiye
göre, yönetmelik ve tüzük gibi idari düzenlemeler yasaya, yasa da anayasaya
uygun olmak zorundadır. Bu zorunluluğa rağmen, temel metinlere aykırı bir idari düzenleme yapılmışsa, o düzenleme ya yorumla temel metne uygun hale getirilir
ya da yok sayılarak olaya doğrudan temel metin uygulanır.
Bu nedenle normlar hiyerarşisine göre,
üstün ve bağlayıcı olan anayasa ve yasa hükümlerini yok sayarak, yönetmelik ve
genelge gibi idari düzenlemelere dayanan tatbikat, günü kurtarmaya yetse de hukuka uygun olmaz.
Kuralların koruduğu haklar da tekdüze
değildir. Kimyadaki elementler gibi hakların özgül ağırlıkları da birbirinden
farklıdır. Toplumun gelişmişlik seviyesine göre sürekli genişleyen haklar
arasında “yaşama hakkı” en üstün haktır. Trafikte ambülansın, birinci
geçiş önceliğine sahip olmasının nedeni de yaşama hakkının en üstün hak
olmasından kaynaklanmaktadır. O yüzdendir ki, dağda donma
tehlikesi geçiren bir kişinin başkasına ait kır evine girip, geceyi orada
geçirmesi konut dokunulmazlığını ihlal ve mala zarar verme suçlarını
oluşturmaz. Zira hayatta kalabilmek, yani yaşama hakkını koruyabilmek için
zorunluluk halinde işlenen bu fiiller hukuka uygun hale gelmekte, suç olmaktan
çıkmaktadır.
Anayasamız, insan haklarını koruma
konusunda devlete negatif ve pozitif sorumluluklar yüklemiştir.
Bunun ne demek olduğunu anlamak için eski bir hikâyeyi hatırlamakta yarar var.
Malum Büyük İskender, fıçı içinde
yaşayan Diyojen Sinop’u ziyaret edip sorar: “Benden bir isteğin var
mı?” Bilge, cevap verir: “Gölge etme, başka ihsan istemem.” İşte bu
cevap, devlete negatif sorumluluğunu hatırlatmaktır. Tıpkı bunun gibi bireyin
devlete hitaben söyleyeceği, “Beni öldürme… Konutuma girme… Telefonumu
dinleme…” şeklindeki sözlerden her biri devletin negatif sorumluluğunu
hatırlatmaktır. Bu örnekler üzerinden gidersek, devletin negatif sorumluğu,
kişiye gölge etmemek, kişiyi öldürmemek, konutuna girmemek, telefonunu
dinlememektir.
Devletin pozitif sorumluluğu ise,
bireyin yaşama hakkına, konut dokunulmazlığına, haberleşme gizliliğine
yönelik olarak başkaları tarafından yapılacak saldırıları önlemektir. Üçüncü
kişilerin aleyhimize işlediği bu suçlar sebebiyle derhal polisi
aramamız devletin pozitif yükümlüğüne olan inancımızı göstermektedir.
Buna göre, evlilik için yapılan sağlık
taramasında taraflardan birinde tespit edilen tehlikeli bir bulaşıcı
hastalığın, müstakbel eşten gizlenmesi, devletin müstakbel eşe karşı olan
pozitif yükümlüğünü yerine getirmemesidir. Devletin, bu bilgiyi ondan
gizlemesiyle, o tehlikeli virüsü bizzat enjekte etmesi arasında hiçbir fark
yoktur. Zira devletin, bir kişiye bulaşıcı virüs enjekte etmemek
negatif sorumluluğu iken, aynı eylemi bir başkasının yapmasına engel olmak da
pozitif sorumluluğudur.
Anayasa, kişi
dokunulmazlığını şu şekilde güvence altına almıştır: “Herkes, yaşama, maddi
ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi
zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne
dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Kimseye
işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya
veya muameleye tabi tutulamaz.[3]”
Bu düzenlemeyle
devlet, bireyin beden ve ruh sağlığını korumayı garanti etmektir. Bir adım daha
öteye geçerek, “Tabipler her nevi ameliye için hastanın evvelemirde
muvafakatini alırlar[4]”
şeklindeki yasa hükmüyle “aydınlatılmış onam” olmadan tıbbî müdahale
dahi yapılamayacağını belirtmektedir. Bireyi korumak için kendisine bu kadar
sınır koyan yani negatif yükümlülüğünü yerine getiren devletin, aynı
bireye evlilik yoluyla ölümcül bir mikrop bulaşmasına yol açacak eylem
karşısında sessiz kalması "pozitif yükümlülüğün" ağır bir ihlali
olacaktır. Zira devletin, maddi ve manevi varlığını korumayı ve geliştirmeyi garanti
ettiği bireye karşı olan bu sorumluluğunu yerine getirmiş sayılabilmesi için,
hem kendisinin o kişiye haksız müdahalede bulunmaması, hem de başkalarının
yapacağı haksız müdahaleye engel olması gerekmektedir.
Hal böyle olunca,
yasanın zorunlu kıldığı evlilik öncesi sağlık taramasında ortaya
çıkan bulaşıcı hastalık verilerinin, müstakbel eşten gizlenmesi
devletin pozitif yükümlüğüne aykırı düşer. Zira devlet adına hareket eden
kamu kurumu, bulaşıcı mikrobu taşıyan tarafla el ele verip, ölümcül bir mikrobu
diğer taraftan gizleyerek, onun yaşama hakkını tehdit etmiş olur. Bu sakil
durumun bütün sıkıntısı da, yönetmeliğe dayanılarak tıp etiğine aykırı
davranmaya zorlanan hekimlere kalır.
Bu uygulama yasaya da
aykırıdır. Zira kanun koyucu şu hükümleri vaz etmiştir: Kişiler,
evlenmeden önce doktor raporu almak zorundadır.[5] Frengi,
belsoğukluğu, yumuşak şankr ve cüzzama olanlar bulaşma tehlikesi geçinceye ya
da şifa buluncaya kadar evlenemezler.[6] İlerlemiş bulaşıcı verem hastalığı
olanların nikâhı altı ay ertelenir. Bu süre zarfında iyileşme eseri görülmezse
altı ay daha beklenir. Bu sürenin sonunda ilgili doktorlar her iki tarafa bu
hastalığın tehlikesini ve evlenmenin zararlarını bildirmeğe mecburdur.[7]
Yüz yıllık bir kanunda
yer alan bu düzenlemelerden bu gün ne anlamalıyız? Bu soruya sağlıklı bir cevap
verebilmek için iki temel ilkeyi hatırlamak gerekir: 1. Yasa metinleri
yorumlanırken kanun koyucunun iradesi göz önüne bulundurulur. Yani o
hükmün hangi amacı gerçekleştirmek için konulduğu tespit edilir. 2. Kıyas
yapmak suretiyle kural koymak medeni kanun tarafından korunan ve öngörülen bir
yöntemdir.
Bu ilkeler ışığında
okuduğumuzda varacağımız sonuçlar şunlardır: 1. Kanun koyucu, eşleri, çocukları
ve toplumu hastalıklardan korumak için evlilik öncesi rapor alınmasını zorunlu
tutmuştur. 2. Yakın temasla bulaşan sınırlı sayıdaki bulaşıcı hastalık, bulaşma
tehlikesi geçinceye kadar evlenme engeli sayılmıştır. 3. Verem hastalığı,
evlilik erteleme nedeni sayılmakta ve ancak bir yıl geçtikten sonra her iki
tarafın aydınlatılmış onamıyla evlenmelerine izin verilebilmektedir. Bu hükme
kıyasla, günümüzde veremden çok daha tehlikeli olan Aids, Hebatit B,
Hebatit C gibi bulaşıcı hastalıklarda müstakbel eşe bilgi verilmesi, yaşama
hakkını, ruh ve beden sağlığını doğrudan etkileyecek bir kararı vermeden önce
aydınlatılmış onamının alınması gerekir. Bu yapılmadığı takdirde bulaşıcı
hastanın kişisel verilerini koruyalım derken, sağlıklı kişiye tuzak kurmuş, sağlığına ve belki de hayatına kast etmiş oluruz.
Hele hele, evlilik
için yapılan sağlık taraması sonuçlarının “üçüncü kişi” olduğu
gerekçesiyle diğer taraftan gizlenmesi yapılan işin mahiyetinden bihaber
olmaktır. Kadim bir hukuk kuralında belirtildiği gibi, “bir işten maksat ne
ise hüküm ona göredir.” Evlilik amacı olmadan yapılan tıbbî tetkik
sonuçlarının hastanın partnerinden gizlenmesi anlaşılabilir bir durumdur ve
gereklidir. Çünkü bu olayda partner üçüncü kişidir. Ancak evlilik amacıyla
yapılan sağlık taraması, bireyin kendisini değil, evleneceği kişiyi, aileyi ve
gelecek nesilleri korumak için yapılır. Hal böyleyken, sağlık taramasının
yapılma nedeni olan şahsın, üçüncü kişi sayılarak, hayatını kâbusa dönüştürme
ihtimali içeren bilgilerin ondan gizlenmesi "evlilik öncesi rapor"
kurumunun varlık nedenine aykırı olacak, rapordan beklenen fayda
gerçekleşmeyecektir.
Temel normlar yok
sayılıp, yalnızca idari düzenlemelere bakıldığında da uygulama sağlam bir
zemine oturmamaktadır. Zira Sağlık Bakanlığı 2004 yılında yayınladığı bir
tebliğle[8] dört gruptan oluşan 51
bulaşıcı “hastalığın
toplum içinde yayılımını engellemek, sosyal sorunlara neden olmamak” için[9]
zorunlu ihbar mekanizması getirmiştir. Aids ve frenginin de içinde olduğu en
tehlikeli bulaşıcı hastalıklar A Grubunda[10] sıralanmış ve en yaygın
ihbar ağına kavuşturulmuştur. İhbar mekanizmasını
işletmeyen kişi ve kurumların uyarılacağı ve gerektiği taktirde cezai müeyyide
uygulanacağı[11]
belirtilmiştir. Bulaşıcı hastalıklarla mücadele için ihbarı bu kadar önemseyen bir
kurumun, bir başka idari düzenlemeyle, evlilik için yapılan sağlık taramasında
tespit edilen aids, frengi gibi bulaşıcı hastalıkların diğer eş adayından saklanmasını
isteğini düşünmek, izahı imkânsız bir çelişkiye yol açar.
Bütün kural ve ilkeleri yok saydığımızda da akla gelen soru şudur: Bilgilendirilmediği için aidsli biriyle evlenip hayatı kâbusa dönen kişi, sizin yakınınız olsaydı ne hissederdiniz? Yönetmeliğin kestiği parmak acımaz der miydiniz acaba?
[1] Anayasa
Mahkemesi, 4/6/2015 tarih ve 2014/12151 BN Bekir Coşkun Kararı (p.47) R.G. Tarih 1/7/2015 Sayı 29403
[2] AİHM 19 Ekim 2005 Tarih ve 32555/96 BN “Case Of Roche V. The Unıted Kıngdom” Büyük Daire Kararı
[3] 2709
Sayılı Anayasanın 17. Maddesinin birinci fıkrası
[4] 1219
Sayılı Tababet Ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 70.
Maddesinin birinci fıkrası
[5] 4721
Sayılı Türk Medeni Kanununun 136. Maddesinin birinci fıkrası
1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunun 122. Maddesinin
birinci fıkrası
[6] 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunun 123. Maddesinin birinci fıkrası
[7] 1593
Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunun 124. Maddesinin birinci fıkrası
[8] Sağlık Bakanlığının 6/11/2004 tarih ve 25635
sayılı RG’de yayınlanan Bulaşıcı Hastalıkların İhbarı ve Bildirim Sistemi
Hakkında Tebliği
[9] Tebliğ
m.9
[10] Tebliğ
m.3
[11] Tebliğ
m.9
Harika bir yorum olmuş, yorumdan da öte, kanıta dayalı bir analitik değerlendirme, eline sağlık...
YanıtlaSil